Makale

MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ: HAYATI, ESERLERİ VE GÖRÜŞLERİ

MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ:
HAYATI, ESERLERİ VE GÖRÜŞLERİ

Prof. Dr. Reşat ÖNGÖREN
Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü


Mevlânâ, 30 Eylül 1207 tarihinde Horasan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Soyu Hz. Ebu Bekir’e dayanır. Adı Muhammed, lakabı Celâleddîn’dir. “Efendimiz” anlamına gelen “Mevlânâ” ünvanı, onu yüceltmek maksadıyla söylenmiş, hayatının çoğunu Anadolu’da geçirdiği için “Rûmî” nisbesiyle tanınmıştır. Mevlânâ’nın babası Bahaeddin Veled çok önceden Horasan’ın Belh şehrine yerleşmiş bulunan bir ulema ailesine mensuptu. Hem tanınmış bir sufi hem de âlimlerin önde gelenlerindendi.
Mevlânâ henüz beş yaşında iken ailesi bazı sebeplerden dolayı Horasan’dan göç etme kararı aldı ve Hicaz’a doğru yola çıktılar. Yol üzerinde bulunan Nişabur şehrine uğradıklarında kendilerini ünlü sufi şair Feridüddin Attar ziyaret etmiş ve o sırada tasavvufi mesnevisi Esrarname’yi Mevlânâ’ya hediye etmiştir. Bu görüşmede Attar’ın Mevlânâ’nın babasına, “Bu senin oğlun çok zaman geçmeyecek ki âlemde yüreği yanıkların yüreğine ateşler salacaktır.” dediği nakledilir. Bağdat’a vardıklarında kendilerini meşhur mutasavvıf Şihabüddin Sühreverdi karşılamıştır. Hicaz’dan dönüşte ise Şam’a uğramışlar, oradan Anadolu’nun Malatya, Sivas, Erzincan, Larende (Karaman) gibi şehirlerinde değişik sürelerde kaldıktan sonra Selçuklu sultanı Alâeddin Keykubat’ın davetiyle Konya’ya gelip yerleştiler.
Larende’de bulundukları sırada Mevlânâ, Semerkandlı âlim Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun’la evlendi ve bu evlilikten oğulları Sultan Veled ile Alâeddin dünyaya geldi. Ancak Gevher Hatun genç yaşta vefat edince Mevlânâ bu defa Konyalı İzzeddin Ali’nin kızı Kira (Kerrâ, Gerâ) Hatun’la evlendi. Dul olan ve Şemseddin Yahya adında bir de çocuğu olan bu hanımdan Mevlânâ’nın Emir Muzafferüddin Âlim Çelebi ve Melike Hatun olmak üzere bir oğlu bir de kızı dünyaya geldi. Öte yandan Mevlânâ’nın annesi Mümine Hatun, Larende’de iken vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir. Babası ise Konya’ya yerleştikten iki sene sonra 1231 tarihinde vefat etti.
Mevlânâ ilk dinî ve tasavvufi eğitimini babasından almıştı. Babası vefat ettiğinde yirmi dört yaşında bir genç olarak babasının yerine geçti ve halka dinî fetvalar vermeye başladı. Ancak tasavvuf eğitimini henüz tamamlamamıştı. Bir yıl sonra babasının müritlerinden olan ve Mevlânâ’nın çocukluğu sırasında terbiyesi ile meşgul olan Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi, Konya’ya geldi ve ona babasının hem dinî hem de tasavvufi ilimlerde kâmil bir şeyh olduğunu, kendisinin de dinî ilimlerinde elde ettiği üstün dereceyi tasavvuf ilimlerinde de kazanması gerektiğini söyledi. Bu tavsiye üzerine Mevlânâ, Seyyid Burhaneddin’e mürit oldu ve dokuz yıl ondan tasavvuf eğitimi aldı.
Öte yandan Seyyid Burhaneddin, Konya’ya gelişinden bir sene sonra Mevlânâ’yı dinî ilimlerde daha da ilerlemesi için Halep’e ve Şam’a gönderdi. Halep’te Hallâviyye medresesinde ünlü âlim Kemaleddin İbnü’l-Adîm’den dersler aldı. Aynı zamanda şehrin yöneticisi de olan İbnü’l-Adîm’in Mevlânâ ile özellikle ilgilendiği ve gördüğü üstün kabiliyet sebebiyle ona medrese programı dışında da hususi dersler verdiği belirtilmektedir. Daha sonra Şam’a giden Mevlânâ burada da Mukaddemiyye Medresesinde eğitim gördü. Onun Şam’da dört ya da yedi yıl kaldığına dair farklı rivayetler vardır. Sonunda Arap dili ve edebiyatı, lügat, fıkıh, tefsir ve hadis gibi ilimler başta olmak üzere bütün akli ve naklî ilimlerden icazet almıştır. Ayrıca onun Şam’da Muhyiddin İbn Arabi, Sa’deddin-i Hammûye, Osman er-Rûmî, Evhadüddin-i Kirmani, Sadreddin-i Konevi gibi ileri gelen âlim şeyhlerle uzun müddet sohbet ettiği de belirtilmektedir.
Mevlânâ, Şam’dan döndükten sonra Seyyid Burhaneddin onu, “Ledün ilminden inciler saçması için” halvete girmesi gerektiğini belirtip hazırladığı bir hücreye koydu ve Mevlânâ’ya peş peşe kırkar günlük üç “erbain” çıkarttırdı. Oğlu Sultan Veled’in ifade ettiğine göre Mevlânâ, Seyyid Burhaneddin’in ardından yalnız başına halvet ve riyazet hayatını sürdürmüştür. Bu arada irşad faaliyetlerinden geri durmamış; halka vaaz, medresede öğrencilere ders ve müritlerine sohbetler etmeye devam etmişti.
Seyyid Burhaneddin’in 1241 yılında gerçekleşen vefatından beş yıl sonra Mevlânâ, Konya’da Şems-i Tebrizi (Şemseddin Tebrizi) ile karşılaştı. Bu karşılaşmanın Mevlânâ’nın hayatında çok önemli değişikliğe sebep olduğu hususunda kaynaklar ittifak etmekle birlikte ilk karşılaştıkları sırada Mevlânâ’yı derinden etkileyen olayın ve Şems ile aralarında geçen konuşmanın mahiyeti hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerden birine göre Şems, Mevlânâ ile karşılaştığında ona şöyle bir soru sordu: “Mücahede, riyazet, ilim tahsili ve tekrarından maksat nedir?” Mevlânâ buna, “Sünnet ve şeriat edeplerini bilmektir.” diye cevap verince Şems, “Bunların hepsi zahire müteallıktır.” demiş, Mevlânâ’nın, “Bunun üstünde daha ne vardır?” şeklindeki mukabelesine de “İlim odur ki insanı maluma ulaştırır.” diyerek Senai’nin, “Cehalet, seni senden almayan bir ilimden daha kıymetlidir.” anlamına gelen beytini okumuştur. Mevlânâ bundan çok etkilendi ve bu olaydan sonra sürekli Şems ile birlikte zaman geçirmeye başladı. Oğlu Sultan Veled, Mevlânâ’nın Şems’le olan ilişkisini Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Musa ile Hızır ilişkisine benzetmekte, Şems’in yüzünü gördüğünde sırların ona gün gibi aşikâr olduğunu belirtmektedir.
Mevlânâ’nın müritleri çoğunlukla halk tabakasındandı; her sanat ve meslekten insan onun sema meclislerine katılıyordu. Bununla birlikte onun dönemin yöneticileriyle de yakın ilişkisi vardı. Ancak o, bu ilişkiyi genellikle nasihat çerçevesinde sürdürüyor, yöneticilerin aralarındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasi mücadelelerin içine girmemeye özen gösteriyordu. Selçuklu devlet adamlarından II. İzzeddin Kaykavus, Celâleddîn Karatay, Konyalı Kadı İzzeddin, Emir Bedreddin Gevhertaş, IV. Rukneddin Kılıcarslan, Muinüddin Pervane, Mecdüddin Atabek, Eminüddin Mikâil, Taceddin Mu’tez, Sahip Fahreddin, Alemüddin Kayser, Celâleddîn Müstevfi, Atabek Arslandoğmuş, Kırşehir hâkimi Cacaoğlu Nureddin, doktoru reîsületibbâ Ekmeleddin en-Nahcuvani, Mevlânâ’ya büyük saygısı ve bağlılığı olan kimselerdi. Muinüddin Pervane’nin eşi Gürcü Hatun ve IV. Rukneddin Kılıcarslan’ın eşi Gömeç (Gumaç) Hatun da onun müritleri arasında bulunuyordu.
Mevlânâ’nın ünlü mutasavvıf Fahreddin-i Iraki ile yakın dostluğu vardı. Iraki, Konya’da Sadreddin Konevi’nin derslerine katıldığı sırada Mevlânâ’nın da sema törenlerine katılmaktaydı. Başlangıçta semaya muhalif bulunan Sadreddin Konevi’nin daha sonra bu tavrından vazgeçtiği ve Mevlânâ ile dost olduğu görülmektedir. Mevlânâ ile görüşüp sohbet edenler arasında Kübreviyye’nin kurucusu Necmüddin Kübra’nın halifesi Necmüddin Daye, Haydariyye’nin kurucusu Kutbüddin Haydar’ın halifesi Hacı Mübarek Haydar, ünlü şair Sadi Şirazi, meşhur âlimlerden Kutbüddin-i Şirazi, Hümamüddin Tebrizi ve Hoca Reşidüddin de vardır.
Mevlânâ 17 Aralık 1273 tarihinde 67 yaşında iken vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini tembih etmesi ve öldüğü günü Allah’a kavuşma vakti olarak tanımlaması sebebiyle vefat gününe düğün gecesi anlamında “şeb-i arûs” denmiş ve yıldönümleri bu adla anılagelmiştir. Cenaze namazını Sadreddin Konevi’nin kıldırmasını vasiyet etmişti; ancak Konevi, namazı kıldırmak için tabutun önüne geldiği sırada hıçkırıklarla ağlayarak kendinden geçtiği için namazı Kadı Siraceddin tarafından kıldırıldı.
Düşüncesi
Mevlânâ, kâmil manada âlim, mutasavvıf ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. Öte yandan onun şahsında Kübreviyye tarikatından gelen Sünni esaslara dayalı tasavvuf anlayışıyla, Ahmed Gazali’den itibaren Senai ve Attar gibi mutasavvıflarla sürdürülen aşk ve vecdin öne çıktığı tasavvuf anlayışı birleşmiştir. Zühd ve takvayı esas alan tasavvuf anlayışının yanı sıra tevarüs ettiği bu aşk ve vecd neşvesinin Şems-i Tebrizi ile en yüksek seviyesine ulaştığı anlaşılmaktadır.
Mevlânâ’daki dinî tasavvufi düşüncenin kaynağı Kur’an ve sünnettir. “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım...” diyerek bunu dile getirir. Farklı inançlara karşı geniş hoşgörüsü ve “Gel gel ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister Mecusi, ister putperest olsan da gel...” çağrısı sebebiyle onu dinler üstü bir hümanist saymak gerçeğin ifadesi değildir. Aksine o, “Pergel gibiyim. Bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum hâlde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum.” demekle bir Müslüman olarak insanlığı kucaklayabildiğini dile getirmiştir.
Mevlânâ’ya göre kul benliğinden sıyrılmakla gerçek manada irade hürriyetine de kavuşmaktadır. Çünkü ferdiyetten kurtulup mutlak varlığa kavuşan kimsenin iradesi, tıpkı varlığı gibi Allah’ta erimiştir. Onun irade ve ihtiyarı Allah’ın irade ve ihtiyarıdır. Bu mertebede kul cebirden de ihtiyardan da söz edebilir. Ancak ona göre ferdiyetinden kurtulmadan yaptıklarını Allah’a isnat etmek yalancılıktır. Bu noktada o Cebriyye’yi de Mutezile’yi de tenkit ederek ehl-i sünnet görüşünü savunur.
Mevlânâ, yalnız akla önem verdikleri için filozofları noksan görür; kıyas ve istidlâlin insanı hatalara düşüreceğini belirtir. Ona göre, dünyevi işlerde yararlı olan akıl, mahiyeti icabı ilahi hakikatlere ulaşmada ve Hakk’a vuslatta ayak bağı olabilir. Manevi yolculuk için ilahi aşk gereklidir. Aklın yetersiz olduğu alanlardan birisi de aşk ve ahvalidir. Kur’an’da, “Allah onları sever onlar da Allah’ı sever.” (Maide, 5/54.) buyrulmuştur. Dolayısıyla aşkın kaynağı ilahidir.
İnsanın yaratılışıyla ilgili yaptığı açıklamalarından dolayı Mevlânâ’yı evrimci, Darvin nazariyesinin ilk habercisi ve tenasühü savunan bir kimse olarak takdim edenler olmuştur. Onun insanla ilgili, “O göklerden unsurlara, unsurlardan cansızlara, nebatlara ve canlılara geçmiş, nihayet baba ve anası onun dağılmış olan maddesini mevalid âleminden toplamıştır. İnsan mevalid âleminden önce unsurlarda, unsurlardan önce göklerde, göklerden önce de Allah sıfatındaydı. Sıfat ise zatın aynıdır. İnsan suretine gelip bu âlemde olgunluğa erişenler, bu suretten çıkınca suretsizlik âlemine varacaklar, mutlak varlığa kavuşacaklardır.” şeklindeki açıklamaları ve yine, “Cansızdım, bu suretten ölüp kurtuldum, yetişip gelişen bir varlık hâline geldim, nebat oldum. Nebattan öldüm hayvan suretinde görüldüm. Hayvanlıktan da öldüm insan oldum. Artık ölüp yok olmaktan ne diye korkayım? Bir hamle daha edeyim de insanken öleyim melekler âlemine geçip kol kanat açayım. Melek olduktan sonra da ırmağa atlamak, melek sıfatını terk etmek gerek.” şeklindeki ifadeleri evrimi değil, “devir” anlayışını yansıtmaktadır. Bu anlayış tamamen biyolojik evrimleşmeyle ilgili olup insanın yapısındaki iki alandan biri olan toprak alan için geçerlidir. Bu evrimleşme cemad, bitki ve hayvan sürecinde biyolojik olmakla birlikte insan-Allah arası süreçte meleklerden geçip Yaratıcı’ya varan bir devredir. Ölümle birlikte beden yine toprağa karışacak ruh ise mutlak varlığa kavuşacaktır. Dolayısıyla bunun evrim teorisiyle ve tenasühle alakası bulunmamaktadır.
Eserleri
Mevlânâ’nın şiirleri ve mektupları arasında Arapça olanlar bulunmakla birlikte eserleri Farsçadır. Eserlerinden ikisi manzum, diğerleri mensurdur.
1. Dîvân-ı Kebîr (Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî): Mevlânâ’nın gazel ve rubailerinden meydana gelen bu eser, çok geniş bir hacme sahip olduğundan Dîvân-ı Kebîr adıyla, gazellerde genellikle Şems, Şems-i Tebrizi mahlasları kullanıldığından Dîvân-ı Şems veya Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî adıyla da anılmaktadır. Şiirlerin çoğu Mevlânâ’nın Şems ile buluşmasından sonraki devreye aittir.
2. Mesnevi: Mesnevi tarzında yazıldığı için bu adla anılan eser tasavvufi düşüncenin bütün konularını içermekte ve İslam kültürünün en önemli eserleri arasında sayılmaktadır. Müellif, eserini Kur’an-ı Kerim’in bâtın manalarını keşfeden remiz ve işaretleri tevil ve tahkik eden bir kitap olarak tanımlamış ve seyrusülûkta bulunanlar için irşad niteliği taşıdığını belirtmiştir.
3. Fîhi mâ Fîh: Mevlânâ’nın sağlığında oğlu Sultan Veled veya bir başka müridi tarafından kaydedilen sohbetlerinin vefatından sonra derlenmesinden meydana gelmiştir.
4. Mecâlis-i Seb‘a: Mevlânâ’nın cami vaazları ve sohbetlerinde yaptığı konuşmaların derlendiği bir eserdir.
5. Mektubat: Mevlânâ’nın değişik sebeplerle muhtelif kimselere yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Aralarında yakınlarına, çocuklarına ve müritlerine gönderilenler bulunmakla birlikte mektupların çoğu, yöneticilere ihtiyaç sahiplerinin taleplerini bildirmek maksadıyla yazılmıştır.
Mevlânâ’ya nispet edilen küçük ve büyük olmak üzere iki de “evrâd” bulunmaktadır. Bazı dua ve sürelerin belli tertip üzere bir araya getirilmesinden oluşan bu evrâdlar Evrâd-ı Kebîr ve Evrâd-ı Sağîr-i Hazreti Mevlânâ adıyla bilinmektedir.