Makale

TÜRK MİLLETİNİN VAROLUŞ MÜCADELESİ BAĞLAMINDA CUMHURİYET VE DİYANET

TÜRK MİLLETİNİN VAROLUŞ MÜCADELESİ BAĞLAMINDA
CUMHURİYET VE DİYANET

Koray ŞERBETÇİ

Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 2023 tarihinde yüzüncü yılına ulaşıyor. 29 Ekim tarihi, yüz yıl öncesinde saltanattan cumhuriyet idaresine, imparatorluktan ulus devlete geçilmesinin ötesinde sembolik bir anlam da taşıyor. Bir asır öncesinde yaşanan yönetim biçimi değişimi aynı zamanda sosyal bir dönüşümü de beraberinde getirmişti.
Bu dönüşümün içinde, üzerinde fikir yürütülen konuların başındaysa kuşkusuz geniş çerçevede devlet ve din ilişkileri bağlamında Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı geliyor.
İşte yüz yıllık süreçte bu konuya yakından eğilmeden önce dönüşümün şartları ve oluş sebebine kısaca bakmak, bu tartışmaları sağlıklı bir şekilde anlamak bakımından daha aydınlatıcı olacaktır.
Agresif bir modern dünya
Avrupa’da Yeni Çağ’da Aydınlanma düşüncesi ile başlayan ve Yakın Çağ’da Sanayi İnkılabı ile zirveye erişen süreç, dünyayı anlama ve yorumlamada dinin yaklaşımının bastırıldığı, tek geçerli araç olarak pozitivizmin kabul edildiği bir sonucu, dolayısıyla modernleşmeyi ortaya çıkarmıştı. Daha sonra siyasi alanı da etkisine alan bu süreç, mutlak krallıklar yerine ulus devletler inşa edilmesi gibi önemli bir dönüşüme de yol açmıştı. Gelinen noktada devlet yapısında, düşünce hayatında ve kişisel yaşam tarzlarında, dinde, sanatta kısacası insana dair bütün konularda tek söz sahibi agresif modernleşme olmuştu.
Bu durum Osmanlı toplumunun da içinde olduğu, Batılı olmayan bütün yeryüzü ahalisini derinden sarsacak gelişmelere kapı araladı. Çünkü teknik üstünlüğü tartışılmaz bir gerçek hâline gelen modern Batı, artık diğer medeniyet ve kültürlere sadece tahakküm gözlükleriyle bakar olmuştu. Batı, evrensel olan her şeye el koymuş, Batılı olmayan toplumların kültürel birikimlerini de vahyin evrensel değerlerini de insanlığın ilerleme yolculuğunda faydasız ilan etmişti. Böylece kendisini, çizdiği şablon dışındaki her yaklaşımı ve söylemi yargılayıp mahkûm eden bir otorite olarak ilan etmişti.
Batı’nın yaklaşımı sadece felsefi bir tutum olsaydı elbette mesele olmayacaktı. Fakat Batı, Rudyard Kipling’in meşhur şiirinde dile getirdiği gibi kendi dışındaki toplumlara “uygarlaştırma” adı altında her türlü müdahaleyi ve zorlamayı tanrısal bir vazife olarak görüyordu. Bu anlayışa göre beyaz adam dünyayı medenileştirmekle yükümlüydü ve bunun için her yol mübahtı. Ya öldürürdü ya da uygarlaştırırdı.
İşte İslam dünyası ve Türk milleti XX. yüzyıla adımını bu zor atmosfer içinde atmıştı. Bu artık bir var olma ya da yok olma mücadelesiydi.
XX. asır ve Türk milletinin imtihanı
Osmanlı’nın XVIII. asırdan itibaren Batı karşısındaki askerî yenilgileri ve teknik anlamda gerileyişi, Osmanlı bürokratları, yöneticileri ve aydınları tarafından tespit edildi ve bunun giderilmesi adına geniş bir ıslahat hamlesi başlatıldı. Batı’nın saldırganlığı arttıkça, Osmanlı bürokratları ve aydınları da âdeta kurtlar sofrasına dönüşen yeryüzünde var olabilme adına, tabiri uygunsa Batı’ya yem olmamak için Batılılaşmaya hız verdiler.
Kısacası Türk modernleşmesini, Batı’dan korunmak için Batılı yöntem ve araçlarla mücadele hamlesi olarak adlandırmak mümkündür. Bu süreç, Tanzimat öncesinde başladı ve Tanzimat Fermanı ile bir devlet politikası hâline geldi. Ama oluşan atmosfer, süreci sadece askerî ve idari bir mesele olmaktan çıkardı ve aynı zamanda kültürel dönüşümün iklimini de oluşturdu.
İşte Osmanlı yöneticilerinin kurduğu Batılı teknik altyapıdan yetişen yeni bir kuşak, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak kadroyu oluşturacaktı. Bu kuşak, bir yandan Batı saldırganlığının çökertmek istediği devleti korumaya çalışacak öte yandan iki yüz yıldır yapılan ıslahatların sosyal bünyeyi güçlendirmediği fikriyle ıslahatın ötesine geçerek inkılapçı bir tutum benimseyecekti.
Türkiye Cumhuriyeti, XX. asrın başında çöken bir devletin ve istiklalini yitirmiş bir millet olma tehlikesinin travması altında, büyük bir kurtuluş mücadelesi verilerek kurulmuştu. Fakat bu mücadeleden sonra yepyeni bir dönüşüm içinde din ve devlet arasındaki ilişkiler de yeniden belirlenecek ve etkileri günümüze kadar devam edecekti.
Cumhuriyet ve din
Modern zamanlarda keskin politik dönüşümlere örnek verilecek iki olay vardır: Fransız İhtilali ve Bolşevik Devrimi. Tarih gösteriyor ki gelenekten kopuşun çok sert yaşandığı bu iki örnekte de yeni siyasi iradenin din konusuna yaklaşımı, kesin bir reddediş hâlidir. Dahası bu örneklerde sadece din ve dinî semboller reddedilmemiş, bireylerin özel hayatlarında dahi her türlü dinî değerden arınması için resmî zorlamalara gidilmiştir.
1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti de kendi dönüşümünü bir inkılap olarak adlandırmış ve inkılabın devlet eliyle bir program olarak yürütülmesi yöntemini benimsemişti. Fakat Türk İnkılabı dünyadaki diğer örneklerden farklı olarak din ve devlet ilişkilerinde de kendine özgü bir tutum benimsemişti. İnkılaplarla yeni bir devlet ve toplum düzeni kurulurken kendine özgü laiklik anlayışıyla din ve devlet ilişkileri, Batı’daki kilise gibi bir dinî kurumu olmayan Türkiye Cumhuriyeti’nde farklı bir çerçeveye oturtulacaktı.
Bu çerçevede Cumhuriyet sistemi, devleti ve devlet kurumlarını tavizsiz bir şekilde laiklik ilkesine göre düzenledikten sonra sosyal hayatta din olgusuna tam tersi istikamette diğer inkılapçı yaklaşımlardan farklı bir tavır takınmıştı. İnkılapçı Cumhuriyet sistemi dini ortadan kaldırmaya veya İslam’ın inanç esaslarını değiştirmeye yönelik hamlelerde bulunmak konusunda bir girişim sergilememişti. Bu konuda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, yeni devrin en yetkili kişisi olarak bu yaklaşımı şöyle dile getirmişti: “Din, gerekli bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.”
Bir Cumhuriyet kurumu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı
Osmanlı Türkçesinde; din, dindarlık, din duygusu karşılığı olarak “diyanet” ifadesinin kullanılması da rastlantı değildir. Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluşu ile ilgili kanun teklifi meclise geldiği zaman “din” yerine “diyanet” kelimesinin tercih edilmesi laik devlet sistemi ile vatandaşlara dinî hizmet verecek resmî bir kurumun varlığını uzlaştırma çabasının yansıması olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Diyanet İşleri Başkanlığına İslam dininin iman ve ibadeti ile ilgili meselelerinde görev vererek vatandaşlarının dinî hayatını bir kamusal mesele olarak görüp sahiplenmesi, tüm dünyada saldırgan bir pozitivizmin egemen olduğu dönemin şartları çerçevesinde iyimser bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Bu tutum, dayanağını Türk İslam tarihinden bulur. Çünkü gerek Selçuklu dönemi gerekse Osmanlı dönemi ele alındığında, Türk devletlerinin Batı’daki bağımsız kilise teşkilatına ters olarak dinî makamları resmî sınıf içinde değerlendirdiği görülür. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nde de din görevlileri yine kamu görevlisi olarak kabul edilmiş ve gelenek sürdürülmüştür.
TBMM’de Cumhuriyet tarihindeki büyük bir dönüşüm gerçekleştiren kararların yasalaştığı 3 Mart 1924 tarihinde on dört maddelik kanun teklifinin ilk yedi maddesi Şeriyye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılıp yerine Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ile ilgiliydi. Kabul edilen yasayla Şeriyye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış, yerine Diyanet İşleri Riyaseti (başkanlığı) kurulmuştur. İlk Diyanet İşleri reisi olarak da Millî Mücadele’de önemli hizmetleri olan Börekçizade Rifat Efendi, Atatürk döneminin tek Diyanet İşleri Başkanı olmuştur. Diyanet İşleri Başkanına, yasayla en yüksek devlet memuru maaşı tayin edilmiş ve protokol bakımından seçkin bir yer verilmiştir.
Uzlaşmacı tutum benimseniyor
Atatürk, 1930 yılında inkılaplarla siyasi ve sosyal bir dönüşümün hızla yol aldığı günlerde, o dönemde kültür hayatında etkin olan kimi isimlerin Hz. Peygamber’e yönelik küçümseyici söylemlerine karşı tavrını şu sözlerle net bir şeklide ortaya koymuştu: “Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek kişiliğini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar.” (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt: 9, sayı: 100, 1945, s. 3.)
Bu söylem, kişisel bir yaklaşım olarak ele alınabilir fakat Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerek devlet eliyle gerekse kurucu lider olarak kendisinin teşvikleriyle atılan bazı adımlar İslam dini ile Cumhuriyet arasındaki özgün ilişkiyi ortaya koyan örnekler olarak değerlendirilebilir. Zira bu örnekleri daha iyi anlayabilmek için XIX. ve XX. asırlarda kimi ülkelerde yaşanan kökten politik değişimler sonucu işbaşına gelen inkılapçı rejimlerin dine karşı tasfiyeci ve hasmane tutumlarıyla kıyaslayarak bir okuma yapmak yerinde olacaktır. Nihayetinde Atatürk’ün Fransız gazeteci Maurice Pernot’a verdiği bir röportajda, “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, gerçeğe nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Anlayışa karşıt, yükselmeye engel hiçbir şey içermiyor.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, 1989; s. 93.) sözleri, tasfiyeci bir tutumun benimsenmediğinin net ifadelerinden birisidir.
Bu noktada Cumhuriyet’in ilk yıllarında idari alandaki inkılapçı tutumla sosyal alanda dine hürmet farklılığını kendine özgü biçimde uzlaştırdığına yönelik adımları da görürüz. Bu adımlardan ilki Kur’an-ı Kerim’in Türkçe mealinin hazırlanması projesidir. O dönemde, özellikle Kur’an-ı Kerim’in Fransızcadan Türkçeye tercüme edildiği, bu vesileyle birçok yanlış tercüme ve tefsir hataları bulunan çevirilerin olduğu görülmüştür. Bunun üzerine Atatürk, Mehmet Akif Ersoy ve Elmalılı Hamdi Efendi’den tercüme ve tefsir çalışmaları istemiştir. İmzalanan sözleşmeye göre Kur’an-ı Kerim’in tercümesi özenli bir şekilde yapılacak, adı geçenlere altışar bin lira ödenecektir. Yapılacak mealin altına da açıklamalar yazılacaktır. Açıklama bölümünde ayetin niye indirildiği, indirilme sırası, okunuşu, düzenlenmesi ve kelimelerin izahı yazılacaktır. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe meali projesini Milli Eğitim Bakanlığı da yakından takip etmiştir. Okullarda din derslerinde okutulacak Kur’an-ı Kerim için hazırlanan meallerin bir an önce tamamlanması için ısrarcı olunmuştur.
Mehmet Akif Ersoy’un meal hazırlama işinden, uzmanlık sahasının dışında olduğunu görüp çekilmesinden sonra projeyi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır tamamlamıştır. Elmalılı Hamdi Yazır, on iki yıl süren ciddi bir çalışma sonucunda Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirini 1936’da Atatürk’e sunmuştur. Çalışma beğenilmiş, dokuz cilt hâlindeki meal ve tefsir, ilk olarak on bin adet bastırılmış, iki bin adedi yazara verilmiş geriye kalan sekiz bin adedi de ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Atatürk, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe meal ve tefsiri projesini başlatmakla kalmamış telif ve basım ücretlerini bizzat kendi parasıyla ödemiştir.
Bu proje sadece Kur’an-ı Kerim’in meal ve tefsir çalışması olarak düşünülmemişti. Bu çerçevede 1925’teki bütçe görüşmeleri sırasında dinî yayınların önemi vurgulanmış, Kur’an-ı Kerim’in meal ve tefsiri yanında hadis-i şerif tercümelerinin devlet imkânlarıyla yaptırılması kararlaştırılmıştır. Bu hizmetlerin gerçekleştirilebilmesi için de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesine 20.000 lira ödenek konulmuştur. Bu konuda da Buhari tercümesi ve şerhi için Babanzade Ahmed Naim görevlendirilmiştir. Babanzade Ahmed Naim, çalışmasını tamamlayamadan vefat edince bu görevi Kamil Miras sürdürmüş ve tercüme 12 cilt olarak 1928 yılından itibaren devlet tarafından basılıp ücretsiz dağıtılmıştır.
Dinî yayınlar ücretsiz dağıtıldı
Bu önemli adımların yanı sıra temel din bilgisi kitaplarını da dâhil ettiğimizde Cumhuriyet’in ilk yıllarında temeli atılan bu anlayışın zaman ilerledikçe artarak sürdüğü görülebilmektedir. Tabloyu sayılarla belirginleştirmek gerekirse 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasından 1950 yılına kadar devlet eliyle binlerce takım dinî kitabın basımı yapılmış ve bu yayınlar köylere kadar ücretsiz olarak dağıtılmıştır.
Bahsedilen bu adımlar ve diğer düzenlemeler bir bütün olarak ele alındığında, XX. asrın başlarında inkılapçı bir metotla kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, seküler devlet mekanizması ile Müslümanların çoğunlukta olduğu millet gerçeği arasında ciddi bir uzlaşı çabası ve arayışında olduğu görülür. Bu çaba ile dönemin şartlarına göre atılan adımlar, daha sonra tüm dünyada tek yanlı pozitivist yaklaşımın sona erip daha demokratik, kişi hak ve özgürlükler alanının genişlediği ve bireylerin inançlarını kamusal alanda ifade etme hakkına sahip olduğu dönemlerde daha değerli hâle gelmiş bulunmaktadır. Özellikle de din hizmetlerinin Batıdaki sivil kuruluşlar eliyle yürütülmesinden farklı olarak devlet eliyle yürütülme geleneğine sahip Türkiye’de.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yıl dönümünde, yüz yıl önce din ve devlet ilişkilerinde atılan adımlar; günümüzde herkesin anayasal güvenceyle inancını özgürce dile getirebilme ve yaşayabilme hakkıyla kaynaşmış görülmektedir. Bu durum, yüzyıl içerisinde din, devlet ve bireysel dinî hayat arasındaki dengeyi kurabilmede özgün Türkiye modelinin de başarılı olduğuna bir işaret olarak yorumlanabilir.