Makale

BİR EMANETİ SONSUZLUĞA UĞURLAMAK

BİR EMANETİ SONSUZLUĞA UĞURLAMAK

Dr. Tuba Kevser ŞAHİN
Eskişehir Odunpazarı Vaizi

Benim dedem imamdı, anneannem ise bulunduğumuz bölgenin gönüllü kadın hocasıydı. Hayatlarını Kur’an’a, öğrenci yetiştirmeye ve halka hizmete adamışlardı. Yaz tatillerimi genelde onların yanında geçirirdim. Bazen sabah namazında bir vefat haberi gelirdi; hocaannem hızla hazırlanır ve merhumeyi yıkamak için yola koyulurdu. Döndüğünde ise o kişi için dua etmeye devam ederdi. Ölüm, her birimizi bir şekilde yakalayan, kaçınılmaz bir gerçek. Günün birinde hocaannem de vefat etti. Bu kez onu Rabbine kavuşmaya hazırlayanlar kızları, gelinleri ve 17 yaşındaki torunu olan bendim.
Sonrasında İlahiyat Fakültesinden mezun oldum ve Diyanet İşleri Başkanlığında görev yapmaya başladım. İşlediğim ilmihal derslerinde ölüm konusunu hep çok önemsedim. Vakti her geldiğinde ne kadar önemli ve ulvi bir görev olduğunu öğrencilerimle paylaşarak detaylı bir şekilde anlatmaya çalıştım. Çünkü bu vazife, öncelikle en yakınlarımızın görevi olmalıydı. Yıllar sonra müftüm, “Hoca Hanım, fahri hocalarımıza cenaze hizmetleri kursu verebilir misiniz?” diye sordu. Konunun zorluğunu biliyordum ve o dönemde hamile olmam sebebiyle bu görev bana daha da ağır gelmişti; yine de kabul ettim. Bir ay boyunca fıkıh ve hadis kitaplarını inceledim, eğitimi hem fıkhî hem de manevi bir temele dayandırmaya özen gösterdim. Cenaze hizmetlerini hiçbir zaman sadece teknik bir iş olarak görmedim; bir dizide de belirtildiği gibi “her bir cenazeyi, bir emaneti ahiret yurduna hazırlamak” olarak kabul ettim. Hatta kursta bir hastanenin kadın gassalini davet ederek kursiyerlerle buluşturduk; bu görevi onun gözünden görmelerini istedim. Zaten gassalin gözlerinde, yılların tecrübesiyle yoğrulmuş derin bir hikmet vardı; yanımıza gelip tek kelime etmeden sükût etse dahi bunu hissedebilirdik.
Sonrasında yolum Fransa’ya düştü. Göreve başladığımda ataşemiz, “Hoca Hanım, burada hanım cenazelerinde sıkıntılar yaşıyoruz. Hanımlara bunun eğitimini verseniz olur mu?” dedi. Daha yeni bu eğitimi vermiş biri olarak bu teklifi hemen kabul ettim. İçeriği yeniden düzenleyerek kurslara başladık. Gelen talepler doğrultusunda, merkezde ve farklı bölgelerde belki 350-400 kadınla bir araya geldik. İlk kursumuzu tamamladığımızda, bir hanım kardeşimizin hasta olduğunu öğrendik ve ziyaretine gittik. Ayrıldıktan sonra, okunan Kur’an’ın kendisine çok iyi geldiğini söylemiş. Biz de bir hafta sonra tekrar ziyaretine gidelim, dedik. Ramazan ayıydı, mukabeleden çıkıp bir grup hanımla hastaneye gittik. Hastane bahçesinde “Annem!” diyerek ağlayan iki genç kız gördük. Çok etkilendik ama konduramadık. Odasına yaklaştığımızda, kapıda bir grup akrabası vardı. Hepsi üzgün ve ağlamaklıydı. O an, genç kızların ağladığı kişinin ziyaret etmek üzere yola çıktığımız hanım kardeşimiz olduğunu öğrendik. Meğer biz gelmeden yarım saat önce teslim etmiş ruhunu Rahmet-i Rahman’a. Artık görevimiz, ailesini teskin etmek ve kardeşimize son vazifemizi yerine getirmekti. Yıllar sonra, bir sabah vakti tıpkı hocaannem gibi, birine karşı son vazifemi yapmak üzere yola çıktım. Yanımda hoca arkadaşlarımızdan biri vardı. Çünkü böyle bir vazife, tek bir gönlün taşıması için oldukça ağırdı.
Yıllar boyunca pek çok kardeşimiz bize emanet edildi. Kimileri hastalık sürecinde tanıdıklarımız, kimileri de vefat sebebiyle karşılaştıklarımızdı. Bir teyzemizi yıkarken yakınları, “Hocam, annemiz sizin sohbetlerinize katılmayı çok isterdi ama nasip olmamıştı. Demek tanışmanız bugüneymiş.” dedi. Annesini küçük yaşta kaybeden çocukları, anneleriyle son defa buluşturduğumuz anlarda hep birlikte gözyaşı döktüğümüz çok zaman oldu. O gençler, sonrasında bize annelerinin emaneti oldu. Annelerini sevgiyle öpe koklaya yıkayan evlatlara da şahit oldu bu gözler, annesinin cenazesinin yanında duramayanlara da. Bu görevle yalnızca vefat eden kardeşlerimizi değil, onların ailelerini de emanet bildik kendimize. Bu vazife için her yola çıkışımızda yüreğimizde bir burukluk hissederdik, ancak görevimizi tamamladığımızda içimizi tarifsiz bir huzur kaplardı. Çünkü her emanet, bir bağ demekti ve hiçbiri bize rastgele teslim edilmemişti.
Bir gün telefonum çaldı. Bu kez arayan ataşemizdi. “Hoca Hanım, bir gelir misiniz? Görüşmemiz lazım.” dediğinde sesindeki tedirginliği hissetmiştim. Odasında, temkinli cümlelerle bir adli vaka olduğunu ve bu emaneti yalnızca bizim teslim alabileceğimizi söyledi. O an gözlerim doldu. Günlerdir haberlerini okumaktan bile kaçındığım genç bir kadına son vazifeyi yerine getirmek bize düşmüştü. Görev zordu, ama Mevla’mın emaneti başımızın tacıydı. O genç kardeşimize karşı son vazifemizi yerine getirirken bize teslim edildiği andan görevimiz bitene değin hocalarımla birlikte sürekli dua ettik. Oradan ayrılırken, Allah’ın bu emaneti bize yüklemesinin bir hikmeti olduğuna inanarak sessizce yolumuza devam ettik.
Kendi hikâyemden çok şey öğrendim; her emanetin, her vedanın insana bambaşka bir derinlik kattığını fark ettim. O anlar, bana sadece bu dünyadaki sorumluluklarımızı değil, ahirete dair hazırlıklarımızı da hatırlattı. Belki de bu yüzden, her görevde sadece vefat edenlere değil, kendi nefsime de dokunan bir uyarı hissettim. Çünkü hayat, bir gün başkalarının bizi Rabbimize hazırlayacağı bir sonu mutlaka barındırıyordu.
Ne zaman, nerede, nasıl olacağının cevabını bilmemek bir yandan bir teslimiyetin, diğer yandan derin bir tefekkürün kapısını araladı. Belki de önemli olan, arkamızda kalacak hayır ve duaları düşünmekti. Her emanet bir bağ kuruyorsa, kendi emanetimizi taşıyan yüreklere de bir rahmet izi bırakmak asıl gayemiz olmalıydı. Düşündükçe şunu anladım: En büyük hazırlık, kendimizi o güne layık bir kul olarak yetiştirebilmekti.