Makale

CUMHURİYET’E GİDEN YOL ÇANAKKALE, MİLLÎ MÜCADELE VE DİN ADAMLARI

CUMHURİYET’E GİDEN YOL
ÇANAKKALE,
MİLLÎ MÜCADELE VE
DİN ADAMLARI

Prof. Dr. Ali SARIKOYUNCU


İstiklal Harbi, Kurtuluş Savaşı, Bağımsızlık Savaşı, Anadolu İhtilali, Millî Cidal, Millî Kıyam gibi adlarla da ifade edilen Millî Mücadele, Türk milletinin, varlığını ve bağımsızlığını korumak için iç ve dış düşmanlara karşı maddi manevi bütün gücünü ortaya koyarak zafere ulaştığı dönemin adıdır. Başka bir ifadeyle Millî Mücadele; son vatan parçası olan Anadolu’yu emperyalistlerden kurtarıp temizlemek için geçtiğimiz asrın ilk çeyreğinde, Türk milletinin kahramanlık ve özverilerle dolu müthiş mücadelesidir. Halide Edip Adıvar’ın ifadesiyle de Millî Mücadele, “Türk’ün ateşle imtihanı”dır. Ancak zaferle sonuçlanan bu mücadele, Türk milletine binlerce cana mal olmuş, Anadolu şehit kanlarıyla sulanmıştır. Milletimiz ne için ve neden böyle bir mücadele yapmak zorunda kalmıştır?
1071 yılının 26 Ağustosunda, “Ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum!” diyen Alparslan öncülüğünde Türk milleti, Bizans’a karşı Malazgirt’te zafer kazanmıştır. Bu zaferle Anadolu’nun kapıları Türklere açılırken aynı zamanda Türk-Avrupa ve Müslümanlık-Hristiyanlık mücadelesi, haç-hilal kavgası başlamıştır. Dokuz asır süren bir mücadelenin sonucunda emperyalistler, Balkan Harbi’nin acıları dinmeden ve gözyaşları kurumadan, önce Çanakkale’ ye saldırdılar. Türk milleti kendini Cihan Harbi’nin cehennemi içinde buldu. Yemen’de, Trablusgarb’da, Galiçya’da, Kafkasya’da, Sarıkamış’ta, Filistin’de ve Kanal’da oluk oluk kanı akan yaralı aslan, yorgun ve bitkin düşmüştü. Türk vatanı dört taraftan tutturulmuş kocaman bir bina gibiydi. Düşman nesi var, nesi yok toplamış ve Çanakkale Boğazı’na yığmıştı.
Tarih 18 Mart 1915…
Çanakkale Boğazı geçilirse bütün İslam âleminin ümidi ve kalesi olan dünya incisi İstanbul düşecek, böylece İtilaf kuvvetlerine Rusya’ya giden yol açılmış olacaktı. Bu kadar da değil, bu şekilde Süveyş Kanalı ve Hint Yolu üzerindeki bütün engeller bertaraf edilecek, Endonezya’dan Cebelitarık Boğazı’na kadar uzayan çok geniş bir coğrafya üzerindeki Müslüman halkın ümidi kırılmış olacaktı. Ezan seslerinin yerini çan sesleri alacaktı.
Çanakkale’de, yaşamak isteyen bir irade ile insanı köleleştirmek isteyen bir kin çarpıştı. Çanakkale savunması, Hakk’ın kaba kuvvete; vatan, millet ve bayrak sevgisinin emperyalizme, bağımsız yaşamaya inanmışların bozgunculara karşı verdiği mücadeledir. Çanakkale savunması imanın, idealin, cesaretin; fenne, çeliğe, yumruğa, silaha karşı koyuşudur. Karadan, denizden, havadan, teknolojinin her türlü vasıtaları ile hücum eden düşmana, Türkler göğüsleri ile karşılık verdiler. İngilizin mağrur alnı Seddülbahir kayalıklarına çarparak eğildi.
İngilizin yenilmez donanması, 215 okkalık mermiyi taşıyarak namluya süren Mehmet oğlu Seyyit çavuşların azmi ile ezildi. İngiliz ve Fransız güçleri durduruldu, yüzgeri edildi. Çanakkale savunması ile sadece Türk’ün gururu kurtarılmadı. Kurtulan bütün ezilenlerin gururuydu. İslam âleminin öne eğilen alnı bu zaferle ışıklandı.
Bu savunma, Türk tarihi için bir şereftir. Onun sayesinde Türkler, Balkan Harbi’nin yaslarını ve gözyaşlarını sildiler. Aynı zamanda Türk milleti için Çanakkale bir destandır. Bu destanın heyecanı ve şevki içinde Anadolu, Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri Çanakkale’de atıldı. Ancak bu zafer, Türk milletine 250.000’in üzerinde şehit verdirdi.
Millî şairimiz Mehmet Akif’in ifadesiyle bu kahramanlar, ne bir milyoner ne de nüfuzlu kişilerdi. Aksine Anadolu’nun duyulmamış bir köyünden kimsenin bilmediği tertemiz bir vatan evladı; Çanakkale’de vatanı ve milleti için canını vermiş, şehit olmuş yüzü ak, alnı açık bir kahraman. Akif, “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirinde onları, uğruna can verdikleri vatan toprakları üzerine uzatır; gökten atalarını indirip o tertemiz alınlarından öptürür. Onların eriştiği şan, Bedr’in aslanları gibidir. Akif düşünür, “o yüce varlıklara dar gelmeyecek mezarları nasıl kazarsın?” Çünkü o şehitler o kadar büyüktür ki tarihe bile sığmaz. Onları ancak sonsuzluklar içine alabilir. Akif düşünür, “kanına bürünmüş yatan o aziz şehitleri nasıl taltif edersin?” Acaba Kâbe’yi mezar taşı yapsa, gök kubbeyi de üzerlerine çekse, yedi kandilli süreyyayı oradan uzatsa, her gece mehtabı yanına getirip başucunda ta fecre kadar bekletse… Hayır hayır, Akif bütün bunların bile onların aziz hatırasına yetebileceğine inanmaz. Bu çaresizlik içinde kıvranan Akif, nihayet teslim olur ve yalvarır:
“Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber”
Atatürk’ün, “Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. Hiç ufak bir fütur bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilenlerin ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek yürüyorlar…” diyerek tasvir ettiği bu ruh, Çanakkale ruhudur. Bu ruh, Millî Mücadele’de Kuvayı Milliye ruhuna dönüşmüştür. 26 Ağustos 1922 gününün erken saatlerinde Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Birinci Ordu komutanı Nurettin Paşa ile birlikte savaşı yönetmek üzere Kocatepe’deydi. Onlar, canları pahasına topraklarını savunmak üzere buradaydılar. Son yürek durana, son damla kan akana kadar vatanlarını savunacaklardı. Türk’ün kaderinin çizileceği ölüm kalım mücadelesine giriliyordu. Taarruz başlamak üzereydi. Su bulabilenler abdestlerini alarak bulamayanlar ise teyemmüm yaparak saf tuttular. Sonra da askerin elleri semaya açıldı: “Ya Rabbi düşmanı yurttan atmadan, İzmir’i görmeden canımı alma, şehadeti nasip etme!” Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise şöyle yakarıyordu: “Ya Rabbi! Sen Türk ordusunu muzaffer et… Türklüğün, Müslümanlığın düşman ayakları altında esaret zincirinde kalmasına müsaade etme!” Yaveri Muzaffer Kılınç, o anda Başkomutan’ın gözlerinden birkaç damla yaşın süzüldüğünü gördüğünü anılarında belirtir.
Çanakkale Zaferi’ne rağmen, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes antlaşması sonrasında, Hristiyanlık dünyası hemen harekete geçti. Başka bir ifadeyle; iç ve dış ihanet odakları el ele vermiş, nihayet 9 asır süren bir mücadelenin sonunda anayurdumuz olan Anadolu, İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların işgaline uğramıştır.
Millî Mücadele yıllarında din adamları
Türk milletinin ruhunda ve benliğinde mevcut olan direnme gücünü hocalar, müftüler harekete geçirmiştir. Ölüm kalım mücadelesinin ilk günlerinde halk, Mustafa Kemal Paşa’nın da belirttiği üzere, “Hakiki vaziyeti anlamamışlardı. Fikirlerde karışıklık vardı. Dimağlar âdeta durgun bir hâldeydi...” Pek çok din adamı yine Mustafa Kemal Paşa’nın ifadesiyle, “Hakikati halka izah ettiler… Doğru yolu gösteren vaaz ve nasihatlerden sonra herkes çalışmaya başladı.”
Bu cümleden olarak İzmir’in işgalinden sadece dört saat gibi kısa bir sürede düzenlediği mitingde; “İşgal edilen memleket halkının silaha sarılması, dinî bir görevdir.” diyen Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin etrafında, Denizlililer hemen birleşmişlerdir. Bu arada düzenlenen diğer mitinglere de din adamları önderlik etmiş ve ayrıca protesto telgraflarında onların imzası ön sıralarda yer almıştır. Aynı şekilde 22 Şubat 1919’da Maraş’ı işgal eden Fransız askerlerinin içinde bulunan bir Ermeni’nin, hamamdan çıkan Müslüman Türk kadınına saldırarak peçesini yırtması üzerine Sütçü İmam’ın, ilk kurşunu sıkması ve özellikle Ulu Camii İmam Hatibi Rıdvan Hoca’nın, “Kalesinde Türk bayrağı dalgalanmayan yerde cuma namazı kılınmaz.” fetvası da Maraş’ta kurtuluş mücadelesini başlatmıştır.
İlk direniş fetvasını veren ve örgütünü kuran Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’den, İzmir Valisi İzzet Bey’in Yunan işgaline karşı çıkılmaması emrine; “Vali Bey… Vali Bey… Bu sakalım, kanımla kızarabilir ama bu alına Yunan alçağını sükûnetle selamlamış olmanın karasını sürerek huzur-u ilahiye çıkamam.” diye haykıran İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi’ye; Mustafa Kemal Paşa’ya, “Paşam! Bütün Amasya emrinizdedir.” diyen Müftü Hacı Tevfik Efendi’den Millî Mücadele’nin meşru olduğuna dair fetva hazırlayan Ankara Müftüsü M. Rifat Efendi’ye; Konya’da Millî Mücadele’yi fikirde, şuurda ve vicdanda yerleştiren ve binbir güçlük ve yokluk içinde istikrarlı bir yönetim kuran Müderris Ali Kemali’den, Mehmet Vehbi, Müftü Ömer Vehbi, Abdulhalim Çelebi’ye ve daha nicelerine… Müftü, âlim ve hocalar, Mustafa Kemal Paşa’nın, “Ya istiklal ya ölüm!” parolası etrafında birleşmişlerdir. Ayrıca Dürrizade Abdullah’ın fitne, fesat çıkarıcı ve bölücü fetvasına karşı Müftü M. Rifat Börekçi tarafından hazırlanan fetvaya 156’nın üzerinde din adamı imza atarak Anadolu’da birlik ve beraberliği sağlamışlardır.
Din adamları, sadece Millî Mücadele kıvılcımını ateşlemekle kalmadılar. Isparta’da Hafız İbrahim ve Afyonkarahisar’da da İsmail Şükrü Efendilerin gönüllülerden oluşturdukları Demiralay ve Çelikalay gibi pek çok din adamının komuta ettiği başka ulusal kuvvetler de oldu. Ayrıca iki müftü de (Amasya Müftüsü Hacı Tevfik ve Çiçekdağı Müftüsü Hayrullah Alp) TBMM tarafından isyanların bastırılmasında komutan olarak görevlendirilmiştir. Maraş’ta Hayrullah Efendi, Adana’da Saim Bey, Balıkesir’de Müderris Ali Rıza Efendi, Bilecik Müftüsü Mehmet Nuri (Kırıkkanat), Denizli’de Hafız Musa ve Molla Bekir olmak üzere kimileri de düşmanla çarpışırken şehit oldular. Saim Bey’in ismi, Adana’nın Saimbeyli ilçesine ad olmuştur. Eşme Müftüsü Hacı Ahmet Nazif Efendi de Yunanlıların Eşme Kaymakamı olarak atadıkları Madanoğlu Mustafa tarafından öldürtülmüştür.
Öte yandan hiçbir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yoktur ki onun içinde veya başında bir din adamı bulunmasın. Bilindiği üzere TBMM, bu cemiyetlerin üzerine bina edilmiştir. Ayrıca yüz kırkın üzerinde din adamı, hizmetlerini TBMM’de sürdürmüşlerdir. Meclis’te de onların üstün hizmetleri olmuştur. Konuşmalarıyla diğer milletvekillerini ve halkı aydınlattıkları gibi bir kısmının konuşmaları hâlâ güncelliğini yitirmemiştir. Atatürk’ün, “Mefkûre arkadaşımız” dediği ve fikrî temelinde çok emeği olan, eserini (Cumhuriyet’i) göremeden, Cumhuriyet’in ilanından 24 gün önce 5 Ekim 1923 günü bir kaza sonucu Hakk’ın rahmetine kavuşan İzmir milletvekili Nazillili Müderris Hacı Süleyman Efendi, eğitim öğretim ve kadın hakları üzerinde durmuştur. Hacı Süleyman Efendi, “Eğitim düzeni olmayan bir milletin medeni düzeni de olmaz… Köylerde yalnız erkekler için değil birer de kızlar için okul açmak gerekir. Erkeklerin okuması ne kadar gerekli ise kızların okuması da o oranda önemli, hatta çok daha önemlidir… Kadınları yüksek mertebede bulunan bir milletin sırtı hiçbir zaman yere gelmez. Bu durumda olan bir ulus, dünyanın en soylu bir ulusudur… O zorba erkekler ki kadınların sahip oldukları hakları hiçe sayarlar. Onlar, milletin geleceğini değil, içinde bulundukları sosyal durumu dahi bilmeyenlerdir. (…) Yedi kafalı cehaleti; yurdumuzun en ufak köylerinde bile bir daha dirilmeyecek derecede öldürmedikçe bu dünyada var olmamız mümkün değildir. Bugün acı çeken insanlığa çare bulacak biricik etken, cehaletin yok edilmesine, bilimin doğmasına, ahlakın yayılmasına bağlı bulunan sebepleri meydana getirmektir…” diyerek yüz yıl önce Meclis kürsüsünden haykırıyordu.
Ayrıca din adamı milletvekilleri, Mustafa Kemal Paşa’ya, “Başkomutan” olarak yetki veren yasaya destek vermişlerdir. Öte yandan pek çok din adamı kongrelere de katılmışlardır. Yaptıkları konuşmalarda tam bağımsızlığı savunmuşlardır. Mesela, Hoca Raif (Dinç) Efendi, Erzurum ve Sivas kongrelerinde Mandaterliğe karşı çıkmış, “tam bağımsızlık” diye haykırmıştır. Ayrıca din adamları, Kuvayı Milliye’nin ikmalinde de görev almışlardır.
Böylece Türk milleti, çoluğuyla çocuğuyla, kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla vazifeye koşmuş, İstiklal Marşımızın “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” mısrasında ifadesini bulan bir mücadelenin sonunda, 9 Eylül 1922’de düşman İzmir’den denize dökülmüştür. Başka bir deyişle 30 Ağustos 1922 günü Dumlupınar’da kazanılan zaferle de Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın ifadesiyle, “Yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı. Ebedî hayatı burada taçlandı…”
Hristiyanlık dünyasının, “Türkleri Anadolu’dan atma” gayesi böylece, zorlu bir mücadelenin sonunda engellenmiştir. İşte bu zorlu mücadelede de din adamlarının büyük bir çoğunluğunun önemli hizmeti olmuştur. Onların mühim bir kısmı, bu uğurda da şehit olmuştur.
Yazımızı, Gazi’nin, kendisi ve eşi Latife Hanımefendi’nin onuruna Amasya Belediyesince 24 Eylül 1924 günü verilen yemekte yaptığı konuşmasının bir bölümüyle bitirelim:
“Muhterem Efendiler!
…Yalnız Amasya’da geçirdiğim günlere ait iki hatırayı ihya etmeden geçemeyeceğim. Biri elyevm (bu gün) Müftümüz bulunan (Abdurrahman) Kamil Efendi Hazretlerine aittir… Bundan beş sene evvel buraya geldiğim zaman bu şehir halkı da bütün millet gibi hakiki vaziyeti anlamamışlardı. Fikirlerde teşevvüş (karışıklık) vardı. Dimağlar âdeta durgun bir hâlde idi. Ben burada birçok zevatla beraber Abdurrahman Kamil Efendi Hazretleriyle de görüştüm. Bir camii şerifte hakikati halka izah ettiler…
İşte Efendi Hazretlerinin bu mürşidane vuku bulan vaaz ve nasihatinden sonra herkes çalışmaya başladı. Bu münasebetle (Abdurrahman) Kamil Efendi Hazretlerini takdirle yâd ediyorum. Ve genç Cumhuriyetimiz bu gibi ulema ile iftihar eder.”
Bizler de onlarla iftihar ediyoruz. Ruhları şad olsun. Ayrıca Çanakkale’de doğan, Dumlupınar’ da temelleri sağlamlaştırılan ve 29 Ekim 1923’ te ilan edilen Cumhuriyetimizin kuruluşunda emeği geçenleri minnet ve şükran duygularımızla bir kez daha anıyoruz.