Makale

DİVAN ŞİİRİNDE AHLAKİ DEĞERLERİMİZ TEVEKKÜL

DİVAN ŞİİRİNDE AHLAKİ DEĞERLERİMİZ
TEVEKKÜL


Dr. Halil İbrahim HAKSEVER
Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


Ey Fuzuli çekme sen rah-ı tevekkülden kadem
Menzil-i maksuda yetmekdir mukarrer ben zaman
(Fuzuli)

Günümüzde mana bağlamından koparılan kavramlarımızdan biridir tevekkül. Din bahsinde doğru bir anlama sahipken olumsuz bir manaya hamledilerek bazılarınca sanki tedbirsizliğin (bazen de tembelliğin) mazereti gibi kullanılır dilimizde. Dinî kaynaklarda tevekkül, kişinin kendini Allah’ın irade ve takdirine teslim etmesi, bütün işlerinde Allah’ı vekil bilip sadece O’na güvenmesi, O’ndan gelene razı olmasıdır. (Mustafa Çağrıcı, Tevekkül, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 41, s.1.) Kelimenin kader anlayışıyla da yakın ilgisi vardır. İnsanoğlu, işlerini yürütürken uyması gereken tedbirin sınırı nedir, hangi safhada tevekkül ile hareket edecektir? Kişinin alacağı tedbirin takdiri değiştirip değiştirmeyeceği gibi hususlar dinî alanda kelami müzakerelere de konu edilmiştir. Kul olarak üzerimize düşen görevleri yaptıktan sonra işin sonucunu Yaradan’dan beklememiz gerektiği şeklinde özetleyebileceğimiz tevekkül kavramı, elbette klasik şairlerimizin de gündeminde olmuş; aynı inanışa sahip oldukları toplumun düşünce ve kabulleriyle ters düşmeyecek tarzda beyitlerde kullanılmıştır.
Divan şairi mütevekkil midir?
Şiirlerinde tevekkülü tanımlamayan şairler, kelimeyi, sadece Allah’a dayanıp güvenme şeklinde de hiç kimseye (hele de namerde) minnet etmeme düşüncesi ile de anlamışlardır. Rindane bir eda ile olana/vuku bulana gönülden razı olup yüksek bir teslimiyet duygusunu dile getirmişlerdir. Gazelinde tamamen bu duyguyu işleyen Baki, O’ndan gayrısını devreden çıkarmış; fermanına ve kazanın hükmüne tabi olduğunu, dünyaya ve değersiz kimselere boyun eğmediğini gururla yazmıştır:
Ferman-ı aşka can iledir inkıyadımız
Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadımız
Baş eğmeziz edaniye dünya-yı dûn içün
Allah’adır tevekkülümüz itimadımız (Baki)
Yaptıklarıyla söyledikleri arasında (varsa) bir çelişki görülebilecek şairler, bunun hesabını şüphesiz Yaradan’a verirler ama okuyucularına söyledikleri, hakikate ters şeyler değildir. Tevekkül köşesinde daima kanaatle oturmayı tavsiye eden Müridi, öğretici bir üslubu benimsemiş, belki kendi de böyle yapmıştır:
Gel tevekkül kuşesinde tut makam
Ol kana’at eşiğinde müstedam (Müridi)
İtikadi anlamda “mutlak” iltica makamının Rabbimiz olduğuna inanan Azmi, belki umduğuna kavuşamayınca daha bir istekle o makama işarette bulunur:
Ne derviş ü ne zahidden ne mir ü şâhdan iste
Yürü yokdan seni var eyleyen Allah’dan iste (Azmi)
Şiir diliyle “Sen hele ihlas gemisine tevekkül yelkenini çek; emel denizinde uygun bir rüzgâr elbette çıkar.” diyen Fıtnat Hanım da samimi bir mütevekkil edasındadır:
Tevekkül badbanın kıl küşade fülk-i ihlasa
Eser bahr-i emelde bir muvafık ruzgar elbet (Fıtnat Hanım)
Tevekkül düşüncesi beraberinde güçlü bir sabır ve kanaat duygusu gerektirir, bunu başaramayanların iki tarafta da zararlı çıkacağı ifade edilir. Yani ekseriyetini elde edip sonuncu arzusuna kavuşamayanlar için de “zillet” hâlinden bir türlü kurtulamayanlar için de tevekkül duygusu bir teselli sığınağı kabul edilmiştir.
Şair olup da şu dünyanın (ve içindekilerin) cefasını dile getirmeyen olmaz herhâlde. Kendilerine reva görülen davranışları veya yaşadıkları zorlukları katlanılabilir hâle çevirmenin yollarını gösterirken insanlara karşı “müdanasız”, varlığın sahibine karşı da “mütevekkil” bir tavrı tercih etmişlerdir onlar. Şüphesiz onların duyguları da zaman zaman iniş çıkışlar göstermiş; bazen abid gibi bazen rintçe edalarla kaleme sarılmışlardır. Şairlerin değişken tavırları, hangi rolde samimi olduklarında bizi şüpheye düşürse de her bir hâlin hakikate yakınlığı söz konusudur.
Aslında bütün şairlerin temel düşünceleri “aşk” olduğundan her ne söyleyeceklerse bu mana ile söylerler; lafızda belirtseler de belirtmeseler de bu ana “tema” ile irtibatlı olarak kanaatlerini ortaya koyarlar. Öyle ki aşk/şiir yoluna girmede esas olanın tevekkül duygusu olduğuna inanan şair, bu dayanma gücüne güvenmese şu beyti neden söyler:
Rah-ı aşka girmede maye tevekküldür heman
Haletî yohsa müfid olmaz bu yolda ihtiyat (Haleti)
Bir başka şair de gönlü kederle dolu aşk yolcusuna hitabında, yola girerken tevekkül şalını omuza alıp Mevla’ya yönelmesini tavsiye eder:
Gir rah-ı aşka şal-ı tevekkül be-duş olup
Gör ey dil-i sitem-zede Mevla ne gösterir (Vahyî)
Beyitleri bizlere hediye eden şairlerin dünyada işlerinin tamamen rast gittiğini ya da ters gittiğini düşünmeyelim. Onların da hayatı herhâlde zikzaklar çizmiş olmalıdır. Fakat izlenecek doğru tutumu bizlere işaret etmeleri yerindedir. Belki zor bir anında işleri asıl sahibine havale etmeyi salık veren Baki de O’na sığınmaktan daha iyi bir tercih olamayacağını ilan ediyor:
Umurun Hakk’a tefviz et tevekkül eyle ey Baki
Ki cay-ı iltica olmaz Cenab-ı Kibriyadan yeg (Baki)
Zühd ve aşk duyguları arasında seçme yapan üstatlar, bazen adresi açıkça yazarak bütün ahvalde O’na yönelmenin lüzumunu telkin etmişler; kimi kez de kavrama pek vurgu yapmadan, hiç kimseden beklentilerinin olmadığını minnetsizlik duygusuyla yazmaktan zevk almışlardır. Şu beytimiz tam da böyledir:
Cihanın ni’metinden kendi ab u danemiz yegdir
Elin kâşanesinden kuşe-i viranemiz yegdir (Nadiri)
Minnetsiz şairler
Daha çok fakirliğe ve hayatın çeşitli zorluklarına dayanma tavsiyesiyle tevekküle işaret eden şairler, başkasına minnet etmemeyi mertlik saymışlardır. Söylediklerinin zımnında, güvencelerinin sadece Allah olduğu inancı şüphesiz vardır; lakin onlar kişilere müdanasız davranmaktan ayrı bir zevk almış olmalılar. Kimseye (namerde) muhtaç olmamayı salık veren şair şu dünyada can sağlığıyla yaşayıp mert olduktan sonra giyecek (elde edilecek) külah eksik olmaz diye kanaat belirtmiş:
Külahın sat yine lakin yokuncul olma na-merde
Cihanda kelle sağ olsun külah eksik değil merde (Necib/3. Ahmed)
Şiirimizin mertlik ve yiğitlikte öne çıkan şairlerinden Nefi, her mihnete katlanabileceğini, lakin vuslat zevkinin hatırına yârin ayrılık derdini çekmek istemediğini haykırmıştır. İstiğna ile karışık bir tevekkül edası kendisine çok yakışan şairimiz, bu ahlaki terime kendisi üzerinden örnek vermek istemiştir:
Cana minnet ne çekersem çekeyim ey Nefi
Lezzet-i vuslat için firkat-i yâri çekemem
Söyledikleriyle hayatı pek uyumlu olan aynı şairimiz, zaten dünyada sefa bulmadığını, onun ehli olanlardan da bir beklentisinin olmadığını söylemiştir:
Ne dünyadan safa bulduk ne ehlinden recamız var
Ne dergâh-ı Huda’dan ma’ada bir ilticamız var (Nefi)
Dünya izzeti için kimseye minnet edip onun yükünü çekmeyeceğini belirten Şeyhülislam Yahya da benzer duyguya sahiptir:
İzzet-i dünya için memnunu olmam kimsenin
Çekmeğe bar-ı bela-yı minneti takat mi var (Şeyhülislam Yahya)
Şairler makam sahibi de olsalar diğer şairlerle aynı kulvarda yarıştıklarından onlarla benzer dili kullanmak zorundadırlar. Ragıb Paşa, “Demirden de olsa feleğin yayını çek fakat dünyada alçakların minnetini çekme.” der mesela:
Ahenden olsa da feleğin çek kemanını
Çekme felekde siflelerin imtinanını (Ragıb Paşa)
Minnet etmeme duygusu ilk bakışta şahsi bir kapris gibi görünse de iyiliğinin kibrini taşıyanlar veya yansıtanlara karşı “müstağni” davranmak da ahlaki bir erdem değil midir?
Gayrıya minnetsiz, tam bir tevekkül edasıyla yazılmış şu beyte ne dersiniz?
Minnet Huda’ya devlet-i dünya fena bulur
Bâkî kalır sahife-i âlemde adımız
Yaratıcıya mütevekkil, fânilere minnetsiz şuaranın ervahına rahmetler niyaz ederiz...