Azizin
Yolu
Zeynep KAYSERİ UZUN
Sızıyı gideren su.
Suyun sızladığını kimseler bilmez.
İsmet Özel
Bir umudun teline takılır, kıvrım kıvrım akar su. Toprağın kuru vicdanını yumuşatır, can olur dağa taşa, yeşile, kuşa. Heybetli dağların dolu bağrından serin serin akar su. Şırıltısıyla süsler ahlat ağaçlarına giden yolu. Sabahın erken saatlerinde ormanı süsleyen senfonisini dinlemek nasıl da huzur vericidir. Ahenkli bir dansla yol alırken hiç hızlanmaz, yavaşlamaz ve öylece akar, akar. Her damlasında, birbirini kucaklayan, birbirine karışan farklı bir melodiyi takip eder.
Suyu coşkun hâle getiren nehirlerin akışı, bir hayatın anlatısına benzer. Buradaki su, bir mürekkep gibi yaşanmışlıkların hikâyesini yazar. Bir çocuğun neşesini, bir kadının gözyaşını, belki de bir çobanın yanık kaval sesini fısıldar ince ince. O hep ileriye doğru aksa da geçmişin izlerini taşır. Oluştayken evren bir şeyler kaybolur, bir şeyler yeniden doğar. Bahar suyla gelir; yaz suyla büyür. Sudur cana ve toprağa sükûnet veren. Gökyüzünün mavisini arındıran da yine odur. Her zaman taze ve yeniden doğandır. Devinimdir çoğu zaman, bazense durandır su. Deniz kenarında veya bir göletin sakin sularına çarşaf gibi serilir. Durarak da var olabilmenin, durduğu yeri bilmenin güçlü bir simgesidir. İç hesaplaşmasının, derin düşüncelerin ve hislerin yansımasıdır. Huzur verici bir tonda teselli eder dertli olanı. Gün, yerini geceye bıraktığındaysa ürkütücü bir dille konuşur. Ay, yüzeyinde şimşek gibi parlarken hazin bir sırrı fısıldar; hem çok sessiz hem de tüm evrene yayılacak şekilde. Her gece, bir parça daha derinleşir, her damla bir hayatın belli belirsiz izini taşır.
Hayatımızın tüm anını kucaklayan su, Türk-İslam tasavvufunda yalnızca fiziksel bir varlık değil, aynı zamanda manevi temizliğin, ruhsal arınmanın ve ilahi aşkın bir simgesine dönüşür. Kur’an-ı Kerim’de suyun hayat kaynağı olarak belirtilmesi, tasavvufun ona yüklediği anlamları daha da derinleştirir. Furkan suresinde “Biz, ölü toprağa can vermek, yarattığımız nice hayvanlara ve nice insanlara su vermek için gökten tertemiz su indirdik.” diyerek Yüce Allah onun azizliğine işaret eder. Mevlevihanelerde şadırvanların zarif çağlayışı, semanın sessiz ve içsel ahengine karışan bir nağme gibi yankılanır. Dervişler, su gibi akışkan bir teslimiyetle Hakk’a doğru dönerler. Su, onların nefislerini terk edip aşkın sonsuz denizine karışmalarına eşlik eden gizli bir mürşittir.
Su, tasavvuf yolunun yolcuları için yalnızca bir akış değil, sabrın ve teslimiyetin de öğretmenidir aynı zamanda. Onun çağlayan sesinde, ilahi aşkın gizli mırıltısı duyulur; her damlasında aşk ile yanan gönüllerin vuslata susamışlığı saklıdır.
Tarihî perspektiften bakıldığındaysa medeniyet havzalarının suyun etrafında şekillendiği görülür. Nil, Dicle ve Fırat… Nice uygarlıkların tarihini yazmıştır. Üç kadim nehir, üç hayat taşıyıcısı, üç büyük medeniyetin beşiği. Güneşin altında billur damlalar gibi parlayan bu sular, insanoğlunun ilk şehirlerini, ilk dualarını, ilk umutlarını besleyen kutsal damarlar olmuştur. Nil, Afrika’nın bağrından doğup firavunların gölgesinde sessiz bir bilge gibi akar, taşkınlarıyla toprakları besler, kurak kumları bereketli vaha kılar. Dicle, asi bir derviş gibi coşkulu, kıyılarına hükmeden hükümdarlara bile boyun eğmeyen bir sükûnetle akar. Fırat ise yumuşak ama derin, sessiz ama kudretli… İki kardeş gibi birbirine kavuşarak Mezopotamya’nın bereketli topraklarına hayat üfler. Bu iki nehrin kıyısında, Sümer tabletleri kazınır, Babil kuleleri yükselir, Asur sarayları süslenir. Tarihin kalemi, bu suların serinliğinde ıslanır. Zigguratların gölgesi nehre düşerken uygarlığın ilk harfleri taş levhalara işlenir. Nil, Dicle ve Fırat, yalnızca coğrafyanın değil insanlığın da alın yazısını belirlemiştir. Onların etrafında şehirler doğmuş, alfabeler şekillenmiş, ordular yürümüş, aşklar filizlenmiş, ilahiler yükselmiştir. Bir su kenarında kurulan medeniyet, nehrin akışı gibi sonsuzluk vaadi taşır. Ve her çağ, her insan ve her hikâye sonunda suya döner. Çünkü su, varoluşun aynasıdır. Ve bu üç nehir, insanoğlunun aynadaki en eski suretidir.
Zaman, insanın suyu yalnızca bir yaşam kaynağı olarak değil bir simge, bir arınma, bir yeniden doğuş olarak görmesini de sağlamıştır. Mitolojilerde su, temizliğin ve dirilişin mührüdür; nehirlerde günahlarını yıkayanlar, okyanusların derinliklerinde varoluşun sırlarını arayanlar, göletlerin yüzeyinde geçmişin yansımalarını görenler... Her su kütlesi, bir çağın, bir medeniyetin hafızasını saklayan derin bir ayna olmuştur.
Su, medeniyetler için sadece bir armağan değil bazen de bir mücadele demektir. Akarsular, denizler bazen insanları birbirine bağlayan bir yol bazen de ayıran bir sınır olmuştur. Savaşlar yalnızca toprak uğruna değil, su yollarının hâkimiyeti için de verilmiştir. Nehirler, krallıkları birbirinden ayıran doğal duvarlar olurken, denizler tüccarların ve kâşiflerin yollarını açmıştır. Her su yolu, uygarlığın hafızasına kazınmış bir hatırlatma; bir zaferin, bir kaybın, bir umudun yankısı olmuştur. Sonunda su, insanın en sadık dostu, bazen en büyük düşmanı, en derin sırrı ve en eski öğretmeni olarak nam salmıştır.
İslam kültüründe su, bir medeniyetin ruhu, bir inancın özü, bir hayatın mirasıdır. Bîrûnî, bir damlanın içinde kâinatın yasalarını görmüştür. Denizlerin dalgalarındaki ölçüyü, suyun kaldırma kuvvetindeki dengeyi çözmüş, suyun evrenin diliyle konuşan bir bilge olduğunu fark etmiştir. Türk kültüründe su yalnızca susuzluğu gideren bir kaynak değil özünde bir arayıştır. Ve bu arayış, çeşmelerde hayat bulur. Çeşme, bir damla suyun bin yıl süren bir dua gibi yankılandığı bir yapıdır. Bir halkın suya duyduğu sevginin, estetik anlayışının ve manevi arayışının taşla ve mermerle vücut bulmuş hâlidir. Osmanlıdan günümüze çeşmeler yalnızca susuzluğu gidermez; aynı zamanda insanları bir araya getirir, sohbetlere, hatıralara ve dualara ev sahipliği yapar. Her çeşme, sadece bir su kaynağı değil birer buluşma noktası, hayır durağı, anı mekânıdır. Çeşme başında içilen bir yudum su, yalnızca bedeni değil ruhu da ferahlatır. İnsanlar burada gündelik hayatın telaşını bırakır, bir an için suyun akışına kulak verirler. Çeşmenin başında buluşanlar onun aynasında birbirlerini görür, merhameti, paylaşmayı, şükrü hatırlarlar. Osmanlı medeniyetinde çeşmeler, suyun sadaka olarak paylaşıldığı, ruhu arındıran bir şefkat nişanesi olarak inşa edilmiştir. Bir çeşme inşa eden kişi, Allah’ın rahmetine kavuşmayı umut eder, ismini suyun çağlayan sesiyle yüzyıllar sonrasına taşır. Taş kitabelerine işlenen isimler, akan suyla beraber bir dua gibi yankılanır; her damlası bir sevap, bir hayır, bir gönül duasına dönüşür.
Ve suyun en kutsalı... Zemzem. Hacı adayları, Kâbe’ye vardıklarında ilk olarak bu mukaddes suyu içer, bedenlerini ve ruhlarını aynı anda doyururlar. Zemzem, sadece fiziki bir içecek değil bir dua, bir şifa, bir arınmadır. Hac yolundan dönenler, bu kutsal suyu yanlarında taşır ve sevdiklerine sunarlar. Çünkü zemzem, yalnızca Mekke’nin toprağından doğan bir su değildir; o, bir hatıradır, bir niyettir, bir medeniyetin geçmişten geleceğe taşıdığı emanet gibidir.
Son olarak, bazı sözler taşlara kazınır; yüzyıllar boyunca dimdik ayakta kalır. Bazıları kâğıtlara dökülür; rüzgârın hafif dokunuşuyla savrulup gider. Ve bazıları da suya yazılır… Silinmeye mahkûm, yok olmaya yazgılı ama bir o kadar da derin ve anlamlı. İslam düşüncesinde suya yazı yazmak tabiri meşhurdur; fâniliği, geçiciliği ve dünyanın gelip geçici olduğunu anlatan güçlü bir metafordur. Tıpkı Mevlana’nın dediği gibi: “Biz bu dünyaya kalmaya değil, göçmeye geldik. Suya yazı yazanlardanız.” Su, bir ayna gibidir. İçine yazılan her harfi okur ama tutmaz. An gelir, bir âşığın duası gibi dağılıp gider. An gelir, bir bilgenin sessiz tefekkürü gibi derinlere gömülür. Suya yazılan kelimeler, insanın dünya üzerindeki izine benzer: Gelir, görünür, kaybolur. Şairin dediği gibi “Su gibi çoğalıyorum, su gibi tükeniyorum.”