Makale

BAŞKASINA KARŞI İHTİMAM, HÜRMET VE SORUMLULUK

BAŞKASINA KARŞI İHTİMAM, HÜRMET VE SORUMLULUK

Prof. Dr. Asım Cüneyd KÖKSAL
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İhtimam ve hürmet

Güzel ahlakın kökeninde herkesin aynı Rabbin eseri ve kulu olması bakımından eşit olduğu, herkeste aynı insanlık kıymetinin tecelli ettiği anlayışı yatar. Her insanda ilahi nefha vardır, insan Rahman’ın binasıdır. Bu bakımdan her insan, salt insan olmasından dolayı saygıya değerdir. Başkasına ihtimam ve hürmet etmeyen kişi, kâmil insanlık olan Müslümanlık bir tarafa, henüz daha insanlığını tahkim edememiş demektir.

İnsanın başlangıçtaki ham, olgunlaşmamış, nefs-i emmare seviyesindeki hâli, her şeyi kendi menfaati açısından değerlendiren, her hususu kendine yontan, kendisini dünyanın merkezi sayan bir anlayışı benimser. Çocukluk devresini geride bıraktığı hâlde burayı aşamayan kişi beşeriyetin karanlık derekelerinde kalmış, insanlık değerleri henüz kendini onda göstermemiştir. Kur’an-ı Kerim’de,
“… Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Tegabün, 64/16.) buyrulur. Başkasını da kendimiz kadar düşünmeye başladığımız aşama insanlığın zemini sayılabilir. Allah Resulü, “Biriniz kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhari ve Müslim) buyurarak bu zemine işaret eder. Kendimiz için istediğimiz, ihtiyaç duyduğumuz şeyi kendimiz yerine başkası için isteyebildiğimiz, kendimizi değil de başkasını düşünebildiğimiz (isar/diğerkâmlık) aşamalar ise insanlığın yüksek mertebeleridir. Cenab-ı Allah, Haşr suresinde bu yüksek hasleti övmüş (Haşr, 59/9.), ashab-ı kiram ise hayatlarında isarın en yüksek misallerini göstermişlerdir.

Güzel ahlakın ve başkasına karşı nezaketin en güzel, en esaslı tezahürleri mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ve Fahr-ı Kâinat Efendimizin sünnetinde yer alır. Yüce Kitabımızın güzel ahlaka işaret eden çok sayıdaki ayetlerinden bir tanesine işaret edelim. Duha suresinde, “İsteyeni/dilenciyi azarlama!” buyrulur. “sâil” kelimesi Arapçada dilencinin yanı sıra herhangi bir şey soran veya talep eden kimse için de kullanılır. Bir şey soran veya herhangi bir talepte bulunan insanı terslemek Müslüman ahlakına sığmadığı gibi bir şey isteyeni cevapsız bırakmak yahut uzun bir süre cevap vermemek, kısacası muhatabımızı önemsemediğimiz intibaını verebilecek her türlü davranış dahi insanlık ve Müslümanlıkla bağdaşmaz.

Her hususta olduğu gibi başkasına karşı ihtimam ve hürmetin nasıl olması gerektiğine dair de en güzel örnekliğin sahibi, üsve-i hasene olan Allah Resulü’nün insanlarla muamelesine bakmak gerekir. Hz. Enes’in (r.a.) haber verdiğine göre Resulüllah (s.a.s.) kendisine yönelen her bir kimseyle musafaha eder, karşısındaki elini çekmedikçe elini çekmez ve yüzünü çevirmedikçe o da çevirmezdi. (Tirmizi, Kıyamet, 46.) Resulüllah (s.a.s.) bir kimseye rastladığı zaman onunla konuşur, o kişi ayrılmadıkça da yüzünü ondan çevirmezdi. Musafaha yapsa o kimse elini çekmeden elini çekmezdi. Efendimizin dizlerinin, yanında oturan arkadaşının dizlerinden ileri çıktığı da görülmemiştir. (İbn Mace, Edeb, 21.) Resul-i Ekrem’in yalnız Müslüman değil gayrimüslim cenazeleri geçerken de ayağa kalktığı, kaynaklarda yer almaktadır. (Buhari, Cenaiz, 49; Nesai, Cenaiz, 45-47.)

Nebevi mirasın varisi olan âlim ve arifler de bu peygamberî örnekliği takip eder, insanlardaki ilahi nefhaya nazar ederek herkese insan olmasından kaynaklı bir hürmet gösterirlerdi. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin hamam ve kaplıcayı sevdiği nakledilir. Bir defasında kaplıcaya gittiğinde Emir Âlim isimli dostu, Mevlana’nın arkadaşlarıyla yalnız kalıp rahat etmesi için önce koşarak bütün insanları hamamdan dışarı çıkarır, havuzun kırmızı ve beyaz elmalarla doldurulmasını sağlar. Mevlana içeri girdiği zaman hamamın soyunma yerinde insanların aceleyle elbiselerini giydiklerini ve utanarak acele ettiklerini, havuzun da elmalarla dopdolu olduğunu görünce der ki: “Ey Emir Âlim! Bu insanların canları elmadan daha mı az kıymetli ki onları dışarı çıkarıp havuzu elmalarla doldurdun? Yalnız elmalar değil bütün dünya ve içindeki şeyler de insan için değil midir? Eğer beni seviyorsan söyle de hepsi hamama girsinler. Fukarası, zengini, sağlamı ve zayıfı dışarıda kalmasın ki ben de onların paraziti olarak suya girebileyim.” Emir Âlim utanarak insanların tekrar havuza girmesini sağlar, insanlar girdikten sonra Mevlana da havuza girer. (Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Çeviren: Tahsin Yazıcı.)

İnsana ihtimam ve hürmet meselesine, günümüz hayatıyla irtibatsız birer menkıbe sayılmaması için hâlâ şahitleri bulunan yakın dönemlerden birkaç örnek verelim. Dede Paşa lakaplı Ârif Musa Baştürk (ö. 1973), 80 yaşını aşkın iken bulunduğu odaya 2-3 yaşındaki çocuklar da dâhil olmak üzere her giren insan için ayağa kalkar, çocuklar oynarken içeri girip çıkmalar fazla tekerrür edince de her girdiklerinde elini göğsüne götürerek “Gönül ayakta evladım.” dermiş. Mahmud Sami Ramazanoğlu (ö. 1984), tren bileti alacağı zaman insanlar sırada beklemesin diye önceden bozuk para hazırlarmış. Kimseye kızmaz ve kimseden kırılmazmış. Merhum Dedem Mustafa Asım Köksal (ö. 1998), telif çalışmalarıyla meşgulken sık sık habersiz misafirleri gelirdi. Çalışmasını bölüyor gerekçesiyle hiç kimseyi geri çevirmez, her gelenle ilgilenir, sıkılma emaresi göstermez, onlarla hâllerine uygun sohbet eder, sorularını cevaplandırır, ikramı bizzat kalkıp kendisi yapardı. Memleketimizin yakın dönem tarihinden verdiğimiz bu örnekler, yüzlerce benzeri arasından, Müslümanlığı özümseyip ilmiyle amel eden şahsiyetlerin insana nasıl ihtimam ve hürmet ettiğine dair yalnız temsil niteliğinde birkaç misalden ibarettir.

Sorumluluk ahlakı

İnsan kendisini, başkalarıyla münasebetlerinde gerçekleştirir. Her türlü sahici ahlak tasavvurunda, karşıdakinin aslında bizim bir parçamız olduğu, “ben” ile “sen”in sözün hakiki anlamında birbirinden ayrıştırılmasının imkânsız olduğu bilinci vardır. “Ben”in kurucu unsurlarının en önemlilerinden birisi “ben olmayan”dır: Bu ben olmayan derece derece, en yakın aile çevresinden komşu ve dostlara, mahalle, şehir ve ülke halkına, ortak inanç ve kültürün paylaşıldığı bütün insanlara ve nihayetinde tüm insanlığa kadar uzanır. Birbirimize karşı sorumlu oluşumuzun zemini buradadır.

Birbirine karşı sorumluluk hisseden dayanışmacı toplumlarda (mesela ülkemizde 1970’li yıllara kadar kesintisiz biçimde yaşanan mahalle kültüründe) insanların birbirlerinin maddi manevi sıkıntılarını paylaştıkları, sevinçlerine ortak oldukları, aynı zamanda da birbirlerini ahlaki olarak kontrol altında tuttukları görülür. Böyle bir kültürde komşuluk çok önemlidir, herkes en yakınlarından başlamak üzere komşularından ve mahalle halkından haberdardır. Bir yemek yapıldığı zaman “burun hakkı” olarak yemeğin kokusunun ulaştığı komşulara ikram edilir. Mahalleden birinin başına bir felaket geldiğinde para toplanıp maddi sıkıntısı giderilir. Hiçbir şey yapılamadığında hiç olmazsa tebessüm edilir, güzel temenniler paylaşılır. Ebu Zerrü’l-Gıfari’den gelen bir rivayette, Allah Resulü, “Kardeşine göstereceğin tebessüm, bir sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sakat kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp kenara atman sadakadır; kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.” buyuruyor. (Tirmizi, Birr, 36/1956.) Yine Ebu Zer’den gelen bir rivayette Resul-i Ekrem şöyle buyurur: “Biriniz, yapacağı en küçük iyiliği dahi asla hakir görmesin! Yapacak hiçbir şey bulamazsa kardeşini güler yüzle karşılasın! Eğer et satın alır ya da bir tencere yemek pişirirsen suyunu biraz fazla koyup ondan komşuna da bir miktar ikram et!” (Tirmizi, Et’ıme, 30/1833.) Adî b. Hâtim’in rivayet ettiği uzun bir hadiste de “Her biriniz yüzünü ateşten korusun da velev yarım hurma ile olsun, bunu bulamazsa velev tatlı sözle olsun.” buyrulur. (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 1.)

Ayrıca komşu hakkına dair çok sayıda rivayet bulunduğunu, Allah Resulü’nün neredeyse komşuları birbirine vâris kılacak derecede komşuluğun önemine dikkat çektiğini de belirtmiş olalım.

Söylem ve eylem tutarlılığı içerisinde ahlaki benlikleri şekillenen insanlar nezdinde, başkasına verilebilenler yalnızca para veya maddi nesneler değildir. İlgi, sevgi ve bunların en alt seviyeden göstergesi olan tebessümün de “sadaka” yani başkalarıyla doğruluk ve samimiyetin (sıdk) eşliğinde paylaşılan şeyler olarak nitelendirilmesi fevkalade önemlidir. Bireyciliğin arttığı zeminlerde, varsa yakın aile ve dostların oluşturduğu en yakın dairenin dışı “yabancı”dır. Yakın zamanlarda yaygınlaşan psikolojik birçok rahatsızlığın kökeninde, Maslow piramidinin alt tabakalarındaki ihtiyaçlarını halletmiş bireylerin yalnızlık ve ilgisizlik içine terk edilmesi yatmaktadır.