Makale

İslam Medeniyetinde İnsan Yetiştirmenin Temel İlkeleri

İslam Medeniyeti’nde İnsan Yetiştirmenin Temel İlkeleri

Prof. Dr. Zafer Erginli
RTEÜ İlahiyat Fakültesi

İnsan, bağlanmakla unutmak arasında gidip gelen bir sarkaç gibidir. Sözlüklerdeki mana varyasyonları, onun çevresi ve hemcinsleriyle uyum hâlinde yaşayabilmesinden dolayı ünsiyetle (alışmak, uyum sağlamak) Allah’a verilen ahdi unutması yüzünden nisyan (unutkanlık) arasında kalan bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanı açıklayan ve deri, kabuk gibi anlamlara gelen beşer kavramı bir yandan insan türünü ifade ederken, diğer yandan aynı kökten gelen müjde anlamındaki büşra kelimesi de insanın gelebileceği mükemmel hedefi müjdelemektedir. İnsanı içine alan Âdem kelimesinin kök anlamları içerisinde tip, örnek, insicam ya da ülfet kavramları da ilk insanın örnekliği yanında ünsiyet yönüne işaret etmektedir. (krş. Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Manzûr, Lisânü’l-‘Arab, nşr. Emin Muhammed Abdülvehhâb-Muhammed es-Sâdık el-Ubeydî, Beyrut 1996, c. I, ss. 95-99, 231-236, 413-414; er-Râgıb el-Isfahânî, Müfredâtü elfâzi’l-Kur’ân, nşr. Safvân Adnân Dâvûdî, Dâru’l-Kalem-Dâni’ş-Şâmiyye, Dımaşk-Beyrut 1412/1992, s. 70, 94, 124-126. Bu yönüyle insan bütün bilgilerini ilk olarak Allah’tan almıştır: “Allah Âdem’e tüm isimleri öğretti.” (Bakara, 2/31.)
Din, insana unuttuğu hakikati hatırlatan ilahî çağrının ifadesidir. Bu kavramın, âdet, durum, hüküm, ceza, mükâfat, itaat, hesap, yönetme-yönetilme, tapınma, tevhit, İslam, şeriat, hudut, millet gibi anlamlara gelmesi yanında, aynı kökten gelen borç anlamındaki deyn mastarının din mastarından gelen hesap anlamıyla kavramsal ilişkisi de insanın kendi başına bırakılmadığına işaret etmektedir. Bu noktada din kavramının Batı dillerindeki karşılığı olan religion kavramına verilen anlamlardan birinin yeniden bağlanma oluşu da insanın rehberliğe ihtiyacının bir başka göstergesidir. (Bu konuda bir tahlil için bk. William Chittick, Varolmanın Boyutları, trc. Turan Koç, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s. 53-56.) Bu iki kavram üzerinde yapılan tahliller, insanın hem varlık, hem bilgi, hem de ahlaki değerler açısından Allah’a borçlu olan ve bu durumun farkında bulunan bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır. Tevhit inancı yanında toplum nizamı hakkında uyarılarda da bulunan (Şuara, 26/105-197.) peygamberlerin görevi, insanlığı unuttuğu hakikatle yeniden tanıştırmak ve insan insana yaşamanın yollarını öğretmektir.
İnsan varlığının algılanabilir tüm verimlerini içeren medeniyet kavramının da din kavramıyla irtibatlı olduğu dikkat çekmektedir. (bk. Nakîb Attâs, Modern Çağ ve İslâmî Düşünüşün Problemleri, trc. Mahmut Erol Kılıç, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, ss. 80-95.) Bazı sosyolojik tahliller de medeniyetlerle onların arka planındaki dinî yapılanmalar arasında sıkı irtibatlar görmektedir. (Örnek bir tahlil için bk. Ali Şeriatî, Kültür ve İdeoloji, trc. Orhan Bekin, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 27-49. Ayrıca bk. a. mlf., Medeniyet ve Modernizm, trc. Ahmet Yüksek, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 202 vd.) Peygamberimizin (s.a.s.) hicretle başlayan ve medeniyet kavramına kök olmasıyla dikkat çeken ana şehri -Medine’yi- kurması da bu kavramlar arasındaki ilişkinin yaşayan boyutudur. Dinin mekân boyutunu temsil eden Medine, İslam insanının yetiştirildiği şehirdir. Bu yönüyle Medine, Kitab’ın peygamber terbiyesindeki laboratuvar kentidir. Bu kentte yetişmiş olan örnek nesil sahabe neslidir.
Hz. Peygamber, kendisinin güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk,1, 8; İbn Hanbel, II, 381.) beyan ederken, medeniyetin temelindeki yüksek değerlerin öğreticisi olduğunu da ifade etmiş oluyordu. Hz. Aişe’nin deyimiyle o, insanlığa bu değerlerin yaşanabilirliğini gösteren “canlı bir Kur’an” (Müslim, Kitab-ü Salati’l-Müsafirin, 139; Nesai, Kıyamü’l-leyl, 2.) idi. Şu ifade onun bu özelliğini ortaya koymaktadır: “Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Hz. Muhammed’i (s.a.s.) peygamber olarak gönderdi. Biz, Rasulüllah’ı neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız.” (Nesai, Taksir, 1.) Onun tuvalet adabına varıncaya kadar her şeyi ümmetine öğretmesini alay konusu yapmak isteyen müşriklerin sorusuna Selman-ı Farisi’nin verdiği cevap da bunu ortaya koymaktadır: “Evet, o bize… her şeyi öğretir.” (Buhari, Vudu, 1, 11; Ebu Davud, Taharet, 4.) Bu ifade Peygamberimizin insan yetiştirme işinin, sadece inançla sınırlı kalmadığını, hayatın bütününü kapsadığını göstermektedir. Şu hâlde din insanı bir bütün olarak muhatap almakta, onun bütününe hitap etmekte, peygamber de bütün hayatıyla insanlığa örnek olmaktadır. Çünkü insan maddi ve manevi yönleriyle bir bütündür. (Bu noktada İslam ile Hristiyanlığın insan anlayışlarının bir mukayesesi için bk. Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, trc. Salih Şaban, Nehir Yayınları, İstanbul 1993, s. 244-249. Bu farklılığın mimari sahadaki yansımalarının vurgulandığı bir yaklaşım için bk. Turgut Cansever, Şehir ve Mimarî Üzerine Düşünceler, Ağaç Yayıncılık, İstanbul 1992, s. 13-14.)
Bu terbiyenin sürdürülebilirliği de ancak aynı yöntemin nesiller boyunca devam etmesiyle mümkündür. Peygamber-sahabe arasındaki hoca-talebe ilişkisi, İslam Medeniyeti’nin sonraki yüzyıllarında farklı boyutlarda, aynı değerlerin yaşatılmasıyla nesillerden nesillere aktarılmıştır. Bu aktarımın ilim, sanayi ve güzel sanatlar gibi çeşitli boyutları bulunmaktadır.
Hadis ilimleri başta olmak üzere, ilimlerin bir bilenden alınması usulü ilk zamanlardan beri İslam ilim tarihine damgasını vurmuştur. İlmî hayatın medeniyetimizdeki gelişimine bakıldığında, ilim kavramının öncelikle Kitap ve sünneti ihtiva ettiği (bk. İlhan Kutluer, “İlim”, DİA, XXII, 111.), dolayısıyla ilim sahibi olabilmek için öncelikle dinî bilginin temelinde yer aldığı bir kültür birikimine sahip olunması gerektiği fikri karşımıza çıkmaktadır. Bu kabul, öncelikle peygamberin getirdiği bilgi ve değerlerin merkeze alınması, dolayısıyla insanlığın peygambere talebe olması gereğinin ifadesidir. Bu çerçevede ilmî usullerin ilk temsilcilerinin sahabe arasından çıkması rastgele bir durum değildir. Fıkıhtaki rivayet ağırlıklı ekollerin İbn Abbas, rey ağırlıklı ekollerin ise İbn Mes’ud tarafından temsil edildiği, sonradan gelen fıkıh âlimlerinin de bu sahabileri izledikleri bilinmektedir. İmam Malik hadis çevresindeki fıkıh anlayışıyla Medine uygulamalarının derlemesini yapmak suretiyle sahabeye talebe olurken, İmam-ı Âzam Ebu Hanife de aynı neslin izinden giderek rey ekolünün gelişmesini sağlamıştır. İmam-ı Âzam’ın talebeleri İmam Şafii’yi, İmam Şafii de İmam Ahmed b. Hanbel’i yetiştirmek suretiyle bu bire bir eğitimin fıkıh ilmi içerisinde sürdürülmesine katkı sağlamışlardır. İmam-ı Âzam gibi ticaret hayatının içinde de bulunan âlimler, talebelerini sadece ilmî bakımdan değil, mali yoksunluklarına da kayıtsız kalmamış, ekonomik gücü zayıf olan talebelerine destek olmuşlardır. Bu uygulama, sonraki yüzyıllarda vakıflar yoluyla sisteme bağlanacak, medrese ilim konusundaki merkezî konumunu vakıf sistemi yoluyla ayakta tutacaktır. Ancak âlimin temel hedeflerinden biri, bir sadaka-i cariye bilinci içerisinde, her yönüyle iftihar edilebilecek talebeler yetiştirmektir.
İlmî hayat başta olmak üzere hayatın her yönünü destekleyen vakıf sisteminin ayakta durması, ticaret ve sanayi hayatının canlılığıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Mesnevi’sinde yeryüzündeki bütün sanatların vahiy ürünü olduğunu açıkça söyleyen Mevlana’nın şu ifadeleri maddi medeniyetin temelinde de manevi değerlerin bulunduğunu göstermektedir:
Nihayet terzilik ve mimarlık ve dülgerlik ve kuyumculuk ve ilm-i nücum ve tıp vesaire gibi sayılmakla bitmeyen türlü hıref ve sanayi insanın bâtınından peyda olmuştur. Taştan ve kerpiçten zuhur etmemiştir. (krş. Mevlânâ, Mesnevî (Tıpkıbasım), Ankara 1993, IV, 178a (beyt 1294-1297); (trc. Adnan Karaismailoğlu, İstanbul 2004, IV, 60); a. mlf., Fîhi mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İstanbul 1994, s. 48-49.)
Ticaret ve sanayi de İslam Medeniyeti’nin usta-çırak ilişkisi içerisinde gelişen önemli bir koludur. İslam meslek erbabı, her şeyden önce peygamberleri rehber gören bir anlayışa sahiptir. Bütün mesleklerin peygamberlerden ve sahabeden birer piri olduğunu kabul eden anlayışın belli bir dönemden sonra tasavvufi nitelikli esnaf nizamnameleri olan fütüvvetnamelere hâkim olması yanında, bir pîre ve ustaya bağlı olmayan kişilere hakaret maksadıyla söylenen “nursuz pirsiz adam” ifadesi de talebenin hocasıyla, çırağın da ustasıyla tanınıp bilindiğini ortaya koymaktadır. (Abdülbâkî Gölpınarlı, “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, c. XI, (1949-1950) sy. 1-4, s. 91-92, 101.) Mimar Sinan’ın ağzından, kendisini marangoz olarak yetiştiren ustasına yazılan şu dua mahiyetindeki şiir de, sanatta ustaya verilen değeri göstermektedir:
Hudâ şâd eyleye rûh-ı revânın
İde Firdevs-i Âlâ’da mekânın
Benim üstâdıma kim âferin bâd
Beni neccarlıkta kıldı üstâd (Mimar Sinan ve Tezkiretü’l-Bünyân, ed. Metin Sözen, haz. Suphi Saatçi, Emlâk Bankası Yayınları, İstanbul 1989, s. 52.)
Bir sanat mektebi olduğu kadar, maneviyat ocağı olarak da bilinen Ahilik sistemi, çırağı sadece sanatkâr olarak eğitmemekte, ona ahlaki bir olgunluk kazandırmayı da hedeflemekteydi. İnsanı bir bütün olarak ele alan sistem liyakat esasına göre işlemekte, çırağın ustasından hem sanatın inceliklerini, hem de ahlaki olgunluğun sırlarını yaşayarak öğrenmesi esasına dayalı olarak çalışmaktaydı. Bütün yükselme aşamalarında, mesleki öğütler kadar, ahlaki öğütlerin yoğun mesajları altında kalan aday sanatkâr, kendinden çok başkalarını düşünen bir esnaf tipi olmak üzere yetiştirilmekteydi. Bu terbiye metoduyla yetişen esnaf tipi, haksız rekabete iltifat etmeyen karakteriyle, yakın bir zamana kadar toplum hayatımızda ağırlığı hissedilen bir ahlaki duruşun temsilcisi olmuştur. (Ahmet Tabakoğlu, Türkiye İktisat Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2009, s. 334. a. mlf., Toplu Makaleler I İktisat Tarihi, Kitabevi, İstanbul 2005, s. 344, 346. Yusuf Ekinci, Ahîlik ve Meslek Eğitimi, MEB Yayınları, İstanbul 1989, s. 22, 31, 35-39; Muhittin Şimşek, Ahilik: TKY ve Tarihteki Bir Uygulaması, Hayat Yayınları, İstanbul 2002, s. 151, 162-172.) Günümüzde ahlaki boyutu göz ardı eden mesleki eğitim, sadece meslek ahlakının değil, toplum ahlakının da yozlaşmaya uğramasına sebep olmaktadır. İnsanı parçalayan her sistem gibi, mesleki eğitim de ahlaki boyuttan soyutlandıkça, sadece ahlaki yönü yok etmekle kalmamakta, ortada sanat ve meslek adına da bir şey bırakmamaktadır.
Bire bir eğitimin ortaya çıktığı sahalardan biri de güzel sanatlardır. Sanatın zirvesi sayılan şiirin bu noktada özel bir yeri vardır. Kur’an’da ilk bakışta şairler aleyhinde görülen ifadeler, iman edip salih ameller işleyenleri istisna etmekle (Şuara, 26/224-227.), peygamberlerin eğitim halkasına giren ve dolayısıyla bir geleneğe mensup olan şairleri sapkın şairlerden ayrı tutmaktadır. Bu çerçevede imanı ve insani değerleri Hz. Peygamber’den öğrenen şair sahabiler, şiirlerini de Allah Rasulü’nün emrine vermişlerdi. Hakkında ölüm fermanı varken, yaşadığı pişmanlık sonucu “peygamber şairi” olmaya hak kazanan Kâb b. Züheyr, bunun en çarpıcı örneğidir. İbn Hişam’ın Siyer’inde bir kabilenin şiir ve hitabet yoluyla Müslüman olması gibi eşsiz örneklerin de süslediği bu hususa özel bir önem verilmiştir. (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa es-Seka-İbrâhim el-Ebyârî-Abdülhafîz Şelbî, Kahire ts., III-IV, s. 560-567.)
Şiirini peygamber öğretileri emrine veren sahabi şairlerin tavrına paralel olarak pek çok sufi, yaşadığı yüksek düzeydeki manevi tecrübeleri şiirle anlatmayı tercih etmiştir. Sanatın soyutluğuna bağlı olarak tasavvuf yoluna girmek, dolayısıyla bir rehbere bağlanmak, şairlerin de olmazsa olmazlarından biri sayılmış, hatta bir mürşide intisap etmeden şiir vadisinde yol almaya çalışan kişiler, kendi yeteneklerini yeterli gördükleri suçlamasıyla ayıplanmışlardır. Bir tasavvufi yola dâhil olmasa bile en azından ona yakın görünmek, belli bir dönemde şairler arasında yaygınlık kazanmıştır. (Bu hususta örnek bir metin için bk. Mahmut Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İnsan Yayınları, İstanbul 2004, s. 88-89. Tekke ve sanat hayatı için bk. Mustafa Kara, Din Hayat ve Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yayınları, İstanbul 2013, ss. 183-210.) Bu durum da göstermektedir ki, o dönemde yaşayan münevverler, soyut imgeye dayalı şiir ve sanatın, ancak manevi tecrübeyle istikamet kazanabileceği gerçeğini fark etmişlerdir. Batı sanatının “bir meydan okuyuş”, İslam sanatının ise “Allah’a boyun eğiş” olarak tasvir edilmesi, (krş. Mehmet Aydın, Din Felsefesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir 1987, s. 236-238; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm Sanatı ve Mâneviyâtı, İnsan Yayınları, trc. Ahmet Demirhan, İstanbul 1992, s. 19-20, 256; Şeriatî, Medeniyet ve Modernizm, 121 vd.; Vedat Erkul, Sanat ve İnsan, Timaş Yayınları, İstanbul 1996, s. 136.) İslam sanatının temelinde yer alan tevhit yanında, saf ve sahih geleneğe bağlılığın da ifadesidir.
Hoca–talebe, usta–çırak ilişkisinin kaybolduğu eğitim modellerinin yaygınlaşmasıyla, hayatın profanlaşması tehlikesi baş göstermiştir. Bu durumun sorumluluk anlayışını göz ardı eden, değerlerden soyutlanmış bir özgürlük vurgusuyla ahlaki hassasiyetleri yok sayan bir noktaya yönelmesi günümüzün tehlikelerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. İnsan parçalandıkça hayat parçalanacak, parçalanmış hayatlar, insanın parçalanmışlığını daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Süluk ile meslek’i, dolayısıyla ahlak ile ekonomiyi birleştiren Ahilik tecrübesi, bizde fonksiyonel yönlerinden soyutlanmışken, Batı dünyası Ahilik tecrübesini bir kalkınma modeli olarak kullanmakta, İsveç Kralı XII. Şarl tarafından Ahilik kurumundan mülhem olarak İskandinav ülkelerinde “kamu denetçiliği” kurumunun geliştirildiği görülmektedir. (krş. Nurettin Öztürk, “Ahîlik Teşkilâtı ve Günümüz Ekonomisi, Çalışma Hayatı ve İş Ahlâkı Açısından Değerlendirilmesi”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 7, Aralık 2002, s. 43-44; Şeref Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku, Yetkin Yayıncılık, Ankara 1997, s. 106; Hasan Abdioğlu, “Yönetişim İlkelerinin Uygulamasında Kamu Denetçiliği (Ombudsmanlık) Kurumu ve Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye Açısından Önemi”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, yıl 6, sy. 11, Bahar 2007/2, s. 81-82.) Öte yandan İslam sanatındaki soyutluğun, alabildiğine somuta yönelmiş bir mantaliteye sahip olan Batılı sanat çevrelerinin ulaşmak istediği bir hedef hâline gelmesi, bu çerçevede Picasso gibi bir sanatkârın hat sanatını soyut sanata temel olarak takdim etmesi de, (Ünlü ressam Picasso’nun hat sanatı hakkındaki sitayişkâr ifadeleri için bk. Aydın, 237-238; Erkul, 141-142.) bizde değeri bilinmeyen unsurların başkaları tarafından hedef olarak ortaya konulduğunu göstermektedir.
Ancak kültürel bakımdan gururumuzu okşayan bu etkilenimler çevresinde unutulan ve İslam Medeniyeti’nin insan yetiştirme esaslarını oluşturan iki temel husus vardır ki, bu hususlar dikkate alınmadan, sözü edilen tecrübelerin huzurlu bir ortam sağlaması asla mümkün olmayacaktır. Bunlardan birincisi, sahih inanç temeline dayalı hoca– talebe, usta–çırak ilişkisi, ikincisi ise insanın tüm gelişim süreçlerinin, ancak onun bütünlüğünün korunmasıyla gerçek hedefine ulaşabileceğidir. İşte bu iki husus, Hz. Peygamber’in hayatında en mükemmel şekliyle birleşmiş bulunmaktadır.
Bu noktada Hz. Peygamber’in sadece bir peygamber değil, aynı zamanda bir insan, bir devlet başkanı, bir komutan, bir hâkim, bir aile reisi, bir baba, ama hepsini de kapsayan bir muallim oluşunun fonksiyonel bir tarzda hayatımıza yeniden taşınması bir ihtiyaç olarak öne çıkmaktadır. Böylelikle hoca–talebe, usta–çırak ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasında onun rehberliği bize yol gösterecektir. Unutulmaya yüz tutmuş olan değerler yeniden hatırlanacak, insan insana yaşamanın sırlarını sunan değerler ışığında hayatın bütünlüklü bir şekilde yeniden yapılandırılmasının önü açılmış olacaktır.