NEDEN DİYE SORMASIN KİMSE BANA
Merve YURTSEVER
Bu kaçıncı okuyuşun hanım, bırak artık şu mektubu elinden diyen Hayri Bey sahte bir kızgınlığa bürünmüştü. Kendisi de yıpranmaya yüz tutmuş kâğıt parçasının her satırını battaniye altında ezberlediği için sahici öfke barındıramıyordu. Biliyordu ki oğlunun son kez elinin değdiği tesellisiyle sarılıyordu kadıncağız mektuba. Kadınların işi daha kolay tabii. Duygusal olmak onlara atfedilmiş. Ağlamak, hüzünlenmek kadına yaraşır iş. Ulu orta rahatça ağlar, içlerinde ne varsa dökerler. Kimse de yadırgamaz. Erkekler öyle mi? Dağ gibi olmalı, üstüne yağan yağmuru yutmalı. Dağdan eteklerine bir damla düşmemeli. Kolay mı insan için dağ gibi durmak? Kolay değildi ama elden ne gelir, insan olsan da erkektin nihayetinde. Bir nevi mecburiyet işte. Böyle gelmiş böyle giderlere boyun eğdi Hayri Bey. Daima dik durmaya alışkın ruhu, eğildiğini göstermemek için evden dışarı da adım attırmadı ona.
Bir yıl oldu oğulları Mehmet gideli. Anlam veremediler ya anlam aramaya da korktular. Sanki kelimeler canlanıp düşüncelerini tokatlayacaktı. Hâlâ öğrenemediniz mi? Hiç mi ders almadınız, deyiverecekti ellerindeki kâğıt parçası. Üstüne basa basa yazmamış mıydı Mehmetleri? “Neden diye sormayın bana.” Düşünmediler nedenini. Bu gidişin önünü ardını da birbirleriyle konuşmadı yaşlı çift. Okudukları satırların sonunda sessiz bir anlaşma yapmış gibiydiler. Çöktü ikisi birden koltuğa. O gün bugündür evden dışarı çıkacak dermanı da olmadı bacaklarının. İki ihtiyar ruh, ahitleşmiş gibi mahcup pişmanlıklara büründü. O kara gün analarının mezarına gitmek istemeselerdi yahut başı ağrıdığı için gelmek istemeyen Mehmet’i “hayırsız” diye suçlamak yerine şifa olma isteğiyle yanında kalsalardı, gidemezdi belki de. En azından anası kalsaydı. Kıyamazdı Mehmet anasına. Avuntu işte onların içindeki, besbelli kıymıştı.
“Bir yol kenarında karşılaşırsak,” diyordu mektubunda oğulları. Dört duvar arasında hangi yolda rastlaşacaklardı ki? Bu yaştan sonra seyyah olacak hâlleri yoktu. Onun yolu çıkar mıydı artık bu evin kapısına? Çıksalar şimdi sokağa, oğullarının kaçtığı sorudan kaçabilecekler miydi? Ne gezer... Yılların Hayri Efendi’sinin sesi bile eskimişken artık kimi susturabilirdi? Nedenler sorgulanmadıkça koca bir boşluk oturuyordu hayatlarının ortasında. Geri adım atsalar küçülmüyor, içine dalsalar yok olmuyordu. Koca bir obruk çöreklenmiş ruhlarıyla kaldılar bir başlarına.
Yaş almış, baş olmuş sayıyorlardı kendilerini. Çarkın döndüğünü, devrin değiştiğini kavrayamamışlardı. Kendi büyüklerinden ne gördülerse onu yapmayı marifet bilmiş, her şeyi layığıyla yerine getirmenin gururunu giyinmiş, dimdik yürümüşlerdi. Mehmet okumak istemişti. Avukat olma isteğindeki nedenleri hiçbirini tatmin etmemişti. Köy yerinde kim ne etsin avukatı. Şehir köye arabayla on beş dakika olsa da dışarısı sayılırdı. Okuyacaksan doktor ol da faydan dokunsun köylüne demişlerdi. Hakikatli çocuktu Mehmet herkesçe ki söz dinlemişti. Tıp fakültesi okumaya gidiyorum deyip hukuk fakültesinde okuduğunu kimseler bilmemişti.
Okul bitti. Köylü, Mehmet’in vefasını dört gözle bekler oldu. Kaçışı yoktu ya, varışı nasıl olacaktı, bilmeden döndü Mehmet köye. Diplomayı almanın zamanı var, dedi. Öyle hemencecik verilmez, dedi. Diplomasız hasta bakmam yasak, dedi. Dinlemeyip fazlaca söyleneni, bak tutuklarlar bizi, diyerek ürkütmeyi denedi. Günler geçti. Bahaneler tükendi. Nedenlerin içinde nefessiz kaldı Mehmet. Bir nefeslik hayat için kaçtı.
Yine de vefalıydı kendince. Köylüye değilse de anne babasına. İlkokul arkadaşı Remzi ile anlaştı. Bilirdi o, sır tutardı. Her gün uğradı Hayri Beylere Remzi. Ne ihtiyaçları varsa gördü. Beş kuruş almayı bırak, on kuruş masaya bırakmadan evden çıkmadı. Hayri Beyler, neden, diyemediler. Dillerine haramdı o kelime. Bunca hizmete gönülleri de razı gelmedi. Bir gün dayanamadı yaşlı adam. Oğlum sen bakkalın yanında çalışıp nasıl bu kadar kazanıyorsun? Çoluğunun çocuğunun rızkını bize yedirmene razı değiliz, yeter! deyiverdi. İçinden bir ürperti geçti. Nedeni, nasıla çevirmişti. Remzi ser verdi sır vermedi. Mehmet’in her gün aradığını hiçbiri bilmedi. Ölüp gitsek cenazemizden bihaber olacak diye sızlanan Fadime Nine, takatim kalmadı bey, sen oku son kez Mehmet’imin kelamını, dedi. Son arzusu gibi geldiğinden tereddütsüz okudu Hayri Bey ezberindeki satırları.
Neden diye sormasın kimse bana. Nedenleri düşünmekten o kadar yoruldum ki... Nedenleri araştırmaktan, sizlere verecek bir cevap bulmaya çalışmaktan çıkışları göremedim belki de. Yol hep vardır. “Neden bu yola saptım?”lara takılıp kalmasaydım farklı bir sapak gözüme çarpardı elbet. Ne olur yeter artık. Neden diye sormasın kimse bana.
İnsanları memnun edecek cevapları bulmaya çalışmaktan gerçekleri de göremez oldum. Dersimi alamadım. Derdime yandım da kaldım. Kıpırtısız umutlar avutmadı beni. Avunmuş numarasında belki dağılırlar, dağılırsınız sandım. Biriniz gitti, diğeriniz koştu. Yalnız kalmayı hak edemedim. Gönlümce yaşamayı hak edemedim. Yanılmanın hakkından gelemedim.
Gidiyorum şimdi. Sessiz sedasız bir aralık bulmuşken kendim için gidiyorum. Bir daha böyle bir boşluğa düşer misiniz bilmediğimden, kendime düşünme fırsatı vermeden gidiyorum. Ne olur neden diye sormayın bana. Olur da bir gün bir yol kenarında rastlaşırsak, olur ya çekilirse kaderimiz aynı yollara, anam babamsınız sonuçta ama ne olur durdurmayın beni. Koşar sarılırım belki. Ya da uzaklaşırım, bilmiyorum. Yine de siz neden diye sormayın bana. Bir şeyin de nedenini sormayın artık...
Ben nedensiz yaşamak istiyorum. Ben nedensiz yaşamaya gidiyorum.
Kapı açıldı. Remzi’dir diye ikisinin de başı o yana dönmedi. Sessizlik Fadime Nine’nin gözünü açtırdı. İç çekti Fadime Nine, gülümsedi. Baksana bey, Azrail, Mehmet kılığında canımı almaya gelmiş, dedi. Hoş gelmişti... İki gündür hasta yatıyordu anası. Dün arayamayışına bağlamıştı vicdanı bir an. Sadece bir an. Sonra silkeledi düşüncelerini. Onlar aradığını zaten bilmiyorlardı ki. Remzi’ye biraz daha fazla para gönderdi doktora götürsün diye ya ne mümkün... İnsan yaşlandıkça daha inatçı oluyor ki ikna edemediler Fadime Nine’yi. Remzi’nin de işi başından aşkın. Akıl edemedi eve doktor getirmeyi. Durumu arkadaşına bildiren bir mesaj atmakla yetindi. Okuduğu mesajla annesinin dilinden düşmeyen duası düştü aklına. “Üç gün yatak, dördüncü gün toprak nasip et Allah’ım.” Annesinin duasını fısıldayan sesi getirdi Mehmet’i geri. Mehmet’e Azrail diye kucak açtı anası. Kokusunda soluklarını bıraktı. Mehmet döndü... Fadime döndüğünü anlamadı. Hayri, hanımından sonra Mehmet’e değil mektuba sarılarak son nefeslerini bırakmaya yol aldı. Onu fark eden Remzi, anasına sarılı Mehmet’e hastaneye gidiyoruz, diyerek babasını şehre yetiştirdi. Mehmet kaldı. Fadime ile Hayri yol aldı. Kimse neden diye sormadı.
Bir vakit sonra kalktı Mehmet. Hastaneye ulaştı. Doktorun, başınız sağ olsun, dediği zamana rast geldi varışı. Merdivenlerin karşısındaki oturaklara çöktü. Merdivenlere baktı kaldı. Usulca yanına oturan Remzi’ye “Basamakların sağ tarafı aşınmış.” dedi. Anlamadı arkadaşı. “Baksana, bildiğin beton ezilmiş. Mavi çizgilerin rengi de aynı tarafta solmuş. Çıkarken umudun hafifliği var demek ki insanlarda. İnişler hep ağır. Kırılmış umutlar ruha baskı yapmış belli ki. Hayatın her adımı da öyle değil mi be Remzi? Yükseldikçe daha çok nefes alacağını sanıyor insan. Gittikçe feraha kavuşacağını. Oysa her çıkış bir inişe gebe. Her gidiş bir dönüşe... İnerken soluklar daralıyor. Dönerken boğuluyor insan. Soğuyor insan Remzi. Öyle yavaş yavaş, fark etmeden. Donuk mimikler takınıyor çoğu zaman, yenilişi belli etmemek için. Gülmek de bir maske olurdu elbet ya, o güç kaç babayiğide kısmet... Aşınıyor insan Remzi. Bak tıpkı basamaklar gibi. Aslında neye çabalarsın ki be adam, desene bana. Ezelden ebede aynı döngü. Bilindik sonlar bilindik hikâyeler. Olur da belki döner kader ümidiyle çıkıyor basamakları insan işte. Gidiyor.”
Aslında kendiyle konuşma ihtiyacını anlayan Remzi sessizce kalktı yanından. O, arkadaşının gidişini fark etmedi bile. Mehmet kaldı. Fadime ile Hayri yol aldı. Kimse neden diye sormadı.