VAHYİ NASIL ANLADILAR VE NASIL YAŞADILAR?
Dr. Mustafa GÜVENÇ
Saraybosna Din Hizmetleri Müşaviri
Peygamberimizin çevresinde yaşamış olan sahabe-i kiramın, vahyin doğru anlaşılması ve hayata yansıtılması bağlamında güzide bir konuma sahip olduğu herkesçe malumdur. Zira onlar, vahyin indiği ortamı bizatihi müşahede ederek hem Kur’an’ın doğrudan muhatabı olmuşlar hem de Kur’an’ı açıklama görevi kendisine tevdi edilen Peygamberimizin (Nahl, 16/44.) rahle-i tedrisinde yer alarak onun terbiyesi altında yetişmişlerdir. Bu kapsamda sahabe efendilerimiz, hayat suyunun (vahiy ve risaletin) tatlı, saf, serin olarak fışkırdığı kaynağının başında bulunan nesil olması (İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lamü’l-Muvakkıin, c.2/8.) hasebiyle diğer tüm zamanların Müslümanlarından daha üstün ve farklı bir konuma sahip olmuşlardır. Dolayısıyla onların Peygamberimizin rehberliğinde şekillenen vahiy anlayışı ve vahyi hayata yansıtma biçimleri, sonraki Müslümanlar için örnek teşkil etmiştir. Bu örneklik hiç şüphesiz günümüze de sirayet etmekte olup onların vahyi kavrayışlarını ve risalet vazifesine bakışlarını yaşadığımız çağa taşımak, dinin doğru anlaşılması noktasında bizler için son derece önemlidir. Zira “İslam’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır…” (Tevbe, 9/100.) ayeti, sahabe neslinin örnek alınması manasını da içermektedir. (Kur’an Yolu, 3/52.) Ayrıca onlar, “İman edip hicret eden ve Allah yolunda cihat edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya; işte onlar gerçek müminlerdir…” (Enfal, 8/74.) ayeti ile Yüce Allah tarafından taltif edilerek örnek bir nesil olmuşlardır.
Bütün bunlar ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki İslam’ın ilk yıllarında yaşanan zorluklar karşısında sebat gösteren, canıyla ve malıyla Peygamberimizin yanında duran ve onun diliyle en hayırlı nesil (Buhari, Fezailü Ashabi’n-Nebi, 1.) olarak vasıflanan sahabenin, vahyin anlaşılması ve dinin yaşanması hususunda her bir Müslüman tarafından referans alınması elzemdir. Zaten ilim geleneğimizde sahabenin sözlerine ayrı bir önem verilerek Kur’an’ın ve sünnetin doğru anlaşılmasında son derece önemli bir başvuru kaynağı olmuştur. Bu bağlamda tefsir, hadis, fıkıh ve kelam gibi İslami ilim literatüründe sahabenin sözlerine önem atfedilmiştir. Çünkü sahabe, vahyin indiği şartlara vâkıf olma, ayetlerin iniş sebeplerini gözlemleme ve Kur’an’ın hayata yansıması bağlamında canlı bir örnek olan Peygamberimizi bizatihi tanıma, onunla mülaki olma ve onun hayatını müşahede etme gibi önemli ayrıcalıklara sahip olmuştur. Onların sahip olduğu bu nimetin bereketiyle de sonraki nesiller, sahih bir din anlayışı için onları ölçü ve örnek almışlardır.
Sahabe, tevhid inancına ve imana kendisi vesilesiyle ulaşmış oldukları Hz. Peygamber’e son derece bağlı kalmış ve ona tabi olmaya özen göstermiştir. Zaten “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…’” (Âl-i İmran, 3/31.) ayetiyle Peygamber’e ittiba, Allah sevgisinin ayrılmaz bir parçası olarak nitelenmiş olup onun gösterdiği yolu gönülden benimsemeyen kişinin Allah’ı sevdiğini iddia edemeyeceği belirtilmiştir. (Kur’an Yolu, 1/542.) Sahabenin Hz. Peygamber’e bağlılığını Hudeybiye’de müşahede etme imkânı bulan Kureyş’in ileri gelenlerinden Urve b. Mes’ud, “Ey kavmim! Ben, birçok krallar gördüm, heyet olarak Kayser’e, Kisra’ya ve Necaşi’ye gittim. Ama Muhammed’in ashabının ona tazim ettiği kadar hiçbir kralın adamlarının tazim ettiğini görmedim.” demiştir. (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, 7/387.) İşte bu sevgi esasen Allah sevgisinden ve O’nu razı etme gayretinden kaynaklanmış, daima onu örnek almaya çalışmışlardır. Zira ilahi beyan ile de Peygamberimizin bizler için en güzel örnek ve rol model olduğu ifade edilmiştir. (Ahzab, 33/21.)
Bu anlayış doğrultusunda Allah Resulü’nün (s.a.s.) yaşadığı dönemde sahabe, Kur’an’ı anlama ve dini öğrenme hususunda bizatihi ona müracaat ediyor ve gerekli dinî bilgiyi ondan öğrenerek hayatına aktarıyordu. Bu bağlamda vahyin tebliğinin yanı sıra onun anlaşılması ve uygulanması hususunda bizatihi çaba sarf eden Hz. Peygamber’in sözleri ve sünneti, sahabenin gözünde Kur’an ile birlikte dinin temel kaynaklarını oluşturmaktaydı. Bu vesileyle Hz. Peygamber’den işittikleri veya gördükleri hususları öğrenme ve hayatlarında uygulama noktasında son derece hırslı idiler. Ondan öğrendiklerini zaman zaman kendi aralarında da müzakere ederek (Kadi Iyaz, el-İlma’, s. 142.) bu bilgilerin iyice pekişmesini sağlarlardı. Mesela Said b. Cübeyr, hadislerin müzakeresi hususunda İbn Abbas’tan, “Hadisi müzakere edin ve kaçırmayın. Zira hadisler, Kur’an gibi bir arada ve ezberlenmiş değildir. Müzakere etmediğiniz takdirde onları kaçırırsınız. Kimse dün hadis okudum bugün okumadım demesin. Bilakis dün okudum, bugün okudum, yarın da okuyacağım, desin.” sözünü aktarmıştır. (Bağdadi, Şerefu Ashabi’l-Hadis, s. 94.) Esasen yapılan bu müzakereler, yalnızca hadisleri ezberlemeye yönelik olmayıp bir hadisin ya da fıkhi bir konunun derinlemesine anlaşılmasını da ihtiva etmekteydi.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra ise sahabe, karşılaştıkları sorunları vuzuha kavuşturmak için yine Kur’an ve sünnetin rehberliğine müracaat ediyorlardı. Bu iki kaynakta doğrudan bulamadıkları meseleler hakkında ise yine onların ışığında içtihada yönelerek sonraki kuşaklara da örneklik teşkil edecek şekilde naslara dayalı içtihat ve akıl yürütmenin ilk örneklerini ortaya koyuyorlardı. Çünkü onlar, Peygamberimizden böyle öğrenmişlerdi. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona orada ne ile hükmedeceğini sormuş, o da “Allah’ın kitabı ile…” cevabını vermiş. Hz. Peygamber, “Eğer Allah’ın kitabında bulamazsan ne ile hükmedersin?” diye sorunca da “Allah Resulü’nün sünnetiyle…” diye yanıt vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bu sefer ikisinde de bulamazsan ne ile hükmedersin?” diye sorunca Muaz b. Cebel, “O zaman kendi görüşümle ictihad ederim ve meseleyi cevapsız bırakmam.” deyince Peygamberimiz sevinmiş ve “Allah Resulü’nün elçisini, Allah Resulü’nün hoşuna gidecek şekilde muvafık kılan Allah’a hamd olsun.” diye duada bulunmuştur. (Ebu Davud, Kitabu’l Akdiye, 11.)
Sünnetin dinde delil oluşu hususunda sahabenin icması vardır ve onlar hüküm çıkarma konusunda ona tabi olmuşlardır. Mesela sahabeden biri Kur’an ve sünnette hükmüne doğrudan ulaşamadığı bir konuda ictihad yapıp fetva verdikten sonra şayet kendisine, bu içtihadına muhalif bir hadis ulaşacak olursa kendi görüşünü terk ederek bu hadise uyardı. Zira onlar sadece Kitap ve sünnette bizatihi bulamadıkları konularda yine onlara dayanarak kendi fikir ve tecrübeleriyle ictihad yapmışlardır. Bu bağlamda sünneti, teşri kaynağı görmeyip sadece Kur’an ile yetinmeyi veya sünnete muhalif olsa bile onu bir kenara bırakarak kendi rey ve düşüncesi ile hareket etmeyi savunan hiçbir sahabi bilinmemektedir. Diğer taraftan Hz. Peygamber ve ilk halifeler sonrası dönemde sahabenin rivayet ettiği bazı hadislere, “Biz bunu Kur’an’da bulamıyoruz.” şeklinde bireysel düşüncelerin dile getirildiği olmuştur. Fakat sahabiler, “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neyi de size yasakladıysa ondan vazgeçin.” (Haşr, 59/7.) ayetini delil getirerek itiraz sahiplerine Hz. Peygamber’in dindeki konumunu izah etmişlerdir. Mesela bir defasında İmran b. Husayn’ın (r.a.) bulunduğu ortamda şefaat meselesi konuşulurken orada bulunanlardan biri, “Siz bizlere hadisler anlatıyorsunuz fakat biz bunlarla ilgili Kur’an’da bir asıl bulamıyoruz.” deyince İmran (r.a.) kızar ve adama, “Sen Kur’an’ı okudun mu?” diye sorar. O da “evet” cevabını verince “Peki Kur’an’da yatsı namazının farzının dört, akşam namazının üç, sabah namazının iki, öğle ve ikindi namazlarının da dört rekât olduğuna rastladın mı?” diye sorar. O da “hayır” deyince “Peki bunları kimden öğrendiniz? Siz, bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resulüllah’tan öğrenmedik mi?” der. İmran daha sonra adama, “Peki, Kur’an’da kırk koyunda bir koyun, şu kadar sayı devede şu, şu kadar dirheme şu kadar zekât düştüğüne rastladın mı?” diye sorar. O da yine “hayır” cevabını verince İmran (r.a.), “Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resulüllah’tan öğrenmedik mi?” diyerek yanıt verir. İmran, şu sorularla devam eder: “Aynı şekilde Kur’an’da, ‘Beyt-i Atik’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.’ (Hac, 22/29.) ayetini okumadınız mı? Peki, orada Kâbe’yi yedi defa tavaf edin, Makam’ın arkasında iki rekât namaz kılın diye bir ifadeye rastladınız mı? Aynı şekilde Allah Resulü’nün buyurduğu, ‘Zekât tahsildarının bir yerde konaklaması ve zekât düşenlerin mallarını yanına getirmelerini istemesi, zekât vereceklerin mallarını uzağa götürüp tahsildara meşakkat vermeleri, kız kardeşleri değişmek suretiyle mehirsiz evlenmek İslam’da yoktur.’ (Ebu Davud, Kitabu’z-Zekât, 1.) hadislerini Kur’an’da buldunuz mu? Peki, Allah Teâlâ’nın, ‘Resul size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.’ (Haşr, 59/7.) buyurduğunu da duymadınız mı?” İmran’ın bu soruları ve açıklamalarından sonra o kişi de hatasını anlamış ve İmran’a, “Sen bana hayat verdin, Allah da sana hayat versin.” şeklinde duada bulunmuştur. (Suyuti, Miftahu’l-Cenne, s. 10.) Haşr suresinde yer alan bu ayet (Haşr, 59/7.), siyak-sibak doğrultusunda ele alındığında ganimet mallarıyla ilgili özel bir durum içeriyor olsa da bu misalde de görüldüğü üzere sahabe nazarında Hz. Peygamber’e itaat noktasında genel bir ilke olmuştur.
Peygamberimiz, insanlar için örnek teşkil eden mümtaz bir şahsiyet olarak bir bütünlük içerisinde Kur’an’ı hayatına uygulamış ve pratik olarak İslam’ın hayata yansımasını insanlara göstermiştir. Bu sebeple Kur’an ile sünnet, et ile kemik gibi ayrılmaz bir bütünlük oluşturmuştur. Hz. Peygamber’in de bu bütünlüğe dikkat çekmek üzere zaman zaman bir açıklama yaptıktan sonra onunla aynı muhtevaya sahip bir ayeti okuduğu müşahede edilmiştir. Mesela bir keresinde, “Kıyamet gününde zekâtını vermeyen herkesin karşısına boynuna dolanacak bir yılan dikilir.” sözünü söyledikten sonra bunu tasdik mahiyetinde, “Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlerde cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır! O kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.” (Âl-i İmran, 3/180.) ayetini okumuştur. (Nesai, Kitabu’z-Zekât, 2.)
Sahabe, Allah Resulü’nün, “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız sürece doğru yoldan asla sapmazsınız. Bunlar: Allah’ın kitabı ve benim sünnetimdir.” (İmam Malik, Muvatta’, Kader, 3.) vasiyetine sadakat göstermiş ve onun vefatından sonra bize sadece Kur’an yeter şeklinde bir anlayışa asla düşmemişler ve karşılaştıkları herhangi bir durumda Hz. Peygamber’in benzeri bir olayda ne dediğini ve ne yaptığını öğrenmeye çalışmışlardır. Onun nasıl davrandığını ve ne söylediğini öğrendikleri zaman da onunla amel etmeye özen göstermişlerdir. Mesela ilk halife olan Hz. Ebubekir (r.a.), ninenin mirastaki payı hususunda Kur’an’da bilgi bulamayınca bu meselenin sünnetteki durumunu sormuş ve kendisine yeterli bir cevap gelince o bilgiyi almış ve nineye mirastan altıda bir oranında pay vermiştir. (Zehebi, Tezkiratü’l-Huffaz, 1/9.) Aynı şekilde Hz. Ömer’in, Hacerü’l-esved taşını, sadece Hz. Peygamber’in öptüğünü görmesi sebebiyle öpmesi (Buhari, Kitabu’l-Hac, 50.), Hz. Ali’nin, “Birbirinizi ziyaret ediniz ve çokça hadis müzakeresinde bulununuz. Eğer böyle yapmazsanız hadis kaybolur gider.” (Neysaburi, Ma’rife, s. 60.) demesi onların sünnete olan bağlılığını göstermektedir. Abdullah b. Ömer, kendisine sorulan, “Hazarda ve korku hâlinde kılınacak namaz hakkında Kur’an’da bilgi bulurken sefer namazı hakkında bilgi bulamıyoruz.” şeklindeki soruya, “Ey kardeşim! Allah bize, Muhammed’i (s.a.s.) gönderdi. Biz bilmediğimiz bir şeyde onu nasıl yapıyor gördüysek öyle yaparız.” diyerek (Suyuti, Miftahu’l-Cenne, s. 43.) sünnetin teşri değerine temas etmiştir.
Sonuç olarak bu izahlar ve örnekler, vahyin anlaşılması ve dinin yaşanması hususunda sahabenin sünnete bağlılığını ve Kur’an sünnet bütünlüğü çerçevesinde bir din anlayışına sahip olduklarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ümmet-i Muhammed’in ilk nesli olan, nüzul ortamına vâkıf olan ve Nebevi terbiye ile yetişen bu seçkin topluluk, bizler tarafından hayatımızın her döneminde örnek alınmalıdır.