NAMAZ VE HAYAT
Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Müşaviri
İnsanın varoluş gayesi, Allah’ı tanımak, bilmek ve yalnız O’na ibadet etmektir. Kendisini bu gayeye ulaştıracak imkân ve kabiliyetle donatılmış olan insanın Allah’a yönelmesi, haddizatında fıtri bir ihtiyaca da karşılık gelmektedir. Zira insan, varlığın aşkın boyutuyla irtibat kurma, yüce bir varlığa inanma ve ibadet etme duygusuyla yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim, bu fıtri duygunun iradi bir eyleme dönüşmesini, insanın hayat serüveninin başlangıcına tarihlemektedir. İlk insan Hz. Âdem’in fıtri bir temayül göstererek Allah’a yöneldiğini ve nasıl ibadet edeceğini Allah’tan öğrendiğini haber vermektedir. (Bakara, 2/36-37.)
İlk insanın aynı zamanda ilk peygamber olduğu düşünüldüğünde, ibadetlerin ilahi bir yönlendirmeyle belli bir amacı gerçekleştirmek için emredildiği anlaşılmaktadır. Bu anlamda ibadetlerin en temel amacı, Allah’a saygı, sevgi ve bağlılığı göstermek, O’nun emrini yerine getirerek rızasını kazanmaktır. Bu amaçla gerçekleştirilen bütün ibadetler, aynı zamanda Allah’a yakınlaşma vesilesidir. Cenab-ı Hakk’ın, “Secde et ve Rabbine yaklaş!” (Alâk, 96/19.) fermanı ve buna istinaden Hz. Peygamber’in (s.a.s.), “Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, secde hâlidir.” (Müslim, Salât, 215.) beyanı, bu bağlamda namazın diğer ibadetler arasında belirgin bir ayrıcalığı olduğunu göstermektedir. Pek çok ayette imanla birlikte zikredilmiş olması ve neredeyse hiçbir mazeret kabul edilmeksizin akıl baliğ olan bütün müminlerin sorumlu tutulmuş olması ise namazın Müslüman hayatındaki yerini ve önemini ifade etmektedir.
Diğer taraftan bütün ibadetlerde olduğu gibi namaz ibadetinde de dünyevi ve uhrevi pek çok fayda ve hikmet barınmaktadır. Bu çerçevede namaz, kişinin iman, istikamet ve güzel ahlak üzere sabitkadem kalmasını temin etmek gibi bir işlev ile öne çıkmaktadır. Zira kişinin Allah ile irtibatını kuran, pekiştiren ve canlı tutan bir ibadet biçimi olarak namaz ile hayat arasında güçlü bir ilişki vardır. Kılınan namazın kalitesi ile yaşanan hayatın kalitesi doğru orantılıdır. Namazdaki niyet, samimiyet ve istikrar, aynı oranda hayata yansır. Örneğin namazdaki niyetin duruluğu ve beş vakit namazın muhafaza edilmesi, gıpta edilecek nice güzellikler olarak söz, tutum ve davranışlara yansırken niyetin bulanıklığı veya namazların ihmal edilmesi, hem bireysel hayatta hem de sosyal ilişkilerde yozlaşma şeklinde kendini gösterir.
Dosdoğru kılınan bir namaz, Allah bilincini her dem diri tutacağından tüm kötülüklere karşı muhkem bir siper olur. İnsanı istikametten saptırabilecek her türlü iç ve dış tehlikeden muhafaza eder. Nitekim “(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı biliyor.” (Ankebut, 29/45.) ayet-i kerimesi, bu hakikatin açık bir ifadesidir. Bu sebeple bir Müslümanın kötü ve çirkin işlerle arasına koyduğu mesafe, namazla ilişkisi hakkında önemli ipuçları verir. Bir başka ifadeyle kişinin günah ve isyandan uzak durması, namazın ona kazandırdığı vakarın ve onu Allah’a yaklaştırmış olmasının bir yansıması olarak görülebilir.
Namazın insanı aklın ve dinin meşru ve muteber görmediği şeylerden uzaklaştırması, vahyin bildirdiği önemli bir hakikattir. Ancak düzenli bir şekilde namaza devam edildiği hâlde kötü ve çirkin işlerden tam anlamıyla uzaklaşılamadığı da zaman zaman karşılaşılan bir durumdur. Böyle bir durumun yaşanmasında, namazın Müslümana şuur, duruş, itibar ve istikamet kazandıran bir ibadet olmaktan çıkarılıp şekle indirgenmiş bir âdet hâline dönüştürülmesinin rolü büyüktür. Bu bir yozlaşmadır ve bu yozlaşma, namazın mahiyetiyle ilgili bir idrak sorununun varlığına da işaret etmektedir. Zira insan namazın mahiyetini idrakten yoksun kaldığında namaz da ruhundan mücerret bir yapıya bürünmektedir. O zaman namaz, Yüce Allah ile yapılan kutlu bir buluşma ve özel bir konuşma imkânı değil (Buhari, Salât, 36.),
sorumluluk duygusundan kurtulmak için belli hareketleri yapmak suretiyle yerine getirilen zorunlu bir görev olarak telakki edilmektedir. Böylece ibadet şuuruyla kılınan namazın kalpleri saran huzur iklimi, yerini, sadece şekle indirgenmiş bir davranışa terk etmektedir. Hâliyle böyle bir namazın hayata dair olumlu bir etkisinden söz etmek oldukça zordur. Bunun içindir ki namazın gaye ve ruhundan gafil olanlar, insanı iyileştirici tabiatından mahrum kalanlar ve görsünler, duysunlar, desinler diye namaz kılanlar, Kur’an-ı Kerim’de sert bir dille yerilmektedirler. (Maun, 107/4-5.)
Namaz, elbette şeklî boyutu da olan ve birtakım bedensel hareketlerle eda edilen bir ibadettir. Bu sebeple onun abdest, temizlik, tesettür, kıbleye yönelmek, vakit, niyet, tekbir, kıyam, kıraat, rükû, secde ve ka’de gibi biçimsel boyutunun ve buna istinaden teşekkül eden fıkhi hükümlerin önemsenmesi ve itinayla yerine getirilmesi dinî bir yükümlülüktür. Nitekim bütün bu hususları bizzat uygulayarak ashabına öğreten Hz. Peygamber (s.a.s.), “Beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız öyle namaz kılın!” (Buhari, Ezan, 18.) tembihiyle namazın sıhhati için öncelikle şeklen meşru olması gerektiğini beyan etmiştir. Bununla birlikte Kur’an ve sünnette namazın daha çok manevi boyutu üzerinde durulduğu da asla göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir. Dolayısıyla namazın muteber olabilmesi için şekil, şart ve rükünleri hususunda Hz. Peygamber’e uymak gerektiği gibi mana boyutuyla da Allah Resulü’nün yaklaşımını örnek almak gerekir.
Mana boyutu ihmal edilerek tamamen şekle indirgenen bir ibadetin, zamanla ağır bir yük olarak algılanıp külfet olarak görülmesi kaçınılmazdır. Özünden koparılan, gayesi unutulan, anlamı buharlaşan bir namaz, belli bir süre sonra kolaylıkla ihmal edilecektir. Bu da nihayetinde namazın zayi edilmesine sebebiyet verecektir. Esasen bu çift taraflı bir ziyandır. Namazın zayi edilmesiyle birlikte aslında hayat da zayi edilmiş olmaktadır. Zira Cenab-ı Hak, namazı zayi eden fert ve toplumların mutlaka ziyana uğrayacağını beyan etmektedir. Peygamberlerden sonra gelen nice toplulukların namazı ihmal ve zayi ederek kötü arzularına uyduklarını ve bu yüzden de elim bir azaba müstahak olduklarını haber vermektedir. (Meryem 19/59.) Bu sebeple Allah, “Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaza durun.” (Bakara, 2/238.) fermanıyla, ziyandan kurtuluş için namazın muhafaza edilmesini emretmektedir.
Namazı tam anlamıyla muhafaza etmenin yolu, bu büyük ibadetin usul, adap, şart ve erkânıyla birlikte ruhunu da muhafaza etmekten geçmektedir. Peki, namazın ruhu nedir? Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’e ve hadis-i şeriflere bakıldığında namazın ruhunu işaret eden iki temel kavram dikkat çekmektedir. Bunlardan biri, ihlas diğeri ise huşudur. Dini yalnız Allah’a has kılmayı ve ibadet ederken Allah’ın o ibadeti emretmesindeki maksada uygun bir niyet ve samimiyet taşımayı ifade eden ihlas, namaz kılarken tevhid inancıyla çelişen duygu ve düşüncelerden, şirk, riya ve dünyevi kaygılardan kalbi arındırmak ve yalnız Allah’ın rızasına yönelmektir. Huşu ise namazda Allah’ın huzurunda olmanın bilinciyle sükûnet hâlinde bulunmak, O’na gönülden boyun eğmek ve ihlas ile başlanan namazı, derin bir saygı, tam bir teslimiyet ve samimiyetle kılmaktır. Bir başka ifadeyle huşu, namaz kılarken bu sınırlı hayatın sonunda mutlaka Allah’a kavuşulacağı ve O’na dönüleceği bilincini kuşanmaktır. (Bakara, 2/45-46.) Kuşkusuz namaza hayat, hayata istikamet kazandıracak olan en temel unsur da budur.
İhlas ve huşu ile kılınan namaz, insana hayatın her alanını kuşatacak etkin bir şuur ve seçkin bir duruş kazandıracaktır. Onu malayani şeylerden uzaklaştırıp maruf ve meşru çerçevede nezih bir hayata yöneltecek ve yaratılmışlar arasındaki mümtaz konumuna yaraşır bir erdeme ulaştıracaktır. Böylece namaz, İslam’ın hakikatleri doğrultusunda bir disiplin kazandırdığı hayat sayesinde mümin yürekler için dünyada huzur, ahirette ebedî kurtuluş vesilesi olacaktır. Çünkü iman, ihlas ve huşu ile Allah’a yönelen bir kalp, nazargâh-ı ilahidir. O’nun rahmet ve inayetle nazar ettiği yerde ise ne hüzün ne de korku olur.