DIŞINI GÖRDÜĞÜNDE İÇİNE
TANIK TUT
Gülşen ÜNÜVAR
Dinle Özüm!
Mektubuma başlamadan evvel seni hasret ve özlemle selamlar, esenliklerini temenni ederim. Beni soracak olursan iyi deyince her şeyin iyi olacağına inancım hâlâ baki. Şükredince şükredecek şeyimizin daha fazla artacağına inandığım gibi… Dağların doruğundaki son karları görebilmemden tut da yaprağın üzerindeki beneğe, toprağın kucakladığı dikene, tabiata kendi cüssesince iz bırakmaya çalışan börtüye böceğe, kuşların telaşına, rüzgârın serinliğine, ufkun derinliğine kadar her şeye hayranlıkla bakıyorum.
Baktığım yerde, baktığım şeyin ötesini, özünü görmeye çabaladığımı, anlam aradığımı, aradığımı bulmaya çalışırken yoluma çıkan emarelerde bir hikmetle karşılaşma ihtimalini gel de anlat anlama niyeti olmayana. Niyet yoksa akıbet de yoktur evlat.
Anlaşılmak kadar kıymetli hangi his vardır şu dünya yüzünde, sorarım sana? Anlamak ve anlaşılmak! Bakmak ve görmek, bilmek ve sezmek, durmak ve seyreylemek.
Kendi tabiatımdan farklı insanları yermek değildir niyetim. İnsan var, insanlığı arar; insan var, kuru heves ile itibar. Herkes kendi fıtratı ile haşır neşir, herkes kendi aleminde cevahir.
Böyleyken böyle özüm! Anlamda anlam, sularda mercan ararım ki dıştan içi, içten dışı göreyim. İsterim ki taş deyip geçtiğimiz cismin, üç beş harften ibaret saydığımız ismin anlamını bileyim, özünü sezeyim.
Bilenler derler ki dışına bakarak görülür mü iç? Hadi gördün diyelim, dış içe şahit olur mu hiç? Bu söz üzerine düşünürüm nicedir. Gecemi gündüzüme kattım, aşımı şuuruma katık yaptım, kâh çıktım kâh battım, gün oldu düşler deryasına köpek balıkları saldım. Dedim bir bilenle istişare edeyim; nedir fikri, nerededir durağı, nasıldır yolağı. Dediler doğrudur bu söz, hiç arama, boşa çabalama, kendine göre bir yol icat edip zorlama. Gelgelelim uslanmak bilmez gönül! Tuğla üstüne tuğla koymayacaksan neye yarar ömür? Dedim koyarım ben bu tuğlayı, örerim duvarı. Söz üstüne söz, öz üstüne öz, yüz üstüne yüz koyunca çoğalmaz mı anlam? Dediler çoğalır! Dedim “Dışını gördüğünde içine tanık tut”*
Uzunca bir zamanı susarak geçirdik. Susmak, konuşmaktan evladır kimi zaman. Derin düşüncelere dalıp anlam deryasında iflah olmaz bir yolculuğa çıktığın vakit bunu daha iyi anlayacaksın evlat. Susmanın tadına vardığın zaman hiç bırakmak istemeyeceksin, o huzur deryasının serin sularında öylece kalmak, kâh kulaç atıp kâh sırtüstü gökyüzüne bakmak sana ayrı bir keyif verecek. Ancak ömür deryada geçmez, geçmemeli! Karaya ayak basıp attığın kulaçların hikâyesini anlatmak da tuğla üzerine tuğla koymanın çabasına dâhildir.
Dış ile iç mukayesesi konusunda pek hararetli geçen sohbetler ettik, yine aynı hararetle içimize çekildik. Tartışmak, konuşmak iyidir evlat. Herkesin en sevdiği rengi savunması, anlatması ve günün sonunda rengârenk bir manzaraya sahip düş dünyası ile yoluna devam etmesi gibi düşünmüşümdür hep. Bilirim, çocukça bir bakış açısı ancak en gerçek dünya çocukların dünyası.
Velhasılıkelam, dişe dokunur bir sonuca varamadık. Her biri tecrübe etmiş, gün görmüş, gününü gecesini başa kadar sürmüş insan kişisi olarak dedim ki onlara; hisse için bazen kıssa gerek. Hele kıssamızı bir dinleyelim, bakalım görelim kimin nasibine pay, kiminkine zay düşe.
Vaktin birinde bir tüccar pazara çıkar. Pazar dediysem nalburların, aktarların, binbir çeşit zerzevatın ortalığa yayıldığı genişçe bir çarşı. İlgisini çeken sergileri bir bir dolaşan tüccar, çanak çömlek satıcısının tezgâhının önünde durur. Gözüne kestirdiği testilerin fiyatını sorar, adam boyu siyah bir küp pek ilgisini çeker ve alıcı olur. Satıcı der; “Olmaz! Bu küp sana gelmez, gel, kara yerine ak vereyim.” İnatlaşır tüccar, ille alacağım, der de başka şey söylemez. Peki, der satıcı, madem öyle sen bilirsin amma de bakalım ne edeceksin bu küpü? Nedir bu ısrarın sebebi? “Gül yağı satarım ben dünyanın dört bir yanına, Hicaz’dan Şam’a, Şam’dan Huş’a. Gül yaprağı koyma niyetindeyim şu kara küpe. En güzel rayihalarımı en gösterişli kapta demlendirmeliyim ki kokusu ömürlük olsun, görenler heybetine vurulsun. Eline bir damla süren bir asır, iki damla süren bin asır ıtır tahtına kurulsun, cihanda namım yürüsün.”
Adam boyu küp sarılır samana ve kağnıya yüklenir. Üç aşağı beş yukarı ederi ödenir, helalleşilir. Bizim tüccarın kafasına takılır ve biraz uzaklaşınca bağırır; “Peki bu küp bana neden yaramaz? De hele insan kişisi.”
Satıcı cevap verir; “Onu da gül yağı koku verince anlarsın!”
Tüccar büyük bir sevinçle döner evine, vakit kaybetmeden envaiçeşit seçme gül yapraklarını doldurur küpe, içine kararınca zeytinyağı. Küp bekler, gül bekler, yağ bekler, tüccar bekler; aradan bir vakit geçer. Ne ıtır kokusu var ne de gül! Küpün rengi karardıkça kararır, ortalığa çirkince bir koku yayılır. Neye uğradığını şaşıran tüccar pazarın yolunu tutar, çömlekçiyi bulur; böyleyken böyle. Nasıl iştir bu, güllerim, yağlarım, emeklerim zay oldu. Satıcı der; “Gülün toprağı aktır, küp ise kara. Yaramaz demiş idim ben sana. Katran ile karıldı küp toprağı, bu kokuyu nasıl bastırsın gül yaprağı?”
Özünde huzur bulasın evlat. Selametle…
*Kutadgu Bilig