RUH DÜNYAMIZIN SIĞINAĞI YUVALARIMIZ…
Betül KARAPINAR
Psikolog
“Yuva”, içini ancak kendi çocukluk heybemizin anılarıyla doldurduğumuzda anlam bulacağına inandığımız, ismi geçtiğinde istemsiz içimizin ısındığı, ana kucağına kaynaklık eden, kelimesi kısa ve fakat kişiye has anlam derinliği uzun bir kavram.
Yuva kavramı o kadar içimizde, o kadar sıcak imgelere sahip ki “genellikle ailenin barındığı ev, aile ocağı” tanımlarına sığamamış. Belki de o nedenle şarkılar, türküler, atasözleri hep “yuva” üstüne kurgulanmış. Kimsesizliğe yalnızlığa, “yuvasız kuşlar gibi” derken garip sahipsiz hâllerde, “Garip kuşun yuvasını Allah yapar.” sözüne sığınılmış. Düşünce dünyasında da çocukluğun bu en müstesna mekânı unutulmamış, kimi yazarlar, “Özgürleşmek için yuvadan uçmak, özgür olmak içinse yuvaya geri dönmek gerekir.” derken kimi yazarlar, “İçinde yemek kokusu olan yer yuvadır.” demiş. “Anavatanımız çocukluğumuzdur.” diyerek yuvayı “zamanı gelince uçmamız gereken ana kara”ya benzetenler de olmuş.
En genel hâliyle insanın yuvası, anlaşıldığı yerdir, sığınağıdır diyebiliriz. Yuva evdir diyemeyiz zira evden daha fazladır ve evlerin “yuva” olabilmesi ne evin büyüklüğü ne eşyanın uyumu ne de şekli şemaliyle ilgilidir. Yuva koşulsuz sevgi, güven, sıcaklık, masumiyet, çocukluk anıları, muhabbet hatta kavga fakat hepsinden öte geçmişimiz ve o geçmişin ışığında kendimize de oluşturmaya çalıştığımız geleceğimizdir. Yuvanın olmazsa olmaz aktörleri elbette aile ve onu meydana getiren üyelerdir. Bu bazen içinde büyüklerin olduğu kalabalık aileler, bazense bizim için daha tanıdık olan çekirdek ailedir. Burada yaşadığımız ve benliğimizde silinmez izlerini taşıdığımız yuvamız ya öz güvenimizin, öz şefkatimizin müsebbibi ya da ömrümüzce taşıyacağımız travmatik yaralarımızın failidir.
Belki de o nedenle Tolstoy Anna Karenina kitabının açılış cümlesinde, “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, mutsuz ailelerin mutsuzluğuysa kendine özgüdür.” der.
Çocuklukta yuvamızda yaşadığımız duygusal travmalar, ilerleyen dönemde duygusal yaşantımızı şekillendirdiği gibi bedensel sağlığımızı ve hâliyle yaşam kalitemizi de etkiler. Ailede sürekli yaşanılan kavgaların, ebeveyn kaybı (beklenmedik bir ölüm veya boşanmayla yaşanan ayrılık), zihinsel olarak sağlıksız, ruh hâlleri aşırı değişken, tutarsız, hırslı, pasif, aşırı eleştirel veya bağımlı bir ebeveynin, çocukluğu nasıl kesintiye uğrattığını, çocuğun beyninde nasıl kalıcı ve görünür parmak izleri bıraktığını artık bilimsel olarak bilebiliyoruz. Erken yaşlarda yaşanılan stres beyinde, bağışıklık sisteminin değişikliklerine neden olur. Strese verilen tepkiler anlamsızlaşır; ya hiç tepki verilemez ya da çok şiddetli tepki verilir ve frenlenemez. Beyni gelişim aşamasındaki bir çocuk, sürekli olarak “savaş ya da kaç” durumuna maruz bırakılırsa kronik stres nedeniyle stres tepkisini düzenleyen genler devre dışı kalır. Bu da beynin yaşamın geri kalanında tepkilerini düzgün bir şekilde düzenleyebilmesini engeller. Çoğu zaman gerçek tehlikeyle, algıladığı stres arasında ayrım yapamaz ve alanına giren her stresli olay bağışıklık sisteminin olağanüstü duruma geçmesi, sinyallerin çokluğu, adrenalinin tavan yapması, bizi rahatlatan genlerin hizmet dışı kalması demektir. Bunun tersinde ise travmatik çocukluk stresi yaşamadan yetişkinliğe ulaşan birey, aynı stres yükleyiciyle karşılaşabilir ve aynı kortizol artışını yaşayabilir, ancak bu stres yükleyici geçtikten sonra, hızlı bir şekilde dinlenme ve rahatlama durumuna geri döner.
Büyüdüğü evde, yuvasında yeterli ve sağlıklı ebeveyn ilişkisi kurulamamasından dolayı duygusal bağdan yoksun bir çocuk, çocukluğunu geride bırakmak, hızlı büyümek, kendine yetebilmek için çabalar, yetişkin olmayı dört gözle bekler çünkü yetişkinliğin özgürlük ve aidiyet imkânı sunduğuna inanır. İlişkilerinde sömürülmeye tolerans gösterebilir nitekim yuvasında aile üyeleriyle bağ kurmak adına bunu zaten hep yapmıştır. Ve verdiğinden daha fazlasını isteyen bir işte çalışmaya devam edebilir, çünkü başkalarının gereksinmelerine öncelik vermenin kabul görmek için gerekli olduğuna çok küçük yaşta inanmıştır. Genelde yaşantısında duygusal yalnızlığa razı olur çünkü bu durum ona normal gelir. Başka kişilerin kendisine destek olmasını veya ilgi göstermesini beklemek yerine, kendisi yardım etme rolünü üstlenebilir ve herkesi kendi duygusal gereksinimlerinin az olduğuna ikna edebilir. Maalesef böyle bir durum daha büyük bir yalnızlığa neden olur çünkü en derin ihtiyaçları örtbas etmeye çalışmak, diğer kişilerle gerçek ilişkiler kurmanızı engeller.
Ebeveyn sevgisi yaşam için bir nimettir. Olduğumuz hâlimizle sevildiğimizi, görüldüğümüzü hissetmek ve olmayı umduğumuz kişi olabilmek için destek görmek, hayatımız boyunca zihinsel ve fiziksel olarak ileriye dönük faydalarını göreceğimiz bir zenginliktir. Bunun tersi yaşanan durumlarda ise sürekli büyüdüğümüz yuvayı ve ailemizi suçlamak, onları değiştirmeye çalışmak kendimizi iyileştirme yolunda bize hiçbir fayda sağlamayacaktır. Her zaman bizimle olmasalar da anne babamızın bizi kendi yuvalarında öğrendikleri hâliyle sevdiklerini, onların büyüdükleri ailelerde de aynı hatta belki daha kötü muameleler gördüklerini unutmadan bu kötücül zinciri bizim kırmamız gerekir. Ebeveynlerimizden göremeyeceğimiz duyguların yasını tutmayı bıraktığımızda, onlarla, diğer insanlarla ve elbette kendimizle daha gerçekçi bir ilişki kurmamız çok daha kolay olur.
İşe, içimizde gizlenen çocuğu bulmakla başlayabiliriz. Daha az sorumluluğumuzun olduğu ve her şeyin mümkün göründüğü hayali zamanlara geri dönme isteği elbette anlaşılır bir istek. Bazen çocukça davranabildiğimizi görebilmek ve gerektiği gibi sağlıklı büyümediğimizi bilmek, kendimizi büyütmek adına belki işimizi daha da kolaylaştırır.
Bugünlerde yetişkinler olarak unuttuğumuz şey, şartlar zor olsa bile bakışımızı, duruşumuzu, yaşam enerjimizi geçmişe ve geçmişte yaşanan olayların sorgulanmasına değil, geleceğimizi planlamaya yönlendirmemiz gerektiğidir. Geriye bakmak için çok fazla zaman harcamak görüş açımızı kapatır, önümüzü yani geleceğimizi hiçbir zaman doğru açıdan göremeyiz.