Makale

HATEMÜ’L-ENBİYA HZ. MUHAMMED (S.A.S.)

HATEMÜ’L-ENBİYA
HZ. MUHAMMED (S.A.S.)

Prof. Dr. Erdinç AHATLI
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


İnsanlık tarihinin gördüğü en önemli kurum olan peygamberlik/nübüvvet, dinin esası ve özüdür. Din peygamberle kaim, insanlık onunla mesut, medeniyet onunla mamur olmuş, dünya onunla anlam kazanmıştır. Yüce Allah insanlara ilahi buyruklarını öğretmek için hemcinslerinden özenle seçtiği peygamberleri göndermiştir. Bu peygamberlerin son halkası olan Resul-i Ekrem de kendisinde toplanan en yüce ahlaki değerler bakımından bütün bir beşeriyete ve özellikle zatına iman edenlere en güzel örnek olmuştur. (Ahzab, 33/21.) Her kesimden insana örnek olan yönleriyle Allah Resulü (s.a.s.) aynı zamanda bütün peygamberlerin ortak özellikleri olarak sayılan beş temel hususiyeti de mümtaz zatında barındırmaktadır. Peygamberliği anlatan neredeyse bütün kitaplar onlarda bulunması gereken bu beş temel hususu; sıdk (doğruluk), emanet (güvenilirlik), tebliğ, fetanet (üstün zekâ ve anlama kabiliyeti) ve ismet (Allah Teâlâ tarafından korunmuşluk) olarak saymışlardır.
Resulüllah (s.a.s.) sözlerinde, davranışlarında ve düşüncelerinde sadakatten ve emanetten hiç ayrılmayan zirve bir şahsiyet ve müstesna bir modeldir. Esasen sıdk ve emanet, birbirinden ayrılmayan iki özelliktir. Kur’an-ı Kerim’in peygamberler için saydığı pek çok olumlu nitelemeler arasında en dikkat çekenlerden ikisi, onların doğru (sıdk) ve güvenilir kişiler olmalarıdır. Nitekim Kur’an, Hz. İsmail’in her zaman sözünde duran bir kimse, bir resul ve bir nebi olduğunu vurgulamış (Meryem, 19/54.), Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih ve Hz. Şuayb hep kendilerinin “güvenilir ve samimi” olduklarını ifade etmişlerdir. (Araf, 7/62, 67, 68, 79, 93.) Dolayısıyla doğruluk ve bunun ayrılmaz bir parçası güvenilirlik, peygamberlerin düşüncelerinde, sözlerinde ve davranışlarında vazgeçilmez bir unsurdur. Fahreddin Razi’nin, Kur’an-ı Kerim’deki sıddık ile nebi kelimelerinin yan yana gelmesini (Meryem, 19/41, 56), sadakatin nübüvvete en yakın mertebe olmasıyla izah etmesine (Mefatihu’l-gayb, (nşr. M. M. Abdülhamid), Beyrut ts., c.21, s.223), emin ile resul kelimelerinin birlikte zikredilmesini de (Şuara, 26/107, 125, 143, 162, 178, 193; Duhan, 44/18.) ekleyebiliriz. Buna göre emanet de risalete en yakın mertebe denilebilir.
Diğer bütün mükemmel vasıflarının yanı sıra, Yüce Resul’ün hayatının hiçbir döneminde doğruluktan ayrıldığı, sözünden caydığı, emanete hıyanet ettiği, yalan söylediği görülmemiş, bunlarla ilgili en küçük bir ithama maruz kalmamıştır. Bu nedenle Resulüllah’ın (s.a.s.) getirdiği mesajı reddeden muarızları tarafından, kendisine mecnun (Hicr, 15/6.), sihirbaz (Zariyat, 51/52.), kâhin (Tur, 52/29.) ve şair (Enbiya, 21/5.) suçlamaları yöneltildiği hâlde asla onun yalan söylediği, vefasız, sadakatsiz ve güvenilmez olduğu söylenememiştir. Nitekim Müslümanların varlık-yokluk mücadelesinin ilk önemli dönüm noktası olan Bedir’de müşrik ordusunun sancaktarlığını yapan, Hz. Peygamber’e olan düşmanlığından dolayı “Kureyş’in şeytanlarından biri” şeklinde nitelenen Nadr b. Haris, Kureyşlilere yaptığı konuşmada Allah Resulü’ne atılan şair, kâhin ve mecnun gibi iftiraların mesnetsiz olduğunu beyan ederek onun doğru sözlülüğünü ve emanete riayetini açıkça teslim etmiştir. (İbn Hişam, es-Siretü’n-nebeviyye, (nşr. Mustafa es-Sekka), Beyrut: Darul-hayr, 1410/1990, c.1, s.239.) Keza Hz. Peygamber’in amansız hasmı Ebu Cehil de “Biz seni yalanlamıyoruz, fakat getirdiğin vahyi yalanlıyoruz (kabullenmek istemiyoruz)” diyerek aynı itirafı yapmıştır. Bunun üzerine Allah Teâlâ “(Ey Muhammed!) Biz çok iyi biliyoruz ki söyledikleri elbette seni incitiyor. Onlar gerçekte seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler Allah’ın ayetlerini inadına inkâr ediyorlar.” (Enam, 6/33.) ayetini indirmiştir. (Tirmizi, Tefsir (En’am), 7 [3064].)
Hz. Peygamber’in yalandan uzak oluşu ve sözünde durmasını, yani sadık, emin ve güvenilir şahsiyetini, Hudeybiye barış antlaşmasından sonra Şam’da ticaret maksadıyla bulunan, henüz Müslüman olmamış Ebu Süfyan ile dönemin Rum Kayseri Hirakl (Herakleios) arasında gerçekleşen konuşmada da görmek mümkündür. Hirakl’in Hz. Peygamber hakkında Ebu Süfyan’a yönelttiği çeşitli sorulardan ikisi, “Kendisinin peygamber olduğunu söylemeden önce onu yalan ile itham ettiğiniz olmuş mudur?” ve “Hiç sözünden cayar, ahdini bozar ve vefasızlık eder mi?” olmuştur. Bu iki soruya da Ebu Süfyan “hayır” demek durumunda kalmıştır. (Buhari, Bed’ü’l-vahy, 6.)
Mayası ilahi vahyi almaya hazır olanlar, dini tebliğe başladığında Hz. Peygamber’e ve onun getirdiklerine inanmakta hiçbir tereddüt göstermemişlerdir. Zira peygamberliğinden önceki hayatıyla, davranışlarıyla, tavırlarıyla Yüce Nebi, zaten toplumda deyim yerindeyse “adam gibi adam” hüviyetine sahip bulunmaktaydı. Söz gelimi Efendimizin vefakâr eşi Hz. Hatice, ilk vahiy geldiğinde yaşadığı tecrübeyi ve hissettiği ürpertiyi kendisine anlatan Resul-i Ekrem’i teselli ederek şöyle demişti: “Hayır, (korkma)! Vallahi Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen, akrabalarını gözetir (sıla-i rahim) doğru konuşursun, güçsüzlerin sıkıntılarını yüklenir fakirin ihtiyacını karşılarsın, misafire ikramda bulunur hak yolunda felakete uğrayana yardım edersin.” (Müslim, İman, 252.) Hz. Hatice annemizin sevgili eşine verdiği bu cevap, bir teselli olmasının yanında, aslında Allah Resulü’nün kişisel olarak toplumdaki yerini ve değerini ortaya koyması yönüyle de önemlidir.
Hz. Hatice’yi Peygamber Efendimizle evliliğe götüren sebep, onda müşahede ettiği dürüstlük ve güvenilirlik olmuştur. Soylu ve zengin birisi olan Hz. Hatice, gönderdiği ticaret kervanlarıyla ilgilenmesi için emek-sermaye ortaklığı (mudarebe) yoluyla güvendiği kişilerle sözleşmeler yapardı. Resul-i Ekrem’in doğru sözlülüğünü, son derece güvenilir oluşunu ve güzel ahlakını öğrenince ona, başkalarına verdiğinden daha fazlasını teklif ederek ticari işbirliği önerdi. Teklifi kabul eden Allah Resulü, Hz. Hatice’nin kölesi Meysere ile birlikte Şam’a gitti ve bereketli bir alışverişten sonra Mekke’ye döndü. Bu ticari seyahatte kendisine emanet edilen mallara gösterdiği özen, alım satımındaki dürüstlük ve kerim ahlakı Meysere’nin tanıklığıyla bildirilince Hz. Hatice, şu ifadeleri kullandı: “Bana olan akrabalığın, kavminin içinde şerefli ve soylu oluşun, onların nezdindeki güvenilirliğin, güzel ahlakın ve doğru sözlülüğünden dolayı seninle evlenmeyi arzu ettim.” (İbn İshak, Sire, s.60; İbn Hişam, es-Siretü’n-nebeviyye, c.1, s.154.)
Mekke döneminde Müslümanlar, müşriklerin baskı ve zulümlerinden kurtulmak amacıyla hicretin beşinci yılında bir Hristiyan olan Kral Necaşi’nin ülkesi Habeşistan’a sığındıklarında, Müslümanların sözcüsü Cafer b. Ebu Talib (r.a.) ile Necaşi arasında gerçekleşen konuşmada da Hz. Peygamber’in doğru sözlülüğü ile emin ve güvenilir oluşu ifade edilmiştir. Habeşistan’a giden müminleri geri getirmek için Mekkeli müşriklerin gönderdikleri elçilerin Necaşi ile görüşmeleri esnasında oraya çağrılan Müslümanların temsilcisi olan Ca’fer b. Ebu Talib; nesebini, doğruluğunu, güvenilirliğini ve iffetini bildikleri Allah Resulü’nün kendilerini İslam’a davet edinceye kadar her türlü kötülüğü işleyen putperest bir toplum olarak yaşadıklarını söylemiş, ancak Hz. Peygamber’in kutsal görevi aldıktan sonra onlara daha pek çok tavsiye ile birlikte doğru sözlü olmayı ve emanete riayet etmeyi emrettiğini bildirmiştir. (İbn Hişam, es-Siretü’n-nebeviyye, c.1, s.265; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.1, s.202.)
Kalem suresinde zikredilen Hz. Peygamber’in yüce bir ahlaka sahip olması (Kalem, 68/3.) sanki “emin” sıfatında billurlaşmış ve söz konusu nitelik onun için âdeta bir alem olmuştur. Mezkûr ayetin yer aldığı Kalem suresinin Mekke döneminin başlarında nazil olduğu göz önünde bulundurulursa, Hz. Peygamber’in risalet görevine henüz başladığı sırada her türlü mükemmel ahlaki vasıflarla donanmış olduğu ve bunun Allah Teâlâ tarafından insanlığa ilan edildiği anlaşılır. Nitekim “Ben sizin aranızda bundan (Kur’an’ın inişinden) önce (kırk yıllık) bir ömür yaşadım. Hiç düşünmüyor musunuz?” (Yunus, 10/16.) ayeti, Allah Resulü’nün nübüvvet öncesi hayatını davasına referans yaptığının göstergesidir. “Yoksa onlar henüz kendi peygamberlerini tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar?” (Müminun, 23/69.) ayeti ise Resul-i Ekrem’in şahsiyetine yapılan bir vurgudur. Bu yüzden Hz. Peygamber’in damadı Ebu’l-As b. Rebi Müslüman olmadan önce Şam’a yaptığı ticari seyahatte eşi Zeynep’ten bahsederken “bintü’l-emin” (güvenilir zatın kızı) demişti. Keza şair sahabilerden Ka’b b. Malik, Yüce Nebi’yi anarken bundan dolayı “emin” şeklinde niteler. (Suyuti, er-Riyazu’l-enika [nşr. Muhammed Sa‘id b. Besyuni Zağlul], Beyrut: Daru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1405/1985, s. 116, 115.)
Gerçekten Hz. Peygamber toplumun her kesimine güven vermiştir. Temiz eşleri kendilerine adaletle davranıp haklarını gözeteceğinden emindi. Çocukları sevgi ve merhamet ortamı içerisinde müşfik bir babanın terbiyesi altında yetişeceklerinden emindi. Komşuları Allah Resulü’nün her daim kendilerine yardım edeceğinden ve ondan asla bir fenalık, kötülük gelmeyeceğinden emindi. Arkadaşları kusursuz bir vefa ve sadakat sergileyen mütebessim bir çehre ile karşılaşacaklarından emindi. Tacirler alışverişlerinde hiçbir hile ve aldatmayla karşılaşmayacaklarından emindi. Köleler yediğinden yediren, giydiğinden giydiren, güç yetiremeyecekleri işleri kendilerine yüklemeyen insanca bir muamele göreceklerinden emindi. Dul kadınlar namuslarının korunacağından ve maişet sıkıntısına düştüklerinde kendilerine cömert bir yardım eli uzanacağından emindi. Yetimler ana babadan mahrum kalmanın hüznünü onun başlarını okşayan şefkatli ellerinde unutacaklarından ve rüşt çağına gelinceye kadar mallarının koruma altında olacağından emindi. Fakirler, kendi ihtiyacı olsa bile yoksulları zatına tercih eden zengin gönüllü bir fedakâr bulacaklarından emindi. Mazlumlar, zalimlerin zulümlerine canını ortaya koyarak direnen yanlarında yiğit bir destekçi bulacaklarından emindi. İslam toplumunda yaşayan gayrimüslimler bir haksızlığa uğradıklarında derhal bunun telafi edileceğine ve adil bir hüküm verileceğine emindi. Hasılı herkes ondan emindi, zira o Muhammedü’l-Emin’di.
Allah’tan aldıkları vahyi, olduğu gibi insanlara ulaştırmak demek olan tebliğ, esasen peygamberlerin varlık gayesidir denilebilir. “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide, 5/67.) ilahi hitabı, tebliği, nübüvvetin ayrılmaz bir parçası olarak ilan eder. Allah, peygamberlerin yegâne görevinin tebliğ olduğunu, muhatapların bu tebliği kabul etmemesi durumunda hesaba çekmenin kendi yetkisi dâhilinde bulunduğunu açıkça belirtir. (Rad, 13/40.) Tebliğin gayesi, kıyamet günü insanların mazeret beyan etmelerinin önüne geçmek olmalıdır. Zira Yüce Yaratıcı, kendisine peygamber ulaşmayanlara azap etmeyeceğini taahhüt etmiştir. (İsra, 17/15; Kasas, 28/59.) Peygamberlerin, ilahi emirleri bildirirken hiçbir şey gizlememeleri, değiştirme, ekleme ve çıkarma yapmamaları bir yönüyle emanet sıfatıyla da ilgilidir. Dolayısıyla tebliğ ve emanet birlikte mütalaa edilebilir.
Resulüllah’ın (s.a.s.) gizli tebliğ döneminin bitmesinden sonra dine açıktan davet emri alınca (Şuara, 26/214.) Safa tepesine çıkıp peygamberliğinin ispatı olarak doğru sözlülüğünü ve tabiatıyla güvenilir olduğunu göstermesi, bu iki niteliğin hayatındaki yerini tespit ve tebliğ vazifesini icra etmesi bakımından önemlidir. Oldukça meşhur olan bu rivayette Resul-i Ekrem Safa tepesine topladığı kalabalığa “Ne dersiniz? Size şu tepenin ardından (saldırmak üzere) bir süvari birliği geliyor desem beni tasdik eder misiniz?” deyince topluluk “Biz senin hiçbir yalanını tespit edemedik.” cevabını vermişti. (Müslim, İman, 355.) Dolayısıyla bu rivayette, sıdk, emanet ve tebliğ birlikte ifade edilmiş olmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber müteaddit konuşmalarında güzide sahabelerini, söylediklerine “Tebliğ ettim mi?” sorusuyla şahit tutmuş, onların gönülden tanıklıklarını Rabbine arz ederek “Allahım! Şahit ol.” hitabıyla peygamberlik vazifesini hakkıyla ifa ettiğini beyan etmiştir.
Diğer taraftan fetanet, peygamberlerde ve tabiatıyla son nebi Muhammed Mustafa’da (s.a.s.) bulunan önemli bir vasıftır. Zira peygamberlerin hayatları inkârcı muarızlarıyla yaptıkları tartışmalarla doludur. Bu tartışmalarda hasmını susturmak veya ikna etmek, kıvrak zekâ ve anlayış kabiliyeti gerektirir. Peygamberlerin münkirlerle yaptıkları münazaralara Kur’an’ın verdiği örneklerden, onların bu özelliklerini tespit etmek mümkündür. Söz gelimi, kavmi bayram eğlencesine gittiği sırada, Hz. İbrahim’in büyük put hariç bütün putları kırması üzerine aralarında gerçekleşen diyalog bu konunun güzel bir misalidir. (Enbiya, 21/58-67.)
Hz. Peygamber’in şu olayda sergilediği çözüm yöntemi onun hem fetanetini hem de güvenilirliğini gösteren ilginç bir rivayettir. Kâbe’nin onarımı esnasında Hacerü’l-esved’i hangi kabile temsilcisinin yerine koyacağı konusunda çıkan tartışmada kabileler, Kureyş’in en yaşlısı Ebu Ümeyye b. Muğire’nin teklifini kabul ederek Harem-i Şerif’in şimdi “Babüs’s-selam” denilen “Benî Şeybe kapısından” ilk girenin hakemliğine razı olacaklarını beyan ettiler. O sıralar otuz beş yaşında olan Hz. Muhammed’in kapıdan girdiğini görünce herkes memnuniyetini izhar edip şöyle dedi: “İşte emin kişi Muhammed, ondan hoşnut olduk!” (İbn Hişam, es-Siretü’n-nebeviyye, c.1, s.160.) Hz. Peygamber uyguladığı çözüm tarzıyla kabileler arasında çıkabilecek çatışmayı ve belki de yıllarca sürebilecek kan davalarının önünü, zekâsını kullanarak kesti. Çünkü her kabile Hacerü’l-esved’i yerine, kendi kabilesinden birisinin koymasını istiyordu. Resul-i Ekrem önce bir örtü istedi ve Hacerü’l-esved’i yere serdiği örtünün üzerine bizzat kendisi koydu. Ardından Kureyş’in dört kolundan birer adam istedi. Kabileleri adına Utbe b. Rebia, Ebu Zem’a, Ebu Huzeyfe b. Muğire ve Kays b. Adi geldiler. Hz. Peygamber, onlardan örtünün birer ucunu tutarak kaldırmalarını istedi, farklı kabilelerin temsilcileri hep birlikte Hacerü’l-esved’i kaldırdılar. Allah Resulü de (s.a.s.) konulacağı yerin hizasına gelince örtünün içinden alıp Hacerü’l-esved’i kendi mübarek elleriyle yerine yerleştirdi. (İbn Sa‘d, Tabakat, 146.)
Son olarak ifade etmek gerekirse, peygamberlerin günah işlemekten uzak olması şeklinde anlaşılan “ismet” kavramının birkaç değişik boyutu vardır. Nebilerin, iman noktasında şirke düşmekten korunmaları, tebliğ görevini yerine getirirken buna mani olacak herhangi bir engellemeden korunmaları ve peygamberlik öncesi ve sonrası ayırımıyla büyük veya küçük günah işlemekten korunmuş olmaları, kavramın muhtelif yönlerini teşkil eder. Hz. Peygamber’in hayatında bunun izleri fazlasıyla bulunmaktadır. Netice itibarıyla Allah Teâlâ’nın yeryüzüne gönderdiği son nebi (Hatemü’l-enbiya), yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız bütün bu vasıfları taşıyan, insanlığın en üstünü (efdalü’l-beşer) ve ahlakın en mükemmel temsilcisidir. Sonsuz salat ve selam olsun o Yüce Nebi’ye!