PROF. DR. MUSTAFA AĞIRMAN:
“Sahabe-i kiram, Peygamberimizle Mekke’de ve Medine’de beraber olmuş, onun arkasında namaz kılmış, onunla cihada katılmış, onunla beraber İslam davasını yüceltmiş ve yine onunla birlikte Medine’de İslam devletini kurmuştur.”
Bir hadis-i şerifte insanların en hayırlıları olarak nitelenen (Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 12.) sahabeyi ve onların önemini Kur’an-ı Kerim ve hadisler çerçevesinden anlatabilir misiniz?
Sahabe, Peygamber Efendimizin (s.a.s.) arkadaşları, onunla birlikte olup onun sohbetine katılanlardır. Sahabe-i kiram, Peygamberimizle Mekke’de ve Medine’de beraber olmuş, onun arkasında namaz kılmış, onunla cihada katılmış, onunla beraber İslam davasını yüceltmiş ve yine onunla birlikte Medine’de İslam devletini kurmuştur. Sizin de işaret ettiğiniz gibi Sevgili Peygamberimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “İnsanların en hayırlısı benim zamanımda yaşayanlar, sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir.” (Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 12.) Biz de bu hadisi-i şerife binaen deriz ki Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) üç nesli methetmiştir. Bunların birincisi kendi zamanında yaşayanlar ki onlara sahabe diyoruz; ikincisi sahabe nesline yetişenler ki onlara da tabiun diyoruz. Nasıl ki sahabe, Peygamber Efendimizi görmek ve ona tabi olmakla diğer insanlardan ayrılıyorsa tabiun nesli de sahabeyi görmek ve onlara tabi olmakla diğer insanlardan ayrılır. Peygamberimiz tarafından methedilen üçüncü nesil ise tabiun neslini gören etbauttabiin neslidir. Sahabe, Hz. Peygamber tarafından övülen bu üç nesil içerisinde en üstünüdür. Kur’an-ı Kerim’de bu nesil hakkında çok ayet-i kerime vardır. Yüce Allah, bu nesil hakkında şöyle buyurmaktadır: “İslam’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile onlara güzelce uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe, 9/100.) Dikkat edilirse Yüce Allah burada muhacir, ensar ve bir de onlara güzelce tabi olanları zikretmiştir. Allah, onlardan razı; onlar da Allah’tan razıdır ve bunlar cennetliktir. Şimdi biz, sizinle cennetlik bir nesli konuşuyoruz. Diğer bir ayetin meali de şöyledir: “Muhammed, Allah’ın Resulü’dür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rükû ve secde hâlinde, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu, onların Tevrat’ta ve İncil’de anlatılan durumlarıdır: Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ziraatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allah kendileri sebebiyle inkârcıları öfkelendirmek için onları böyle sağlam ve dirençli kılar. Allah, içlerinden iman edip salih amel işleyenlere bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vadetmiştir.” (Fetih, 48/29.)
Yüce Allah, Fetih suresinin bu son ayetinde, Hz. Peygamber ve ashabının ilk ve son durumlarını bir benzetme ile anlatmaktadır. İlk defa yere atılan bir dâne gibi filizlenmeye başlayan Müslümanlar, gittikçe güçlenerek koca bir ordu olmuşlar, İslam tohumunu ekenler bu duruma son derece sevinirlerken onların bu güçlü durumunu gören kâfirler de öfkeden çatlar hâle gelmişlerdi.
Vahyin ilk şahitleri ve İslamiyet’in tarih sahnesindeki ilk kurucu nesli olan sahabe-i kiramın Kur’an-ı Kerim’i anlamada, hayatına tatbik etmede ve onunla nasıl ilişki kurması gerektiği hususundaki örneklikleri hakkında neler söylersiniz?
İslam dininin iki otoritesi vardır. Bunların birincisi Allah (c.c.) ikincisi ise Resulüllah’tır. Allah’ın Kitabı ve Peygamber Efendimizin sünneti iki kaynaktır. Allah, dini Kur’an-ı Kerim’le insanlara bildirdi ve hudutlarını çizdi. Kur’an-ı Kerim’i de insanlara Hz. Peygamber tebliğ etti. Sahabe, Allah’ın (c.c.) İslam dinini vaz ettiği ve Peygamberimizin tebliğ ettiği o yüce kitabına birebir muhatap olmuştur. Onlar, Allah’ın vahyiyle inşa olmuş bir nesildir. Onlar, Allah tarafından bizzat seçilmiş o yüce Peygamberi tanıdılar ve onunla birlikte yaşadılar.
Düşünün ki bir iş yaptınız ve yaptığınız o işe Allah tarafından bir takdir geldi ya da bir hata yaptınız, o yapılan hataya istinaden ayet nazil oldu ve o hatayı düzelttiniz. Veya “Ya Rabbi, şu konuda bir çözüm yolu göndersen de bizim bu problemimiz çözülse!” diye dua ettiniz, hemen ona dair bir ayet geldi. Ne kadar mutlu olursunuz değil mi? İnsan, bu hadiseleri yaşarken ne kadar etkilenir değil mi? Her gün, hatta her an acaba şimdi hangi vahye muhatap olacağız diye Yüce Allah’tan gelecek mesajı dikkatle beklersiniz. İşte sahabe-i kiram böyle bir hayat yaşadı. Hz. Peygamber ile birlikte vahye muhatap oldular. Ashabın ayrıcalığı işte buradan geliyor. Onlar, vahyin kuşattığı bir hayatın tam içerisinde yaşıyorlardı. Vahye muhatap olan, vahye kulak veren ve âdeta vahiyle nefes alıp veren sahabe, her yeni gün “Acaba bugün Peygamberimiz bize hangi vahyi tebliğ edecek, Peygamberimiz bize ne söyleyecek?” diye dikkat kesilmiş bir şekilde bekliyorlardı. Allah katından nazil olan bir ayeti dinleyip özenle hayatlarına geçirmenin sevincini ve huzurunu yaşıyorlardı. Kıyamete kadar devam edecek İslam’ın kaynağında, gözesinde bulunan ashab-ı kiram, bu dinin seçilmiş peygamberiyle bir hayat yaşadılar. Beraber güldü, beraber ağladılar. Birlikte sofraya oturdular. Günlerce birlikte yol yürüdüler. O güzel peygamberi kendi gözleriyle gördüler, onun mübarek dudaklarından dökülen sözleri kulaklarıyla işittiler. Onunla hemhâl olup onunla sevindi, onunla üzüldüler. Sonra da onu, “Anam, babam sana feda olsun ya Resulallah!” diyebilecek kadar hem kendi canlarından hem de sevdiği bütün insanların canlarından üstün tuttular. İşte böylesi bir aşkla Allah’a (c.c.), O’nun kitabına ve peygamberine bağlı olan sahabe, Allah’ın (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de akladığı, tezkiye ettiği, kendilerinden razı olduğunu beyan ettiği, belli bir yere çıkardığı ve ayrıca Hz. Peygamber’in de övgüsüne mazhar olmuş üstün şahsiyetlerdir.
Vahyi imbik imbik özümsemiş, hayatına tatbik etmiş ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) tedrisinden geçmiş sahabenin İslami ilimlerin teşekkülünde rolü ve çalışmaları kuşku götürmez bir gerçektir. Bunlardan da bahsedebilir misiniz?
Peygamber Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle resuldür yani elçidir ve kendisini tarif ederken “Ben ancak öğretmen olarak gönderildim.” (İbn Mace, Sünnet, 17.) diye buyuruyor. Hâlbuki kendisi peygamberdir, Medine’de kurduğu devletin başkanıdır, ordularının komutanıdır bununla birlikte bir öğretmen olarak gönderildiğini söylüyor. Aslında İslam dininin ilimle kaim bir din olduğunu insanlara işaret ediyor. Şunu çok iyi bilelim ki ilmin olmadığı yerde cehalet vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.), Mekke’deyken Müslümanları Darü’l-Erkam’da toplamış; onlara orada İslam’ı öğretmiş ve kendilerini yetiştirmişti. Medine’ye geldiğinde de yaptırmış olduğu Mescid-i Nebi’nin yanında Suffe’yi kurmuş ve burada gençleri toplamıştı. Hz. Peygamber burada gençleri yetiştiriyor ve aralarından öğretmenlik yapabilecek kimseler seçiyor; Kur’an-ı Kerim’i ve İslam’ı kendisinden sonraki nesillere aktaracak, öğretecek bir nesil yetiştiriyordu. Zeyd b. Sabit, Übey b. Kab, Ubade b. Samit, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer gibi isimler bunların en güzel örnekleridir. Peygamber Efendimiz sahabeye İslami ilimlerin kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’i ve İslam dinini âdeta ilmek ilmek işledi. Sahabe de Kur’an-ı Kerim’i öğrendikten sonra Peygamberimizin söylediklerini, tavsiyelerini tek tek ezberlediler ve bunları hayatlarına tatbik ettiler. Peygamberimiz (s.a.s.) irtihal etmeden önce sahabe, dinin iki kaynağını; Kur’an-ı Kerim’i ve hadis-i şerifleri hem yazmışlar hem de zihinlerine nakşetmişlerdi. Hz. Ali ve Abdullah b. Mesud der ki: “Biz, Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin her birinin nerede, ne zaman ve hangi olaya istinaden geldiğini biliriz.” İşte sahabe, ayetlere bu kadar vâkıf ve Kur’an’ı bu derece iyi bilen insanlardı.
Peygamberimizin Medine Dönemi’yle başlayan ve onun vefatından sonra da devam eden fetih hareketleriyle İslam toprakları genişledi. Sahabe nesli, genişleyen bu İslam topraklarındaki şehirlere gitti ve oralardaki insanlara İslam’ı, Kur’an’ı ve hadisleri öğrettiler ve bu uğurda çok çalıştılar. İşte bu çalışmalar, çeşitli ilimlerin de teşekkülünü sağladı. Kur’an ilimlerine tefsir, Hz. Peygamber’in sözlerine hadis denildi. Allah’ın (c.c.) bilinmesine yönelik sorulara verilen cevaplar ve imanla ilgili sorulardan hareketle kelam ve akaid ilmi, ibadetlerin yapılması ve hayata dönük sorular dâhilinde fıkıh ilmi gelişti. Kaynağını Kur’an-ı Kerim’den ve Hz. Peygamber’in sözlerinden alan ve yeni Müslüman olan insanlara anlatılırken daha da şekillenen İslami ilimler, sahabeden tabiun nesline aktarıldı. Tabiun zamanında ilimler sistematik bir hâle dönüştü. Bu dönüşümü sağlayan da bizatihi insanların kendisi olmuştur. İlimle kaim bir dinin mensupları olan sahabe, “Biz, miras olarak altın veya gümüş bırakmayız; bizim bıraktığımız miras, ilimdir.” (Tirmizi, İlim, 19.) buyuran Efendimizden aldıkları bu mirası diyar diyar gezerek başka insanlara anlatma, aktarma gayreti içerisinde olmuşlardır ve bunu yaparken kesinlikle bir dünyalık kazanma hevesi içerisine de girmemişlerdi.
Kur’an’ın ve Peygamberimizin (s.a.s.) sünnetinin sıhhatli anlaşılması ve hayata taşınması hususunda rol model olan sahabe, günümüzde yaşasaydı sizce nelerden kaçınır ve neleri çok yapardı? Modernizmin içerisinde bocalayan Müslümanlara ne gibi örneklik teşkil ederdi?
Sahabe günümüzde yaşasaydı her şeyden evvela imanımızı zedeleyen hususlardan korunur ve bize bunu tavsiye ederdi. Çünkü dinde asıl olan, esas olan imandır. Allah Resulü de muhataplarına hep imanın önemini vurgulamış ve önce putların yıkılmasını emretmiştir. Sahabe, Peygamberimizin zamanında mücessem ve müheykel olan putlardan kendilerini ve kalplerini nasıl arındırıp arı-duru, kâmil bir imana sahip oldularsa günümüzde yaşasaydılar modern dünyanın insanlara dayattığı putlardan da kendilerini uzak tutarlardı. Modern dünyanın insanların önüne sürmüş olduğu birçok put var ancak günümüz insanı bu putları göremiyor veya görmek istemiyor. Günümüzdeki putlar, eskiden olduğu gibi mücessem ve müheykel olmayabilir. Dünyayı, malımızı, paramızı, makamımızı dinimizden daha çok sevmek ve kalbimizi bu gibi şeylerle doldurmak günümüzün görünmeyen putlarıdır. Günümüz insanının da bu görünmeyen putlara yönelik bir meyli söz konusudur. Çünkü modern dünya dedikleri, sürekli bu putların propagandasını yapmaktadır. Sahabe, imanı tehdit eden, zedeleyen tüm saldırılara ve ‘izm’lere karşı en büyük silah olan namazı bırakın terk etmeyi ya da aksatmayı tam vaktinde ve cemaatle kılardı.
Sahabe sadıktı, adildi, emindi, imanları amellerine aksetmişti. Asrımız insanına bu hâlleriyle örneklik teşkil ederdi. Sahabe neslinin zamanında herkes bir güven ortamı içerisinde yaşardı.
Müslümanların Kur’an’ı ve sünneti anlama gayretinde sahabeyi örnek almasına yönelik neler söylemek istersiniz? Sahabeyi örnek alırken dikkat edilmesi gereken hususlar var mıdır?
Allah’ın kitabını çok okuyalım ve O’na karşı huşu duyalım. Allah’ın kitabını okuduğumuz gibi Peygamber Efendimizin sünnetini, hadislerini ve hayatını da okuyalım. Kendimizi, çevremizi, ailemizi korumak için sık sık Kitabullah ve sünnet ile beraber olalım. İşte o zaman biz kendimizi etrafımızın kuşatıldığı şu hayatta emniyete alabiliriz. Her birimiz her gün şeytanın oklarına muhatap oluyoruz. Şeytanın okları bizi bir gün yaralıyor, bir gün öldürüyor. Bu yüzden bizim bir zırhla kendimizi korumamız gerekiyor ki bu zırh Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir. O yüzden Allah’ı daima anmalıyız. Bundan dolayı Allah namazı günün muhtelif saatlerine yaydı ki O’nu hatırlayalım ve O’nunla beraber olalım.
Bizim örneğimiz Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de bize numune-i imtisal olarak onu gösteriyor. Ancak insanlar diyebilirler ki: “Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamberdir, Allah’ın koruması altındadır ve onu Allah terbiye etmiştir. Biz onun gibi nasıl olabiliriz?” İşte bu sebepten Allah (c.c.), Peygamber Efendimizin çevresinde bir sahabe halkası oluşturdu. Sahabe aynı bizim gibi insandır ancak onlar masum yani günahsız değildir. Onların da hataları, kusurları olabilir ancak onlar adildir. Dolayısıyla sahabe, günümüz insanına İslam’ı yaşama konusunda herhangi bir bahanesinin söz konusu olmadığının bir göstergesidir. Onlar, İslam öncesi hayatlarına âdeta bir sünger çekip Allah’ın ve Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar bir hayata nasıl sahip oldular ve ortaya koydularsa; böyle bir hayatın bütün insanlar için de mümkün olabileceğini göstermiş oldular. Biz de onlar gibi bir hayat yaşayabiliriz ancak şunu bilelim ki biz onların seviyesine çıkamayız. Vahye adanmış, Hz. Peygamber’in sünnetiyle kuşanmış böyle bir ömrü her birimizin yaşaması duasıyla…
Öz Geçmiş
Prof. Dr. Mustafa Ağırman, 1954’te Erzurum’un Oltu ilçesinde doğdu. 1966 senesinde İstanbul Gaziosmanpaşa Küçükköy İlkokulunu, 1969 senesinde Sakarya İmam Hatip Okulunun orta kısmını, 1972 senesinde de aynı okulun lise kısmını bitirdi. 1976 senesinde İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünü bitiren Mustafa Ağırman, bir dönem Samsun Alaçam İmam Hatip Lisesinde öğretmenlik yaptı. 1987 senesinde Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde “Hz. Muhammed Döneminde Mescidin Fonksiyonları” isimli teziyle yüksek lisansını, 1992 senesinde aynı üniversitede “Hz. Muhammed’in Savaş Stratejisi” isimli tezi ile doktorasını tamamlayan Ağırman, aynı sene Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde 1982 senesinden beri sürdürmüş olduğu öğretim görevliliği vazifesinde yardımcı doçent oldu. 2002 senesinde doçent, 2008 senesinde profesör olan Ağırman, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü İslam Tarihi Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdürdü. 2022 yılında bu fakülteden emekli olan Prof. Dr. Mustafa Ağırman, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, İslam Tarihi ve Sanatları Bölümünde Prof. Dr. Öğretim Üyesi olarak görevine devam ediyor.