Makale

ORUCUN HİKMETLERİ NASIL ANLATILIR?

ORUCUN HİKMETLERİ
NASIL ANLATILIR?

Dr. Mehmet BULUT
DİB Emekli Başkanlık Müşaviri

Orucun hikmetleri ve onun bize kazandırdıkları yüzlerce farklı şekilde anlatılabilir. Konu, ilmî olarak derinlikli bir şekilde yazılabilir; konuya ilişkin hutbe metinleri, vaaz örnekleri hazırlanabilir. İlmihâl kitaplarında mesele daha farklı işlenebilir. Vaaz ve sohbetlerde de hitabet disiplininin sağladığı imkânlarla ayrı bir tarzda sunulabilir. Kısaca, konuya ilişkin müktesebatımız ölçüsünde ve hedef kitlemize göre orucun bize kazandırdıklarını muhataplarımıza değişik şekillerde anlatabiliriz. Bunu yaparken mevzuyu doğru, etkili ve faydalı bir şekilde anlatmak önem arz eder. Ben bu yazımda, bundan yaklaşık yüz yıl önce farklı bir üslup ve son derece sade ve akıcı bir Türkçe ile yazılmış bir kitabın konuya ilişkin kısmını iktibas yoluyla dikkatinize sunmak istiyorum. Yazının sonunda birkaç cümlelik değerlendirmem de olacak. Buyurun:

“Cenab-ı Hakk’ın her yarattığında bir hikmet olduğu gibi her emrettiğinde de bir hikmet vardır. İnsan düşünecek olsa bunu anlamakta güçlük çekmez. Her derdin nasıl bir dermanı varsa her fenalığa karşı kalkan olacak da bir ibadet vardır. İnsana Mevlâ’sını unutturmayacak olan ibadetlerin de en birincisi namazdır.

Namaz kılmak, dünya gailesini bir tarafa atarak gelip ‘Allah divanı’na durmak demektir. Namaz insanı düşündürüp kendine getirir. Namaz insanı Hakk’ın huzuruna sokar. Daha doğrusu her zaman Allah’ın huzurunda bulunduğunu insana bildirir. Daima namaz kılan, böylece Mevlâ’sını hiç unutmayan kimse elbette Allah’tan korkar; fenalık yapmaz, tembellik etmez, ziyankârlıkta bulunmaz.

İşte namazın bu kadar faydası bulunduğu için dinimiz bize beş vakitten başka ramazanda da büyük bir namaz emrediyor. Onu da yerine getirmek bizim boynumuzun borcudur. Biliyorum, birden hatırınıza teravih namazı gelecek. Lâkin ben onu demek istemiyorum. Benim dediğim başka türlü bir namazdır ki imsak vaktinden başlar akşam namazına kadar sürer. Biz buna Türkçe ‘oruç’ deriz. Sözüm size tuhaf gelmesin, oruç da âdeta büyük bir namazdır. Namaz kılan kimse nasıl elini eteğini dünyadan çekip Hakk’ın divanına varırsa oruçlu olan kimse de namazdaymış gibi ne yer ne içer ne de nefsine uyar. İşine gücüne baksa bile gönlü Allah’la meşgul olur.

Oruca alışan kimse sabırlı olur, tahammüllü olur. Kendine söz geçirir hâle gelir. Bu, büyük bir mertebedir; herkese nasip olmayan bir şeydir. Niceleri vardır ki ne açlığa dayanabilirler ne susuzluğa sabredebilirler. Karınları guruldayınca mutlaka yemekleri gelmeli, ağızları kuruyunca mutlaka suları verilmeli. Eğer vaktinde yiyip içmeseler başları döner, gözleri kararır, sinirleri gevşer, elleri ayakları titrer, hâlsiz kalırlar, âdeta seriliverirler. Hâlbuki oruca alışkın olanlar için susuz kalmak, yemek vakti geçmek gibi şeyler vız gelir. Çünkü onlar uzun müddet açlığa, susuzluğa idmanlıdırlar. Böyleleri açlığa, susuzluğa tahammül ettikleri gibi her şeye karşı da tahammüllü olurlar. Zira onlar her sene oruç tuta tuta nefislerini kırmaya, arzularının isteklerinin önüne durmaya alışmışlardır.

Görmez misiniz; bir oruçlu sabahleyin kalkar, sahurda yediklerinin hararetiyle dili damağı kurur. Canı bir şeyler içmek ister. O adamcağız ‘olmaz’ der; ‘oruçlusun, bir şey içemezsin. Sabret, akşam olsun!’ diye nefsini kırar. Biraz sonra içi ezilmeye başlar, canı yemek yemek ister. O yine ‘olmaz’ der; ‘oruçlusun, bir şey yiyemezsin. Sabret, akşamı bekle!’ diyerek nefsinin önüne geçer. Sonra, insanlık hâli olarak kendisinde haremine yaklaşmak arzusu uyanır. O mübarek yine ‘hayır, olamaz’ der; ‘oruçlusun, böyle bir iş de yapamazsın. Sabırlı ol, vaktini bekle!’ diyerek nefsini alt eder. Sonra biriyle konuşup görüşürken, bir başkasını çekiştirmenin meyanesi gelir. Tam o kimseyi şöyledir, böyledir diye çekiştireceği sırada oruçlu olan kimse yine kendine gelir: ‘Olmaz, oruçlusun! Kimsenin ayağına kanca takıp çekiştiremezsin, sonra orucun bir fazileti kalmaz!’ diye nefsini kırar, yine kendine söz geçirir.

Bir gün, beş gün değil, tam otuz gün böylece idman eder. Âdeta nefsine perhiz ettirir. Böyle böyle başlar bu adam nefsine hâkim olmaya. Ramazandan sonra geçen on bir ay içerisinde, o ramazandan kazandığının yarısını yahut da yarısının yarısını dahi muhafaza etse yine büyük bir kârdır. Çünkü ikinci ramazandan da o kadar bir şey kazanır. O ramazandan bu kadar, bu ramazandan bu kadar derken her ramazandan kalan tortu gitgide birikir, artar. Yani, ramazanlarda oruç tuta tuta iyi hâller, güzel huylar edine edine o adam artık gayet temiz ve tahammüllü bir zat olur, çıkar. Artık o kimse sade açlığa susuzluğa değil, her şeye karşı demir gibi sağlam olur. Öylesine bir hazine teslim edilse yahut bir ırz, namus emanet edilecek olsa hiç korkulmaz. Çünkü onun içine insanlık hâli olarak bir fena fikir gelse, o saat, ‘hayır, o senin değildir, almayacaksın; o emanete hıyanet etmeyeceksin!’ diyerek nefsini kırar, kendine söz geçirir. Öylesine askerlikte bir vazife verilse de ‘şunun şurasında dur, nöbet bekle, kimseyi geçirme’ denilse yahut da muharebede, ‘şu işi şöyle yapacaksın, bunun için her tehlikeyi göze alacaksın’ denilecek olsa, o mübarek soğuk sıcak demeyip o denildiği yerde bekler, kuş uçurmaz. O verdikleri emri yerine getirmek için güçtür-kolaydır demez sabreder, tahammül eder. Ölerek-kalarak vazifesini yapmanın çaresine bakar. (…)

Niceleri vardır ki, açlığa susuzluğa hiç sabredemedikleri gibi paraya pula da, daha başka şeylere de asla dayanamazlar. Hoşlarına gidecek bir şey görünce ‘hiii!…” diyerek küçük dillerini yutacak gibi olurlar. ‘Aman, ne olursa olsun’ diye kendilerini kapıp koyuverirler. Bir türlü kendilerine söz geçiremezler. Kabil değil, nefislerinin arzusunu yerine getirmeden edemezler. Çünkü ne yapsınlar, nefse hâkim olmaya, nefse kumanda etmeye alışmamışlar.

Oruç bu kadarla kalmaz, adamı merhametli de yapar; çünkü açlığın ne olduğunu bilmeyenlere bildirir. Açların ne çektiğini toklara biraz öğretir. Hiç olmazsa zenginlere, ‘Açlık ne güç şeymiş; fakir fukaraya Allah yardımcı olsun’ dedirtir. Böylelikle onların yüreğini biraz yumuşatır.

Oruç, adamı itaatli de yapar. Verilen emirleri dakikası dakikasına yerine getirmeye de alıştırır. Görmez misiniz; imsak vakti gelince dakikasını geçirmemek için bir Müslüman yemeğini yarı bırakıp hemen ağzını çalkalar. İftar vakti de, az çok Allah ne verdiyse önüne koyar, boynunu büküp ezanı bekler. Bir dakika kalır, yarım dakika kalır, o yine yemez içmez. Aldığı emrin dakikasını, saniyesini hesap eder. Bunlar, bu hâller hep büyük, ehemmiyetli şeylerdir.

İşin zevkine varamayanlar orucu sade aç acına gezmekten ibaret zannederler. Hâlbuki oruç, adamı âdeta meleklere benzetip faydalı bir hâle getirir. Oruç, insanı terbiye ede ede Mevlâ’sıyla birlikte bulundurur. Dünyada bundan daha büyük ibadet mi olur? Dünyada bundan daha büyük gönül sefası mı bulunur?

Bu ibadetin mevsimi olan o mübarek ramazan iftarlarıyla, teravihleriyle, sahurlarıyla ne kadar hoştur! Gecesinde de gündüzünde de pek başka bir hâl vardır. Hele o ikindiden sonraki neş’e, o oruç sarhoşluğu ne kadar tatlıdır! Sade köyde, şehirde, kasabada değil dağda, bayırda dahi ramazanın kendine mahsus bir zevki vardır ki onu bilen bilir.

İşte evlâtlar, siz de orucu böyle bilin, siz de orucun zevkine böyle varın! O mübarek ramazanı boşu boşuna geçirmeyin! Ahirete çalışmak, dince olan noksanları tamamlamak için ramazandan iyi fırsat mı olur? Ramazanlar, bunalmış ruhları neşelendirmek, gafletle kararmış gönüllerin pasını silmek için ramazan olmuştur. Namazlar, oruçlar (…), tesbihler, temcidler, teravihler… Hep bunlar insanı ayıltmak, insanın Allah’a karşı kapanmış olan gönlünü açmak içindir.

İnsan bu ayda da ayılmazsa ne vakit ayılır? İnsanın gönlü gözü bu ayda da açılmazsa ne vakit açılır? Gelecek ramazana mı, yoksa biraz daha yaşı başı aldıktan sonra mı? Hâlbuki yarına çıkacağımıza elimizde senet yokken gelecek gidecek ramazanlara güven olur mu? Hatırdan çıkmamalı ki ölüm yaşa başa bakmaz. Ecel gelince ihtiyarı genci ayırt etmez. ‘Daha dur bakalım, öyle şeyler bana ne kadar uzak’ filan derken hiç ummadığı bir sırada ölüm insanın yakasında bitiverir. O vakit adamın ayakları suya erer ama iş işten geçer. O zaman dövünmek, pişman olmak fayda vermez.

İyisi mi, insan şimdiden aklını başına almalı! Bu dünyaya niçin geldiğini bilip de ona göre davranmalı! İyice bilmeli ki bu fırsat her vakit ele geçmez. Aba vakti aba alan, yaba vakti yaba alan hiçbir zaman aldanmaz!...”

***

İktibas ettiğim bölüm burada bitiyor. Bu metni, 1920’li ve 1930’lu yıllarda iki kez Müşavere Heyeti azalığı da yapmış olan ve dergimizin önceki sayılarında kendinden söz ettiğim Ali Vahid Üryani’nin 1927 yılında Kur’an harfleriyle basılmış Asker İlmihali -bu yıllarda askerler için hazırlanıp basılmış ilmihâl ve din dersleri kitaplarını ileride ayrı bir makalede ele almak istiyorum- adlı kitabından aldım (s. 217-226); orijinal metni yeni harflere çevirerek takdim ettim. Bölümün baş kısmındaki buraya almadığım birkaç paragraf dışında metin üzerinde hiçbir tasarrufta bulunmadım.

Metni okuyan değerli hocalarımız, “Yahu bu, avami bir anlatım” diyebilirler. Ancak sözü edilen eserin, asker ocağına gelmiş, yeteri kadar okuma yazması bile olmayan erata İslam’ı anlatıp sevdirmek amacıyla yazıldığını öncelikle hatırlatmam gerekir. Nitekim yüz yıl önce kaleme alınmış olmasına rağmen büyük bir maharet gösterilerek eserin son derece duru bir Türkçe ile yazıldığı dikkatten kaçmamaktadır. Esasen Hocamız, ortalama halka dinî kültür vermeyi kendisi için bir hedef seçtiğinden diğer bütün eserlerinde de bu ağdasız, yalın anlatımı görmek mümkündür. Benzer durum, üçüncü Diyanet İşleri Başkanımız Ahmet Hamdi Akseki’de de müşahede edilebilir.

Bu iktibasla benim esas vurgulamak istediğim şey şu: Günümüzde bilgiye ulaşmanın yollarının son derece arttığı, bunun da etkisiyle insanımızın genel dinî kültürünün hissedilir şekilde yükseldiği kuşkusuzdur; bu, sevindirici bir durum elbette. Buna rağmen dini topluma anlatma eylemlerimizde; hutbe, vaaz ve sohbetlerimizde, halka yönelik kitaplarımızda, makalelerimizde bu tür sade ve duru anlatıma günümüzde de ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Örnek olarak bu metni nazarlarınıza arz etmem de bu keyfiyetle ilgilidir. Ramazanda olduğumuzu da düşünerek kitabın oruçla ilgili bir kısmını takdim ettim. Bu üslubu yakalamanın çok da kolay olmadığını, belki bir yetenek meselesi olduğunu da ayrıca belirtmem gerekir.