Makale

UZUN YOL

UZUN YOL

Zeynep ERDOĞMUŞ

Uçakta oturduğum koltukta bir o yana bir öbür yana dönüyordum. Bulunduğum hâletiruhiyeden uzaklaşmak için gözlerimi kapattım. Hayat ne garip; her zaman heyecanla neşeyle başladığım uçak yolculuğu şimdi göğsümü sıkıştırıyor.
Uçağın penceresinden bakarken geçmişe daldım gittim. Memleketimin sıcak yaz mevsimlerini, ayçiçeği tarlalarında geçen çocukluğumu, Almanya’ya gelme hikâyemizi düşündüm. Babam, yetmişli yılların yurt dışında çalışma furyasından etkilenip işçi bulma kurumuna başvurmuş. Uzun boylu, gür saçlı, güçlü kuvvetli bir genç olan babama hızlıca olumlu cevap geliyor. Evraklarını yaptırıp küçük bir valizle trene binmiş ve Almanya’nın yolunu tutmuş. O yıllarda giden her işçi gibi aklında birkaç yıl çalışıp para biriktirmek ve memlekete geri dönmek var. Ama hayatın akışı planladığı gibi gelişmiyor.
Çalıştığı fabrikada Almancayı çabucak kavraması, gayreti, dürüstlüğü ile çok sevilmiş. Çalışma azmi, verilen her görevi titizlikle yapması sonucu kısa sürede terfi almış. Yoğun çalışma temposuyla geçen üç yılın sonunda çalıştığı otomobil fabrikasının yöneticisi “Aileni getir, buraya yerleş, aylığını artıracağız.” diye teklifte bulunmuş. Zorlu hayat şartları gelen teklifi kabul etmesinde etkili olmuş, çok sayıda Türk ailenin yaşadığı bir mahallede ev tutmuş. Hanımını, iki çocuğunu ve eşyalarını daha rahat getirebilmek için de araba almış.
Annem, gurbetteki babamı evde her daim anardı. Babanız gelince bunu yapacağız, buraya gideceğiz, cümleleri dilinden hiç düşmezdi. Ve nihayet babanız gelince lafı gerçek olmuştu. Babam gurbetten güzel, kırmızı bir araba ile dönmüştü. Evde bayram havası vardı. Trakya’nın bunaltıcı sıcağına rağmen evimizde mutluluk rüzgârı esiyordu. Beş yaşındaki kardeşim İbrahim ve ben o gün şehrin en mutlu çocuklarıydık. Almanya’dan gelen çikolataları yerken hediye paketlerimizi açtık. Babam, hep beraber arabayla Almanya’ya gideceğiz, dedikten sonra benim aklım fikrim bu yolculuk olmuştu. Giderken göreceğimiz ülkeleri sırasıyla sayıyor, kendi yolculuğunu da keyifle anlatıyordu. Yedi yaşında bir çocuktum ve bu kırmızı araba ile yapılacak yolculuk hayali beni çok heyecanlandırmıştı.
Evde büyük bir hazırlık başladı. Tüm eş dost bizi bu göç yolculuğuna hazırlıyordu. Tarhanalar yapıldı, hamurlar kesildi, bulgur, nohut, mercimek paketlendi. Salçalar, turşular kavanozlandı, güneşte kurutulmuş fasulye, biber, patlıcan da babaannemin elleriyle diktiği bez keseye kondu. Dedem de destekledi oğlunun bu kararını. Evimizin koltuklarını örttük, halılarını topladık, perdelerini kapattık. Yazları izne geldiğimizde kendi evimizde kalacaktık. Ev dediğim de; gecekondular arasında, derme çatma, dedemlerin desteği ile yapılmış iki göz odaydı. Annem “Elin evinde bey olmaktansa kendi evinde kul ol.” diyerek yaşadığı şartlara şükrederdi.
Ayrılık vakti gelmişti, eşyaların bir kısmı arabanın üstüne demir çubuklarla yaptırılan tavana, kalanlar ise bagaja yüklendi. Koltuk araları bile eşyayla doluydu. Aklımda bir sürü soru vardı. Yolculuk nasıl geçecekti, kaç gün sürecekti, orada başka insanlarla nasıl anlaşacaktık, okullar nasıldı, yeni arkadaşlar bulabilir miydik? Hepsini merak ediyordum. Gözyaşları eşliğinde vedalaşmalar yapıldı, arabanın arkasından sular döküldü. Babamın bize hissettirdiği güven duygusu ile yola koyulduk. Yolculuk başladığında sessizlik hâkimdi. Annem içli içli ağlıyor, kardeşim ve ben yoldan gözümüzü ayırmıyorduk. Bulgaristan sınır kapısında uzun bir pasaport kuyruğu karşıladı bizi. Sırayı beklerken annemin yol için hazırladığı yiyeceklerden yemeye başlamıştık bile. Gümrük kapısından geçince müthiş bir heyecan sardı. Kardeşim uykuya çoktan teslim olmuştu, benimse kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Yabancı bir ülkenin toprağını görmek farklı hissettirmişti. Babam, önümüzdeki gurbetçilerin araçlarını takip ederek yol alıyordu. Yugoslavya sınır kapısına geldiğimizde artık uzun bir mola zamanıydı. Arabadan indik, bizim gibi mola veren diğer ailelerle tanıştık, kaynaştık. Birbirini hiç tanımayan insanlar birbirlerine kol kanat oluyordu. Aynı dile, aynı dine, aynı ülküye bağlı olmanın önemini çocuk yaşımda anlamıştım. Dinlenme istasyonunun tenha bir köşesine battaniyeyi serdik. Babamla ikimiz dışarıda uyuduk, annem ve kardeşim ise arabada. Sabah olunca yola devam ettik ve sınıra vardık. Yollar biraz karışıktı hatta bir ara yolumuzu kaybettik. Babam arabayı kenara çekti, küçük el çantasından önüne bir kâğıt çıkardı. Bu yolları bilen arkadaşıyla nereden nasıl gidileceğini detaylıca gösteren, krokiye benzer bir harita çizmiş. Tabelaları okudu, haritaya baktı, hangi yoldan gitmesi gerektiğini buldu. Bir kez daha hayran olmuştum babamın öngörüsüne. Doğru yola girmenin mutluluğu ile devam ettik ve Macaristan’ın gümrük kapısına ulaştık. Yine uzun bir geçiş kuyruğu bizi bekliyordu. Babamın, artık yolumuz az kaldı sayılır, Avusturya’yı geçince evimize ulaşacağız cümlesiyle rahatlamıştık. Hepimiz çok yorulmuştuk ve nihayet sabaha karşı evimize ulaştık.
Geldiğimiz bu yabancı ülkeye kısa denilebilecek zamanda uyum sağladık. Mahallemizde Türkçe konuşan birçok çocuk vardı ve hemen arkadaş olduk. Arkama bakarak önümü göremeyeceğimi gurbetin ilk zamanlarında anlamıştım. Diğer ailelerden farklı olarak annem dil öğrenmeye çok hevesliydi ve kısa zamanda da başardı.
Babamın fabrikadaki mesaisi erken başladığından biz de güne erken başlardık. Her sabah kahvaltısını yaparken cebinden köstekli saatini çıkartıp masaya koyar, ona bakarak çayını yudumlardı. Evden çıkarken de tekrar cebine koymayı unutmazdı. Annem dualarla babamı işe uğurlar, kendisi de kısa saat çalıştığı işine gitmek için tren istasyonuna doğru hızlı adımlarla yürürdü. Kardeşimle ben evden en son çıkar ve mahalledeki çocuklarla birlikte okulumuza giderdik.
Biz birbirini dinleyen, kendi içinde çatışması olmayan, küçük, sevgi dolu bir aileydik. Arkadaşlarımın babalarına olan saygıları daha çok korkudandı ama ben babamın basiretine, anneme olan saygısına, çocuklarına gösterdiği ilgisine saygı duyardım. Ailem, yeninin hikâyesini yazmaya çalışıyordu. Yabancı bir memlekette, işçi bir ailenin çocuğu olarak başladığım eğitim hayatında ders notlarım oldukça iyiydi. Bu başarı mühendislik fakültesine girmemi sağladı. Kardeşim İbrahim de benim yolumdan devam etti.
Yaz tatili gelince memlekete gitme heyecanı kaplardı bizi. Doğduğumuz toprağın uzağına düşsek de vatan sevgisi her zaman kalbimizdeydi. Annem uzun sıla yolculukları öncesi itinayla hazırlanırdı. Babama sevdiği pırasalı börek, çocuklarına çikolatalı kek yapardı. İncecik sarmalar yiyecek çantamızın olmazsa olmazıydı. Arabamızla memlekete doğru giderken her yolculuğun ilk konusu Almanya’ya göç ettiğimiz, ilk yolculuk serüvenimizdi. Türk şoförlerin birbirini gözeterek uyuması, annemin her an dua etmesi, pasaport kontrollerindeki heyecanımızı tekrar tekrar konuşmayı çok severdik. Her yıl yaz mevsimlerinde aynı kara yolundan defalarca gittim geldim ama ilk yolculuğun heyecanını asla unutamadım. Babam “Yolların da mekânların da hafızası vardır, mesafeler gurbet insanını terbiye eder.” cümlesini sıkça tekrar eder, yol alırken taşla, ağaçla, toprakla konuşur, “Gidişimize de dönüşümüze de yol verdiniz, Allah razı olsun.” diye devam ederdi. Bazı yıllar babamın fabrikası işçilerine daha az gün izin verirdi. Biz de o zaman uçakla giderdik memlekete ama babam uçak yolculuklarını pek sevmez, içim sıkılıyor bunun içinde, diye söylenirdi. Annemin elini tutarak “Çocuklar uçağın altına bizi koymadan memlekete kendimiz dönelim Ayfer, bu gurbetin sonu yok.” diye hayıflanırdı.
Saatime sıkıntıyla tekrar baktım, simdi yine bir uçak yolculuğundayım. İnişimize bir saatten az zaman var. Can babacığım tabutun içinde, uçağın altında. O korkuyla bahsettiği uçak altında memlekete dönme sohbetleri gerçek olmuştu. İki gün önce çalıştığı fabrikada iş kazası geçirmişti. Eve haber geldiğinde hepimiz hastaneye koştuk ama babamın acı haberi ile yüzleştik. Oysa daha ne hayalleri vardı… Emekli olunca memlekete kesin dönüş yapacak, yeni aldığı verandalı evin her köşesine asma fideleri dikecekti. Anneme “Ayfer Hanım, artık kendi asmanın yaprağından yaparsın sarmalarını.” diye takılırdı. Küçük bir bahçede, memleketinin güneşinin sıcağında domates, biber yetiştirecekti. Bu hayallere yüzünde kocaman bir gülümseme ile eşlik ederdi annem. Onların arasındaki sevgi, muhabbet dalga dalga hayatımızın her köşesinde hissedilirdi.
Hayat, payımızdaki acıyı hepimize üleştirmişti. Yan koltukta oturan anneme baktım, yüzüne ölümün kederi çökmüştü. Elinde tespih, gözünde yaşla yine dudakları kıpır kıpırdı. Çocukluğumun kahramanı babacığım olmadan Almanya’da nasıl yaşanır bilmiyorum. Uzun yolculukların hoş sohbetleri nasıl başlar bilmiyorum. Hayat neydi acaba? İki nefes arasındaki kısa bir an mıydı ya da günlük koşturmanın sonunda çay eşliğindeki sohbet miydi? Galiba hayat çocuklarına bıraktığın güzel hatıralardı, memleket yollarında yaşanan maceralardı. Ama en önemlisi kalpte bırakılan izdi. Türkülere çok meraklıydı babam; gurbet insanı ozan yapar, derdi. Hatta bir saz bile almış, kendi kendine çalmayı öğrenmişti. Bazen o çalar, biz söylerdik.
Uçağın tekerleri piste değdi, yolcularda hareketlilik başladı. Hayatın garip bir cilvesiydi: Ayçiçeği tarlalarının sarı gelinler gibi süzüldüğü, sıcak bir yaz mevsiminde başlamıştı Almanya maceramız. Şimdi ise cenaze arabasının ön kısmında otururken yolun sağlı sollu taraflarında gerdanlık gibi dizilen ayçiçeği tarlalarının arasından geçiyoruz. Ne çok severdin Trakya’nın dağlarını, ovalarını. Bir ağustos ayında göç ettiğimiz Almanya’dan yine bir ağustos ayında bambaşka bir yolculukla dönüyorduk. Hayat hayal etmekti ve sen bize hep hayallerinden bahsederdin. Şimdi hepimiz yarıda kaldık. Cebimdeki köstekli saatten güç almaya çalışarak usulca annemin koluna girdim. Babamın varlığından yokluğunun uçurumuna düşmüştük. Yavaş adımlarla yeni aldığımız evimize doğru yürüyor, sıcak bir meltem eserken annem usulca, “Ahh Ali, ahh Ali, böyle mi olacaktı dönüşümüz.” diyordu.