Makale

SECİ SANATININ KULLANIM ALANLARI VE İSLÂMÎ DÖNEMDE SECİ SANATINA YAKLAŞIMLAR

Akbaş, Yaşar Fatih. “Seci Sanatının Kullanım Alanları ve İslâmî Dönemde Seci Sanatına Yaklaşımlar”. Diyanet İlmî Dergi 59, (2023): 317-342.

Araştırma makalesi /
Research article

SECİ SANATININ KULLANIM ALANLARI VE İSLÂMÎ DÖNEMDE SECİ SANATINA YAKLAŞIMLAR
THE USE OF SAJ’ ART AND APPROACHES TO SAJ’ ART IN THE ISLAMIC PERIOD

Geliş Tarihi: 02.01.2023 Kabul Tarihi: 13.03.2023

YAŞAR FATİH AKBAŞ
DR. ÖĞR. ÜYESİ
KAFKAS ÜNİVERSİTESİ
İLAHİYAT FAKÜLTESİ

orcid.org/0000-0001-8570-3917

yfatihakbas@hotmail.com

ÖZ

Lafzı şekil ve anlam açısından güzelleştiren birçok edebî tür bulunmaktadır. Bu tür kullanımlardan birisi de secidir. Şiirdeki kafiyenin nesirdeki karşılığı olan seci, etkileyici bir ritim ortaya çıkarmak için cümlede fasıla diye isimlendirilen son kelimelerin tekrar eden seslerle bitmesidir. Bu ifade bölükleri aynı vezin ve aynı kafiyeye sahip olabilecekleri gibi sadece kafiye açısından bir birlik içerisinde olacak şekilde de kullanılabilmektedir. Kulağa hoş gelen secili ifadeler ses, ahenk, uyum ve ritim açısından bir güzellik barındırmaktadır. Bu yüzden birçok edebi türde vazgeçilmez bir ifade tarzı olmuştur. Cahiliye döneminde kâhinlerin sıklıkla kullandığı seci, hitabeler ve mesellerde de kendini bariz bir şekilde göstermektedir. Birçok kullanım alanı olmasına rağmen neredeyse kâhinlerle özdeşleşmiş olan seci Hz. Peygamber tarafından yasaklanmış bu da bir tartışma alanı oluşturmuştur. Seci sanatının bütün yönleriyle incelendiği bu çalışmada kâhinlerin kullandığı secili anlatımlar, Hz. Peygamber’in secili konuşmaları çirkin görme sebepleri, Kur’ân-ı Kerîm’de seci bulunup bulunmadığı yönündeki tartışmalar ve İslâm âlimlerinin secili anlatımlar karşısındaki tutumları ele alınarak konunun kapsamlı bir şekilde sunulması hedeflenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Arap Dili ve Belâgatı, Seci, Ses Uyumu, Ritim, Kafiye.

ABSTRACT

There are many literary genres that beautify the expression in terms of form and meaning. One of such uses is saj’. Saj’, the prose equivalent of the rhyme in poetry, is the ending of the last words in the sentence, called the fāṣila, with repetitive sounds in order to reveal an impressive rhythm. These phrases can be used in the same wazn and rhyme, or they can be used in unity only in terms of rhyme. Saj’ expressions that are pleasing to the ear contain beauty in terms of sound, harmony, and rhythm. Therefore, it has become an indispensable style of expression in many literary genres. In the period of jāhiliyyah, the saj’ frequently used by the soothsayers also clearly shows itself in sermons and parables. Although it has many uses, saj’, which is almost identified with soothsayers, was banned by the Prophet, and this created a discussion area. In this study, in which all aspects of the art of saj’ are examined, it is aimed to present the subject in a comprehensive way by considering the saj’expressions used by the soothsayers, the reasons why the Prophet considered saj’ expressions unpleasant, the debates on whether there is any saj’expressions in the Qur’an or not, and the attitudes of Islamic scholars towards the saj’.

Keywords: Arabic Language and Rhetoric, Saj’, Sound Harmony, Rhythm, Rhyme.

SUMMARY

There are a number of literary genres making wording more beautiful in terms of its form and meaning. One of these uses is saj’ (internal rhyme). Being the prose equivalent of rhyme in poetry, saj’ means the last words in a sentence, called as fāṣila, end with repeating sounds so as to produce an impressive rhythm. These expression sections might either have the same wazn and the same rhyme or just can be used in a way that they have a unity in terms of rhyme. Being related to prose more than poetry, saj’ is classified into different types as muṭarraf, muraṣṣaʿ and mutawāzḭ. When the rhymes of the first fāṣila have the same wazn, it is called saj’ muṭarraf, when the subsections have multiple reciprocal words similar to each other in terms of wazn and rhyme, it is called saj’ muraṣṣaʿ, and when only the last words of two fāṣila are the same in terms of meter and rhyme, it is called saj’ mutawāzḭ. In visual aesthetics of the saj’, whether the fāṣila are long or short plays a role. As well as visuality, the denoted meaning is of great importance in saj’. The expression with saj’ must be formed naturally by itself and it should be formed without forcing to do so. Saj’ must have a unique resonance and sound rhythm. Another specification required in the expressions with saj’ is that the meaning should not belong to the wording, but on the contrary the wording must belong to the meaning. Each statement with saj’ must denounce a distinctive meaning. When this is not the case, it will fall into repetition, which harms the value of saj’. Having been used by soothsayers during the jāhiliyyah, saj’ is explicitly seen in khutbahs and parables. Described as commonly used wise words reclaimed in the society for their wording and meanings, through which people attempt to express things that are hard to express in happy and troublesome times, parables include statements with saj’ intensively. Another field of use for statements with saj’ is khutbahs, which are used to provide beneficial information, to infuse an idea to a society, and to encourage or provoke and move a community against any incidents or cases. These speeches mostly consist of wise statements and strong sentences where saj’ is the dominant element, as well. The saj’ used by soothsayers is of the earliest forms of literary arts. As a matter of fact, saj’ was used by pagan soothsayers in predictions, curses, incantations and various other magical statements. These were forced and contrived utterances that contained obscure words, uttered only for the sake of rhyme. This kind of speech of the soothsayers is incompatible with the Islamic mindset, unacceptable and condemned. Despite having a lot of field of use, as it had almost become identical with the soothsayers, saj’ was prohibited by the Prophet, which caused arguments for and against. Certain scholars did not favour the statements with saj’ and they claimed that there is no saj’ in the Qur’an. According to this view, the forms including euphony in the Qur’an are not saj’ but fāṣila. Some other scholars consider that saj’ and fāṣila are different things, and there are both saj’ and fāṣila in the Qur’an. Those claiming that there is no saj’ in the Qur’an basically move from three main reasons. First of all, the word saj’ actually is the sound produced by pigeons and similar animals, and therefore it is inappropriate to use such a naming considering that the Qur’an is Allah’s kalam. Secondly, as such expression styles were used by the soothsayers before the Qur’an was revealed, the term saj’ had become associated with them and it connoted them. The third reason is that there is a prohibition by the Prophet for expressions containing saj’. However, when this is regarded within the context, the prohibition of the Prophet is not directly towards the saj’. Because it is saj’ by the soothsayers coming to the mind when this word is first heard, though it may seem like appropriate to not call the fāṣila in the Qur’an as saj’, this would just be a change in the naming. Actually, what is meant by fāṣila is saj’ itself. The Holy Qur’an was revealed with an elevated form of prose. There is an impressive melody in it. The expressions containing saj’ in the Qur’an are not like the saj’ people use, but on the contrary they contain a kind of coherence and aesthetics. Since there is a tendency towards words containing rhythm and harmony in the nature of human beings, it is ultimately normal to use expressions with saj’ which denote the meaning openly and give peace to people when listened in Qur’an, because Qur’an is addressed to the whole of the humanity.

GİRİŞ

Seci iki fasılanın son harflerinin bir birlerinin aynısı olması,[1] fıkra olarak isimlendirilen kelime sonlarının aynı seslerle bitirilmesidir. Arap şiirinin ilkel şekli de kısımları (fıkralar) kafiyeli hecelerle son bulan, şekil bütünlüğünü ortak kafiyenin sağladığı, sözleri vezinsiz ve çeşitli uzunlukta olan ve seci olarak isimlendirilen kafiyeli düz yazıydı.[2] Bu yüzden seci, edebî türler ortaya koyulmadan önce cahiliye döneminden beri bilinen ve uygulama alanı geniş olan bir sanattır. Başta kâhinlerin secili konuşmaları olmak üzere meseller ve hitabet alanında seci içeren ifadeler sıklıkla kullanılmıştır.

Sağlam bir tabiat üzere akıcı ve güçlü şekilde oluşturulan secili ifadelerin yanı sıra kâhinlerin söyleyiş tarzında olduğu gibi, akıcı olmayan ve muğlak ifadelerin kullanıldığı secili anlatımlar da vardı. Bunlar kapalı lafızlar içeren, sadece kafiye için söylenmiş zorlama ve yapmacık bir şekilde ifade edilmiş sözlerdi. Kâhinler gelecekten haber verdiklerini iddia edip insanları etkilemek gayesi ile bu tür konuşmalara başvurmaktaydılar. Her kâhin kendisine tabi olan cinlerin bulunduğunu, bunların gaybın perdesini aralamak hususunda yardımcıları olduğunu iddia etmekteydi. Cahiliye Araplarının ise bu tür insanlara karşı büyük bir meyli vardı.[3]

Hz. Peygamber bu tür ifade biçimlerini kâhinlerin sıfatı olması sebebiyle yasaklamıştır.[4] Rivayete göre Hz. Peygamber, bir kadının doğmamış bebeğinin ölümüne sebep olan kişi hakkında diyete hükmedince hakkında hüküm verilen kişinin velisi hükme itiraz etmiş, bunu da seci içeren lafızlarla dile getirmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber أسجعًا كسَجْعِ الكهانِKâhinlerin yaptığı gibi secili mi konuşuyorsun?[5] diyerek itiraz eden kişiyi bu şekilde konuşmaktan men etmiştir. Bu rivayeti esas alan bazı âlimler Kur’ân-ı Kerîm’de seci olamayacağını iddia etmiş, Kur’ân’da aynı seslerle biten ifadeleri fasıla olarak isimlendimişlerdir. Bir kısım âlim ise Hz. Peygamber’in yasağının bizzat seciye yönelik olmayıp kâhinlerin konuşmalarındaki gibi secili konuşmayla ilgili olduğunu, bu yasağın umûm ifade etmediğini dile getirmişlerdir.[6]

Seci teriminin kullanılmasının uygun olmayacağını iddia edenler daha çok Kur’ân-ı Kerîm’in kutsal bir kelâm oluşu, secinin kumru ve benzeri kuşların ötme sesi esas alınarak kullanılan bir isimlendirme olduğu,[7] kullanılan lafızlarda bir kapalılık bulunduğu, secide lafzın manaya değil de mananın lafza tabi olduğu, bu ismin kâhinleri çağrıştırdığı gibi sebepler ileri sürmektedirler. Zira bu tür kullanımlar Kur’ân-ı Kerîm’in inmesinden önce gayba muttali olduklarını iddia eden kâhinlerin en çok kullandığı ifade biçimiydi.[8]

Klasik ve modern dönemde seci ile ilgili birçok eser kaleme alınmış olmakla beraber secinin kullanılış biçimlerini, kullanım alanlarını ve Hz Peygamber’in seciye yönelik yasağından hareketle İslâm ulemasının seciye karşı tutumlarını ele alan bütünleşik bir çalışma yapılmamıştır. Bu çalışmada secinin türleri, hangi durumlarda secili ifadenin uygun olacağı, secinin kullanım alanları ve âlimlerin Kur’ân-ı Kerîm’de seci bulunup bulunmadığı hususundaki tartışmaları bütün yönleriyle ele alınmıştır. Buradan hareketle kendisine benzer lafızların getirilmesi hususunda asırlara meydan okuyan Kur’ân-ı Kerîm’de seci içeren anlatımların bulunduğu, seci şeklindeki isimlendirmenin yanlış olmayacağı, Kur’ân-ı Kerîm’deki secili ifadelerin lafız, mana, ahenk ve sıralama bakımından bir beşerin oluşturmaya güç yetiremeyeceği nitelikte olduğu ortaya konulmuştur. Çalışma boyunca “سجع” terimini ifade etmek üzere “seci” kelimesi kullanılmıştır. Seci daha çok nesirle ilgili olduğu için şiir örnekleri kullanılmamıştır.

1. Seci Sanatı ve Türleri

Sözlükte güvercin, kumru gibi kuşların nağmelerini tekrarlamak suretiyle ötmelerine seci denir.[9] Terim olarak ise; daha çok nesir halindeki metinlerde iki fasılanın son harflerinin bir birlerinin aynısı olmasıdır.[10] Fasıla şiirde kafiyenin bulunduğu mısra sonu gibidir.[11] Nesirde seci şiirdeki kafiyeye tekabül ettiği için seciye düz yazının kafiyesi de denilebilir. Daha çok atasözleri ve veciz sözlerde bir ahenk unsuru olarak yer almıştır. “Kesâfet-i şehâbda letâfet-i şihâbı unutmuştuk”” cümlesinde görüldüğü gibi mensur bir sözün son kelimeleri (fasılaları) tek bir harf üzerine birleşmekte, kesâfet-letâfet ve şehâb-şihâb kelimeleri arasındaki seciyi “ت” ve “ب” harfleri sağlamaktadır.[12]

Etkileyici bir ritim ortaya çıkarmak için fasıla diye isimlendirilen cümledeki son kelimeler tekrar eden seslerle bitirilir.[13] Secide ilk söylenenler genelde asıl söylenmek için hazırlık özelliği taşır. Fıkra sonları (ifade bölükleri) فِي سِدْرٍ مَخضُودٍ، وَطَلْحٍ مَنضُودٍ، وَظِلٍّ مَمْدُودٍDikensiz kirazlar, meyveleri salkım salkım muz ağaçları ve uzayıp giden gölgelik.”[14] âyetinde olduğu gibi aynı kafiye ve vezne sahip olabileceği gibi “مَا لَكُمْ لَا تَرْجُونَ لِلّٰهِ وَقَارًا، وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا” “Size ne oluyor ki, Allah’ın büyüklüğünü kabul etmiyorsunuz, oysa O sizi türlü evrelerden geçirerek yaratmıştır.”[15] âyetinde olduğu gibi sadece aynı kafiyeye sahip olacak şekilde de kullanılabilmektedir. İlk âyette fasılalar “د” harfi üzerine ikinci âyette ise “ر” harfi üzerine bina edilmiştir.

Secide maksat iki cümle arasında ses açısından bir denklik meydana getirmek olduğu için seci son harekenin sükûnu üzere mebnidir.[16] Bu da ancak vakf ile gerçekleşmektedir.[17] Bu yüzden kelime sonlarındaki harekeler dikkate alınmadığı gibi[18] müenneslik “te” si kafiye olarak kabul edilmez.[19] Aksi takdirde farklı i‘rab harekeleri seciyi bozar. Örneğin ما أبْعَدَ ما فاتَ وما أقْرَبَ ما هُوَ آتٍ “Geçip giden ne kadar da uzak, gelecek olan ise ne kadar yakın” şeklinde her iki fasılanın son kelimeleri asli harekeleri ile okunduğunda “فات” mazi fiil olduğu için fetha ile “آتٍ” kelimesi haber olmasına rağmen nakıs bir fiilden elde edilen ismi fâil olduğu için kesre ile okunmalıdır. Bu okuyuş ise secinin iptaline sebep olacağı için sükûn üzere okunmalıdır.[20]

Vezin ve kafiyelerin aynı, vezinlerin farklı kafiyelerin aynı olması gibi farklı türlerde kullanımı bulunan seci, bu açıdan bir taksime tabi tutulmuştur. Kazvînî (ö. 739/1338) mutarraf, murassa‘ (tersi‘) ve mütevâzî olmak üzere üç çeşit seciden bahseder.[21] İbn Hicce (ö. 837/1434) ise mutarrâf, murassa‘, (tersi‘) muşattâr ve mütevâzî olmak üzere dört tür seci bulunduğunu fakat bunlardan muşattârın şiire has olduğunu beyan etmiştir.[22]

1.1. Mutarraf Seci

İki fasılanın kafiyelerinin aynı vezinlerinin farklı olması mutarraf seci olarak isimlendirilmiştir.[23] وَمَا يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَ الْبَصِيرُ، وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُKör ile gören bir olmaz. Karanlık ile aydınlık bir olmaz.”[24] âyetinde son sesler aynı olmasına rağmen vezinler farklı gelmiştir. Seci içeren lafızlardan الْبَصِيرُ kelimesi فعيل kalıbında gelmişken النُّورُ kelimesi فُعْل kalıbında bir kelimedir. Yine أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا، وَالْجِبَالَ أَوْتَادًاBiz yeryüzünü bir döşek, dağları da bir kazık yapmadık mı?[25] âyetinde seci içeren lafızlardan مِهَادًا kelimesi فِعال vezninde gelmişken أَوْتَادًا kelimesi أفْعال vezninde gelmiştir.

1.2. Murassa‘ Seci

Fıkralarda birden fazla mütekabil kelimenin vezin ve kafiye açısından bir birine benzemesi “murassa‘ seci (tersi‘)” olarak isimlendirilmiştir.[26] Böyle olduğunda hem vezin hem de kafiyesi benzeyen lafızlar cümle içinde bir birlerine denk gelecek şekilde kullanılmaktadır.[27] إِنَّ الْأَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ، وَإِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍŞüphesiz iyi kimseler, Naîm cennetlerindedirler. Kötüler de cehennemdedirler.”[28] âyetinde birinci cümledeki الْأَبْرَارَ lafzı ikinci cümledeki الْفُجَّارَ lafzına; نَعِيمٍ kelimesi de ikinci cümledeki جَحِيمٍ lafzına denk gelecek şekilde kullanılmış olup vezin ve kafiye açısından da benzemektedirler. Bu üslupta, fasılalardaki sözcükler haricinde olanlar karşılıklı olarak seci içerecek şekilde kullanılır. وَاٰتَيْنَاهُمَا الْكِتَابَ الْمُسْتَبين، وَهَدَيْنَاهُمَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقيمَHer ikisine de, apaçık anlaşılan bir kitap vermiştik. Her meselede onların doğru yola gitmelerini sağladık”.[29] âyetinde de birden fazla mütekabil kelime aynı sesle gelmiştir.

1.3. Mütevâzî Seci

İki fasılanın sadece son kelimelerinin vezin ve kafiye açısından aynı olması ise “mütevâzî seci” olarak isimlendirilmiştir.[30] Cümlede geçen kelimelerin tamamında değil de sadece son kelimelerinde vezin ve kafiye açısından bir uyum meydana gelecek şekilde kullanılır. فِيهَا سُرُرٌ مَرْفُوعَةٌ، وَأَكْوَابٌ مَوْضُوعَةٌOrada yüksek tahtlar vardır. Konulmuş (içecek dolu) kaplar.”[31] âyetinde her iki fıkrada hem vezin olarak “مفعول” kalıbı kullanılarak bir uyum sağlanmış, hem de kafiye açısından ortak bir kullanım meydana getirilmiştir.

Yukarıda ifade ettiklerimizin haricinde meştûr (teştîr/muşattar) adı verilen ve şiire has olan bir seci türü daha bulunmaktadır.[32] Meştûr; beyitteki şatırlardan her birisinin diğer şatırdan farklı iki kafiyeye sahip olup her bir şatrın kendi içinde kafiye bulundurmasıdır.[33] Örneğin; تدبِيرُ مُعتَصِمٍ للّه مُرْتَغبٍ في الله مُرتَقِبِ

Bu, Allah için intikam alan, Allah’ın rızasını arayan, Allah’ı gözetenin aldığı tedbir neticesindedir.”[34] beytinde her iki şatr, kendi içinde kafiye oluşturacak şekilde kullanılmıştır. İlk şart “م” harfi üzere mebni iken ikinci şatr “ب” harfi üzere mebnidir.[35]

Seciye dâhil edilen bir başka kullanım ise revi harfinden önceki bir harfin veya birden fazla harfin zorunluluk olmadığı halde aynı gelmesi şeklinde tanımlanan “Lüzum-u ma lâ yelzem” dir. Bu tür ifade tarzları da secili anlatıma benzemektedir. Bu yüzden Kazvînî, lüzûm-u ma la yelzemi seciye dâhil etmiştir.[36] Lüzumu ma la yelzem bir harf ve harekenin benzemesi, iki harf iki harekenin benzemesi gibi farklı formlarda karşımıza çıkmaktadır. Örneğin وَاللَّيْلِ وَمَا وَسَقَ، وَالْقَمَرِ إِذَا اتَّسَقَGeceye ve onda basan karanlığa. Ve Ay’a, dolunay olunca.”[37] âyetinde bir harf ve hareke benzeyecek şekilde kullanılmışken, مَا أَنتَ بِنِعْمَةِ رَبِّكَ بِمَجْنُونٍ، وَإِنَّ لَكَ لَأَجْرًا غَيْرَ مَمْنُونٍSen Rabbinin nimeti sayesinde mecnun değilsin. Şüphesiz sana tükenmez bir mükâfat vardır.[38] âyetinde iki harf ve hareke benzer şekilde kullanılmıştır.

2. Secili İfadelerin Uzun veya Kısa Oluşu

Seci içeren lafızlar sayıca birbirlerine eşit olabileceği gibi secili ifadenin ikinci fasılası (ifade bölükleri) birinci fasıladan uzun veya ikinci fasılası birinci fasıladan kısa olabilmektedir. Bunların en kıymetlisi lafız sayısı bir birine eşit olan, en çirkini ise ikinci fasılanın birinci fasıladan çok kısa kullanıldığı seci türleridir.[39] Örneğin; وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا، فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا، فَالْمُغيرَاتِ صُبْحًا،فَاَثَرْنَ بِه نَقْعًا، فَوَسَطْنَ بِه جَمْعًاYemin olsun Allah yolunda nefes nefese koşanlara, koşarken tırnaklarıyla taşlara çakarak kıvılcımlar saçanlara, o hızla sabah erkenden düşmana baskın yapanlara, derken orada tozu dumana katanlara, böylece düşman bir ordunun ortasına dalanlara[40] âyetinde fasılalar birbirine eşit olarak getirildiği için secinin en makbul türü kullanılmıştır.

بَلْ كَذَّبُوا بِالسَّاعَةِ وَاَعْتَدْنَا لِمَنْ كَذَّبَ بِالسَّاعَةِ سَعيرًا، اِذَا رَاَتْهُمْ مِنْ مَكَانٍ بَعييدٍ سَمِعُوا لَهَا تَغَيُّظاً وَزَفيراً، وَاِذَٓا اُلْقُوا مِنْهَا مَكَاناً ضَيِّقاً مُقَرَّنينَ دَعَوْا هُنَالِكَ ثُبُوراًFakat onlar kıyameti yalanladılar. Biz de kıyameti yalanlayanlar için alevli bir ateş hazırladık. O ateş uzak bir yerden kendilerine görününce homurdanmasını ve uğultusunu işitirler. Zincirlerle sımsıkı bağlı olarak onun dar bir yerine atılınca oracıkta yok olmayı isterler.[41] âyetinde ise ikinci fasıla birinci fasıladan biraz uzun kullanılmıştır. Birinci fasıla sekiz lafız iken iki ve üçüncü fasılalar dokuz lafızdan oluşmaktadır.

Fîl Sûresinin seci düzeni ise ikinci fasılanın birinci fasıladan kısa oluşuna örnek olarak verilebilir.[42] اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفيلِ، اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ في تَضْليلٍ، وَاَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْراً اَبَابيلَ، تَرْميهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجّيلٍ، فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ. “Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar yağdıran sürü sürü kuşlar salmadı mı? Sonuçta Allah onları yenilip ezilmiş ekine çevirdi.[43] İkinci fasılanın birinci fasıladan çok kısa olduğu tarz zaten çirkin görülmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de bu türden bir kullanım da bulunmamaktadır.[44]

Fasılalardaki bölümlerin uzunluğu ve kısalığı göz önünde bulundurulmak suretiyle bir isimlendirme yapılmış olup seci; tavîl ve kasîr olmak üzere iki ana kısma ayrılmıştır.[45] Seci içeren bölümlerin az sayıda kelimeden oluşması es-sec‘u’l-kasîr olarak isimlendirilmiştir. Belagat âlimleri kısa lafızlar içerisinde seciyi gerçekleştirmenin zorluğundan dolayı bu tür seciyi elde edilmesi en zor ve en güzel tür olarak kabul etmişlerdir. Fasılalarda geçen kelime sayısı ikiden ona kadar olanlar kısa seciye dâhil edilmiştir.[46] En kıymetlisi يَٓا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ، قُمْ فَاَنْذِرْ، وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ،وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْEy (elbisesine) bürünen (Peygamber)! Kalk ve (insanları) uyar. Rabbini tekbir et (yücelt). Ve elbiseni temizle.”[47] âyetinde olduğu gibi ikişer kelimeden oluşan seci türüdür.

Fasılalarda geçen kelime sayısı ondan fazla olduğunda ise seci, es-sec‘u’t-tavîl olarak isimlendirilmiştir. Kısa secinin zıddıdır.[48] Örneğin اِذْ يُريكَهُمُ اللّٰهُ في مَنَامِكَ قَيلاً وَلَوْ اَرٰيكَهُمْ كَثيراً لَفَشِلْتُمْ وَلَتَنَازَعْتُمْ فِي الْاَمْرِ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ سَلَّمَ اِنَّهُ عَليمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ، وَاِذْ يُريكُمُوهُمْ اِذِ الْتَقَيْتُمْ فٓي اَعْيُنِكُمْ قَليلاً وَيُقَلِّلُكُمْ فٓي اَعْيُنِهِمْ لِيَقْضِيَ اللّٰهُ اَمْراً كَانَ مَفْعُولاً وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُوAllah rüyanda onları sana az olarak göstermişti, eğer onları sana çok gösterseydi korkup çekinirdiniz, savaşma konusunda görüşleriniz çelişirdi, fakat Allah korudu. Şüphe yok ki O kalplerin gizlediğini eksiksiz bilmektedir. O, karşılaştığınız sırada da sizin gözünüzde onları az gösteriyordu, onların gözünde de sizi az gösteriyordu ki, Allah olmasını murat ettiği şeyi gerçekleştirsin; zaten bütün işler Allah’a döner.”[49] âyetinde her fasıladaki kelime sayısı ondan fazla olacak şekilde getirilmiştir

3. Etkili Bir Secide Bulunması Gereken Özellikler

Seci hem görsel olarak hem de anlam açısından güzel olmalıdır. Görsel açıdan nasıl olması gerektiğini Süyûtî’nin (ö. 911/1505) izahlarında görebilmekteyiz. Ona göre secinin en azı iki kelime olup en uzunu on kelimeyi geçen, ortası ise iki ile on arasında olandır.[50] En iyisi ise kısa olup lafızları bir birine eşit olanıdır.[51] İkinci derecede güzel olanı خُذُوهُ فَغُلُّوهُ، ثُمَّ الْجَح۪يمَ صَلُّوهُOnu tutun, bağlayın ve sonra alevli ateşe atın.”[52] âyetinde olduğu gibi ikinci veya üçüncü fıkranın uzun olanıdır. İkinci fasılanın birinci fasıladan çok kısa olduğu tarz çirkin görülmüştür.[53]

Secide görselliğin yanı sıra ifade edilen anlam da son derece önemlidir. Secili ifadenin kendiliğinden tabii olarak yapılması ve bir zorlama olmaksızın meydana getirilmesi gerekir. Lafızları karmaşık, muğlak ve kulağı tırmalayıcı bir durumda ise hoş olmaz. Kelâmın makamına uygun olarak bir itidal olmalıdır. Secili lafızlar halavet içermeli, bir ritim ve tınısı olmalı, kelimeler kulağa hoş gelmelidir. Bu yüzden âlimlerin secide aradığı temel özelliklerden birisi zorlama ve yapmacıktan uzak olmasıdır.[54] Zira zorlama ve yapmacık olan seci kötü bir elbiseyi süslemek gibidir. Ne kadar süslenirse süslensin bir çekiciliği olmayacaktır. Kendiliğinden doğal olarak meydana getirilmiş secili ifadeler ise süslendikçe kıymeti artan bir mücevhere benzer.

Secili ifadelerde aranan bir diğer özellik ise mananın lafza değil kullanılan lafızların manaya tabi olmasıdır. Farâbî (ö. 339/950) seciyi bir kısmı bir kısmına denk gelen bir lafızda oluşturulmuş hikmet olarak tanımlar.[55] Hikmet içeren sözde asıl olan anlam olduğu için lafzın manaya tabi olması gerekir. Mananın lafza tabi olması; önce yapmacık bir lafız getirip anlamlar göz ardı edilerek her hangi bir manayı ona tabi kılmaktır. Yani güzel lafız getirip işe yaramayan her manayı ona tabi kılmaya çalışmaktır. Bu tür kullanımlarda lafzın gizli veya zor olması göz ardı edilerek kelâm sanki bir manayı ifade etmek için değil de mana kelimeleri ifade etmek üzere kullanılmış olmaktadır.[56] İbnü’l-Esîr (ö. 630/1233) lafzın manaya değil de mananın lafza tabi olmasını, odundan yapılmış bir kılıcın koyulması için altından yapılmış bir kına benzetir. Altından yapılmış kılıç kını ile lafızları kasteden İbnü’l-Esîr, anlam açısından bir şey ortaya koymayan boş sözleri de odundan yapılmış kılıca benzetmiştir. Odundan yapılmış kılıç için altından bir kın yapmak ne kadar gereksiz ise manası olmayan kelâmı da seci ile ifade etmek o kadar gereksiz ve faydasızdır.[57] Zira seci zorlamadan uzak, doğal ve lafızlar manaya tabi olacak şekilde kullanıldığında yazar kelimelerin esiri değil kelimeleri kendisine esir etmiş olacaktır.

Lafızların manaya hizmet etmesi gerektiğini ifade eden âlimler ortaya çıkacak mananın çirkin bir anlam olmaması ve secili her ifadenin farklı bir manaya delalet etmesi gerektiğini de dile getirmişlerdir. Böyle olmadığında tekrar olacaktır.[58] Secinin bizzat amaç değil araç olarak kullanılması gerekir. Art arda gelen secili ifadelerin sırf seci elde etmek gayesiyle aynı anlama gelecek biçimde birbirinin tekrarı olması ise çirkin görülmüştür.

Seci içeren ifadenin sunilik ve zorlamadan uzak olup kendi seyrinde yerine oturması, lafızların manaya tabi olması ve tekrar olmaması seciye bir güzellik katmaktadır. İnsan doğası her zaman tabii olarak meydana getirilmiş sanatlı ifadelere meylettiği için gerekli şartları yerine getirmiş olan secinin hisleri harekete geçirip kalpleri etkileyen ve sarsan bir yönü olmasının yanı sıra bu tür ifadeler akılda rahatlıkla kalabilmektedir. Zira secili ifadelerin bir başka güzel tarafı ezberlenmesinin kolay hale gelmesidir.[59] O halde kâhinlerin secili konuşmaları, hatiplerin konuşmalarını seci ile süslemeleri ve mesellerin bir kısmının secili ifadeler içermesinin gayelerinden birisi de “insanların uzun süre bu konuşmaları ve sözleri unutmamalarını sağlamaktır.” diyebiliriz.

4. Secinin Kullanım Alanları

Cahiliye dönemi; kâhinlerin secisi, hitabeler ve meseller olmak üzere sanatsal nesrin üç önemli yönüne şahitlik etmiştir. Dinleyici üzerinde bir tesir bırakmak amacıyla kâhinlerin secili ifadelerinde olduğu gibi hutbeler ve meseller de secili ifadelerle süslenmiştir.

4.1. Mesellerde Seci

Mesel lafız ve manası açısından toplumda kabul görmüş yaygın olarak kullanılan hikmetli sözlerdir. İnsanlar meselleri mutlu ve sıkıntılı anlarında söylemişler, anlaşılması zor olan şeyleri onunla açıklamaya çalışmışlardır.[60] Süyûtî, meseli; özetlenen veya olduğu gibi aktarılan bir grup söz olarak tanımlar. Ona göre mesel kabul görmesiyle temayüz edip dilden dile dolaşmasıyla şöhret bulur.[61] Meseller sözün özü, mananın ziynetidir. Araplar tarafından tercih edilmiş, Arap olmayanlar tarafından da önemsenmişlerdir. Bunlar şiirden daha kalıcı, hitabetten daha üstündürler. Hiçbir kelâm mesellerin yerini tutamamış, meseller kadar yaygınlaşamamıştır.[62]

Lafzındaki îcâz, ses ahengi, yaygınlık gibi sebeplerle insanlar arsında sıklıkla kullanılan meseller Kur’ân-ı Kerîm’de de medh, zem, cezâ, mükâfat, bir şeyi kötülemek veya güzel göstermek gibi maksatlarla sıklıkla kullanılmıştır.[63] Aynı şekilde emsaller lafızların kuvvetli olması açısından Arapların birçok kelâmında da yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Tek başına bir ilim olarak görülen mesellerin kıymeti istimalinin kolay, lafızlarının az olup manasının çokluğundan kaynaklanır.[64]

Cinas, mukabele, izdivâc gibi lafzı güzelleştirmeye dayalı söz sanatlarının da sıklıkla kullanıldığı mesellerde müracat edilen sanatlardan birisi de secidir.[65] Cimri insanlar için kullanılan إذا قُلْتَ لهُ زِنْ طأطَأُ رَأسَهُ وحَزِنْ “Ona doğru tart desen başını eğer ve hüzünlenir.”[66] خيْرُ الغِنَى القُنًوعُ وشَرُّ الفقْرِ الخضُوعُ “Zenginliğin en hayırlısı kanaat, fakirliğin en kötüsü ise birilerine boyun eğmektir.”[67] رُبَّ فَرْحَةٍ تعودُ تَرْحةً “Nice sevinçler var ki üzüntüye dönüşür.”[68] örneklerinde olduğu gibi meseller kısa lafızlarla birçok manayı ifade edecek şekilde kullanılmasının yanı sıra söze hem ritim hem de görsel bir güzellik katmak için seci sanatı yoğun bir şekilde kullanılmış, fıkraların son kısımları aynı seslerle sonlandırılmıştır.

İçerisinde birçok secili anlatım bulunan ve bunlardan birisinin mesele dönüştüğü hikaye şöyledir: Asme bint Metrudîn el-Buhayliyye kavmi arasında zekasıyla bilinen, sözü dinlenen birisiydi. Hûd isimli bir kız kardeşi vardı. Bir gün yedi genç, Asme’nin kız kardeşi ile evlenmeye talip oldular. Üstlerinde güzel elbiseler, altlarında görkemli binekler vardı. Kızın babasının yanına geldiler. Ve “Biz iki nahiye sahibi Malik b. Gufeyle’nin çocuklarıyız.” dediler. Kızın babası onlara suyun kenarına inmelerini, orada beklemelerini söyledi. Onlar su kenarına indiler. Yanlarında kehanetiyle öne çıkmış Şasa da vardı. Bir müddet sonra kızın babası yanlarına geldi. Gençler “Bize senin bir kızın olduğu haberi ulaştı. Biz kızınıza talibiz.” dediler. Kızın babası; “her biriniz tercih edilebilir durumdasınız. Fakat kızıma sormam gerekir.” dedi. Sonra kızının yanına gidip ona görüşünü sordu. Kızı: أنكِحْنِي على قدرِي ولا تشطط في مهري، فإن تخطِئنِي أحلامهم، لا تخطِئنِي أجسامهم، لعلِّي أصيب ولدًا، وأكثر عددا، “Beni kaderimle evlendir. Mehrimde aşırıya gitme, hayalleri beni yanıltsa da bedenleri yanıltamaz. Belki evlenirim de bir çocuğum olur ve sayıca artarım.” dedi. Kızın babası tekrar dışarı çıktı ve “En faziletliniz hanginiz?” dedi. Kâhine Şasa burada devreye girerek gençlerin özelliklerini أسمع أخبرك عنهم : هم إخوة، كلهم أسوة، أمّا الكبير فمالك، جرئ فاتك، يتعب السنابك، وأما الذي يليه فالغمر بحرُ غمرٌ، يقصر دونه الفخرُ، نهدٌ، صقرٌ “Dinle anlatayım. Onlar kardeştir. Her biri güzel örnektir. Büyük olan Mâlik’tir. Cesaretli gözü pek, katı, sert kimseleri yoran birisidir. Onun peşi sıra gelen ihsan sahibi cömert birisidir. Cömertliği deniz gibidir. O olmadan övünç bile eksik kalır. Aslan, kartal gibidir.” diyerek sırasıyla vasf eder.

Kız, bu durumu kız kardeşi Asme ile istişare etmek üzere onun yanına gitti. O da: ترى الفتيان كالنخل، وما يدرِيك ما الدخلُ “Gençleri hurma ağacı gibi görüyorsun ama gizli kusurlarının ne olduğunu nereden bileceksin?” Kavminden birisi ile evlenmesini gençlerin görüntülerin kendisini aldatmamasını söyledi. Kız bunu kabul etmedi ve babasına Müdrik ile evlenmek istediğini söyler. Babası yüz deve mehir üzerinde anlaşarak kızını verdi. Kız, kocasının yanında çok kalmamıştı ki bir saldırı esnasında eşi esir alındı. O ağlayarak yürürken kendisine “Seni ağlatan nedir? Eşinin ayrılığı mı?” diye sorduklarında “Hayır ben kız kardeşime ve bana olan öğüdüne isyan ettiğim için ağlıyorum” dedi.[69] Bir mesele dönüşen ترى الفتيان كالنخل، وما يدرِيك ما الدخلُ ifadesinde “الدخلُ” kelimesi gizli ayıpları ifade etmek üzere kullanılmıştır. Seci içeren bu ifade manzarası güzel ve kendisinde bir hayır olmayan şeyler için darbı mesel olmuştur.

4.2. Hutbelerde Seci

Secili anlatımın bir başka kullanım alanı ise hutbelerdir. Hutbe bir topluluğu ikna etmek ve yönlendirmek amacıyla yapılan konuşma sanatıdır.[70] Daha çok hikmetli sözler ve secinin galip geldiği güçlü cümlelerden oluşur.[71] Bu konuşmalar faydalı bilgiler vermek, topluluğa bir fikri telkin etmek, herhangi bir olay veya durum karşısında toplumu teşvik ya da tahrik etmek, heyecana getirmek veya harekete geçirmek için yapılır.[72]

Hitabet, Câhiliye Arapları arasında büyük değer ve önem taşıyan bir tür olmuştur. Bundan dolayı hatipler kabilenin önde gelenleri arasında yer almaktaydı.[73] Hatipler insanların kendilerini rahatlıkla görebilmesini sağlamak ve konuşmanın etkisi artırmak amacıyla çoğu kez yerden biraz yüksekte durmayı ya da bir binek veya benzeri yüksekçe bir şeyin üzerine çıkmayı tercih ederlerdi. Ellerinde çoğunlukla bir asa, mızrak, kılıç ya da yay bulunurdu. Konuşmalar genellikle dinî, siyasî ve sosyal hayata yönelik olurdu.[74]

Cahiliye döneminde vaaz ve hutbe gibi dinî konuşmaları da içine alan hitabet sahası secinin en etkili olduğu alandır. Nitekim günümüze intikal etmiş metinlerde bu özellik açıkça görülmektedir.[75] Sıklıkla secili ifadelerin kullanıldığı Haccâc b. Yusuf’un (ö. 95/714) Irak hutbesi bunun en güzel örneğidir. İç karışıklıklar yaşanması sebebiyle Abdulmelik b. Mervan (ö. 86/705) tarafından Irak’a vali olarak atanan Haccâc b. Yusuf yüzünü kapatan bir peçe ile minbere çıkar ve hitabına;

أنا ابنُ الجَلاَ وَطلاّعُالثّنَايَا مَتَي أضغُ العمَمةَ تَعْرِفُونِي

“Ben celal sahibi ve patikaları yol edinen şerefli birisinin oğluyum. Peçemi çıkardığımda beni tanırsınız.” diyerek başlar. Patikaları yol edinme ifadesi ile işi bilen ve işleri çekip çevirecek kudrette olduğunu ifade etmektedir. Hutbe أمَا واللهِ فإني لأحْمِلُ الشَّرَّ بِثِقْلِهِ وِ أَحْذُوهُ بِنَعْلِهِ وأجْزِيهِ بِمِثْلِهِ، واللهِ يِا أَهْلَ العِرَاق إنّي لَأَرَى رُؤُوساً قَدْ أَيْنَعَتْ وَحَانَ قِطَافُهَا، وَإِنِّي لَصَاحِبُهَا، وَاللهِ لَكَأنِّي أَنْظُرُ إلَى الدِّمَاءِ بَيْنَ العَمَائِمِ واللِّحَى “Allaha yemin olsun şerri kökünden kazıyıp atacağım. Kötülük yapanı misliyle cezalandıracağım. Ey Irak halkı Allah’a yemin olsun ki benim sahibi olduğum kesilme zamanı gelmiş olgunlaşmış başlar görüyorum. Allah’a yemin olsun sarıklar ve sakallar arasından akan kanlar görüyorum.”[76] şeklinde devam etmiş yukarıdaki kullanımlara benzer şekilde seci içeren birçok unsur kullanılmıştır.

Hitabet, var olduğu günden beri savaşta, barışta ve ulaşılması gereken hedefe yöneltmede toplumun bir silahı olmuştur. Özellikle anlaşmazlıkların ve savaşların çokça vuku bulduğu Câhiliye döneminde kabileler arası mücadelelerde hatipler hutbelerini savaşlara teşvik maksadıyla da kullanmışlardır.[77] Hutbelerde savaş çağrıları yapıldığı gibi muhatapları barışa, iyiliğe ve kardeşliğe de davet eden konuşmalar da yapılmaktaydı. Hatipler pazarlarda yüksekçe bir yere çıkar ve kavimlerine nasihat ederlerdi. Bunun en iyi örneği Kus b. Sâide’nin Ukaz panayırında verdiği hutbedir.[78]

أيّهَا الناسُ اِسْمَعُوا وَعُوا، مَنْ عَاشَ مَاتَ، ومَنْ مَاتَ فَاتَ، وكُلُّ مَا هُو آتٍ آتٍ ، لَيْلٌ داجٍ ونَهَارٌ ساجٍ وسَمَاءٌ ذاتُ أَبْراجٍ، ونجومٌ تَزْهَرُ، وبِحَارٌ تَزْخَرُ “Ey İnsanlar! Beni dinleyin ve anlayın. Yaşayan herkes ölür. Ölen yok olup gider. Ve gelmekte olan her şey gelir. Kararan gece ve sakin gündüz ve takım yıldızlı gökyüzü, çiçek açan yıldızlar ve bol denizler.” şeklinde devam eden hutbe neredeyse baştan sona seci içeren akıcı ve anlamsal olarak kapalılık bulundurmayan bir konuşmadır. Akıcı ve etkileyici konuşmasından dolayı Câhiz (ö. 255/869) Kus b. Sâide’de Arapların hiç birisinde olmayan bir haslet olduğunu ifade etmiştir.[79]

Diğer nesir türlerinde olduğu gibi hutbelerde de muhatap üzerinde büyük bir etki bırakmak, insanların yapılan konuşmayı unutmamalarını sağlamak için sıklıkla secinin kullanıldığını, bu tür konuşmalarda maksat insanların bir şeylere meyletmesini sağlamak olduğu için secili ifadelerin kapalılık içermediğini ve anlaşılır lafızlar olduğunu görebilmekteyiz.

4.3. Kâhinlerin Secili Konuşmaları

Cahiliye döneminde gayba müttali olduklarını iddia eden bir grup vardı. Gelecekte olacak şeyleri haber veren bu kişiler cinlerden haberler aldıklarını iddia etmekteydiler. Putların hizmetinde olan ve dinî birtakım kutsalları olan bu kişiler kâhin olarak isimlendirilmekteydi. İslâm öncesi Arap toplumunun zihninde de metafizik varlıkların dâhi ve seçkin kimselerle ilişki kurduğu imajı eskiden beri var olduğu için gayba ait bilgilerin belli kimseler tarafından bilinebileceği düşüncesi hâkimdi.[80] Bu da kâhinlerin toplum içerisinde kabul görmesine itibar sahibi kimseler olmasına zemin hazırlamıştır. İnsanlar kâhinlere giderek problemlerini çözmelerini bekliyorlardı. Kâhinler de insanları kandırmak için kehanetlerine yalan katıp seci içeren sözlerle konuşmalarını süsleyerek insanları etkilemeye çalışmaktaydılar.[81]

Kâhinlerin kullandığı seci, sanatlı ifadelerin en eski türlerindendir. Esas itibariyle putperest kâhinler tarafından kehanet, beddua, büyü ve diğer çeşitli sihirli sözlerde kullanılmıştır. Bu tür kehanete kelâm müseccâ (secili söz) denirdi. Arap şiirinin ilkel şekli secinin ilkel halini andırmaktaydı. Seciyi disiplinli, sistematik ve ritmik bir şekil haline getiren şairler olmuş, zamanla sade, basit, düzenli ve kullanıma elverişli vezinler geliştirilmiştir.[82]

Kâhinler tarafından kullanılan secilerin çoğu lafızları garip, manaya delaleti kapalı olsa da Arap toplumunda dinleyiciyi etkileyen ilk sanatsal ifade idi. Araplar arasında şöhret bulmuş birçok kâhin bulunmaktaydı.[83] Arapların çoğunun hüküm danışmak için başvurduğu kâhinler cinlerden haber aldıklarını iddia ediyorlar ve konuşmalarında seci içeren ifadeler kullanıyorlardı. Hazî Cüheyne, Seṭîh, Uzzâ (Seleme İbn Ebî Habbe) gibi meşhur kâhinler hüküm verir, bu hükümlerinde de secili ifadeler kullanırlardı.[84]

Meşhur kâhinlerden Tarîfetu’l-Hayr ile ilgili anlatılan ve doğruluğu kabul edilmese de genel olarak İslâmî kaynaklarda yer alan bir rivâyet şöyledir: “Ezd kabilesinden, kendisine Muzaykıyâ da denilen hükümdar ‘Amr b. Âmir, Tarîfetu’l-Hayr adlı bir kâhine ile evlenir. Tarîfe birtakım kehanetler göstermekte ve bunları yorumlamaktadır. Kadın bir gün rüyasında bir bulutun topraklarını kapladığını, şimşeklerin çakıp gök gürültülerinin oluştuğunu, yıldırımların çarpıp her şeyi yakıp yıktığını görüp aşırı bir şekilde korkar. Eşinin yanına gelip ما رأيتُ اليومَ، أَزَالَ عَنّي النومَ، رأيتُ غيْما رَعَدَ وبَرَقَ، ثُمَّ صَعِقَ، فَمَا وَقَعَ عَلَى شَيْءٍ إلا احْتَرَقَ، “Rüyamda gördüğüm şey uykularımı kaçırdı. Bir bulut gördüm ki gök gürültüsü ve şimşeklerin çarptığı, sonra yıldırımların düşüp her şeyi yakıp yıktığı bir bulut.” Sonra Muzaykıyâ bahçeye çıkar, o da yanında bir hizmetli ile peşinden bahçeye doğru yürür. Orada fareye benzeyen fakat kuyruğu ve kulakları fareden uzun üç canlı görür. Yere oturup ellerini yüzüne kapatır. Hizmetlisine “bunlar gidince bana haber ver” der. Canlılar ayrıldıklarında hizmetli onların gittiklerini haber verir. Kadın buradan ayrılıp eşinin yanına doğru giderken ağaçların bir esinti olmamasına rağmen öğlen saatinde salındığını fark eder. Muzaykıyâ eşinin kendisine doğru geldiğini görünce yanındaki cariyeleri gönderip ağaçları kastederek eşine: “Ey Tarîfe! Bu konudaki kehanetin nedir?” der. O da; وَالنُّورِ والظَّلمَاءِ، وَالأَرْضِ والسَّمَاءِ، إنَّ الشَّجَرَ لَهَالِكٌ، وَلَيَعُودَنَّ المَاءُ كَمَا كانَ في الزَّمَنِ السّالكِ “Aydınlığa ve karanlığa, yere ve göğe yemin olsun! Muhakkak ki ağaçlar helak olacak. Su, evvelki zamanlarda olduğu gibi engeli olmayan bir hale dönüşecek.” Eşi “Bunu sana kim haber verdi?” deyince o da gördüğü üç canlıyı kastederek “Menâcid haber verdi” demiştir. أخبرتْنِي المَنَاجِدُ سينين شدائد يَقْطَعُ فِيهَا الوَلَدُ الوالدَ “Menâcid, oğlun babayı kestiği ve şiddetli senelerin geleceğini haber verdi.” Aralarında bu konuşmaya benzer başka konuşmalar da geçmişti. Adam Tarîfe’ye “Bu söylediklerinin alameti nedir?” dedi. O da: اِذْهَبْ إلَى السَّدَ، فإذا رَأيْتَ جَرَذًا، يَكْسِرُ بِيديْه في السَّدِّ الحفَرَ، ويُقَلِّبُ بِرِجْلَيْهِ مِنْ أجلِ الصخر، فاعلَمْ أنّ الغمَرَ غمر “Baraja git! Eğer orada elleriyle çukur eşen, ayaklarıyla taşları yuvarlayan bir fare görürsen bil ki felaket mutlaka yakın bir zamanda vuku bulacaktır.” dedi. Amr baraja gider ve orada “Huld” adı verilen demir dişli, büyük pençeli dev bir farenin büyük kayaları yuvarlayıp barajı yıkmaya çalıştığını görür. Bunun üzerine bütün malını mülkünü satarak akrabaları ile birlikte bölgeyi terk eder. Onun bölgeyi ilk terk edenlerden olduğu söylenmektedir.[85]

Allah (c.c.) bu olayı Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatmaktadır: لَقَدْ كَانَ لِسَبَأٍ في مَسْكَنِهِمْ اٰيةٌ جَنَّتَانِ عَنْ يَمٖينٍ وَشِمَالٍ كُلُوا مِنْ رِزْقِ رَبِّكُمْ وَاشْكُرُوا لَهُؕ بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ، فَاَعْرَضُوا فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ سَيْلَ الْعَرِمِ وَبَدَّلْنَاهُمْ بِجَنَّتَيْهِمْ جَنَّتَيْنِ ذَوَاتَيْ اُكُلٍ خَمْطٍ وَاَثْلٍ وَشَيْءٍ مِنْ سِدْرٍ قَليAnd olsun ki oturdukları yerlerde Sebe kavmine ait büyük bir işaret vardı. Biri sağda diğeri solda iki bahçe. Rabbinizin bahşettiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin. Ne güzel bir belde, ne bağışlayıcı bir rab! Ama onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların iki bahçesini, acı yemişli, ılgınlı ve birkaç da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.[86] Âyette zikri geçen kavim Sebe halkı, sel ise Arim selidir. Bu sel bahçelerini yıkmış seddü’l-Arim denen barajı da mahvetmiştir. Zira Allah (c.c.) bu kavme peygamberler göndermişti de onlar bütün peygamberleri ve mesajlarını reddetmişti.

Kâhinlerin kullandığı secili ifadeleri daha yakından bağlamı içinde görebilmek için verdiğimiz örnekte kâhinlerin konuşmalarında secili ifadeler bulunduğu, bu kullanımlardan her birisinin müphem ve genel lafızlar içermekte olup te’villere ihtiyacı olan, fasılaları bir birine eşit, kısa cümlelerden oluştuğu görülmektedir. Emsâl kitaplarında ve bazı İslâmî kaynaklarda geçen bu anlatımların geneline baktığımızda kâhinlerin gelecekle alakalı söylemlerinin tahmin ve sezgi yoluyla olduğunu ve bir delile dayanmadığını görmekteyiz.

Kâhinlerin bu tür konuşmaları İslâm düşünce yapısına uygun olmayan, kabul görmeyen ve kınanmış ifade tarzlarıdır. Aslında kâhinlerin kullandığı secili ifadelerde sorun oluşturan, seci içeren bir anlatımla konuşmaları değil seciyi muğlak lafızlar içinde kullanmaları, seciyi kullanarak insanları etkilemeye çalışmaları ve gayba muttali olduklarını iddia etmeleridir. İbn Haldun, kâhinler hakkında bilgi verirken; insan nefsinin beşeriyetten soyutlanıp ruhâniyete meyledebilme istidadında olduğunu, bu istidadın insan tabiatında doğal şekilde mevcut bulunduğunu, bu sayede cüzi birtakım şeylere muttali olabileceklerini, fakat muttali oldukları cüzi şeylerin külli şeyler yanında daha az olduğunu, kendilerine vahyedilenin şeytanî bir vahiy olması sebebiyle bir şeyin kemalini tam olarak idrak edemediklerini, bu kişilerin insanları etkilemek için kelâmlarında secili ifadeler ve muvâzene kullandıklarını ifade etmektedir. Aynı şekilde bu tür kişilerin şeytanın ağzından bir kelâm çalabildiklerini fakat bu kelâmın bazen doğru bazen yalan olabileceğini, dolayısıyla kendisine yalan ve doğru haberin verilebilme ihtimali olduğunu, bu haberlerin güvenilir olmadığını, bu yüzden iddialarındaki doğruluk adına bir zafer kazanmak maksadıyla doğru tahmin ve hayale dayanmak suretiyle birtakım bilgiler verdiklerini, bunu da yalanlarla süsleyerek anlattıklarını ifade etmektedir.[87]

Âyette Allah (c.c.) وَحَفِظْنَاهَا مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ رَجيمٍ اِلَّا مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُب۪ينٌVe onu kovulan her şeytandan koruyuverdik. Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Onun da peşine açık bir alev sütunu düşmüştür.”[88] buyurmaktadır. Âyette, şeytanlar tarafından bir kulak hırsızlığı yapıldığı, onun da peşine açık bir alev sütunu düştüğü ifade edilmektedir. Bu şekilde kulak hırsızlığı yapılması ve şeytanın bazı sırlara vakıf olmasının önüne geçildiğinden bahsedilmektedir. Şeytanların kulak hırsızlığı yapmak suretiyle elde ettikleri bilgiler kâhinlerin dile getirdiği gelecekle alakalı tahminlerin malzemesiydi. Onların vahyi şeytanî, Hz. Peygamber’in vahyi ise Allah’tan idi. Kâhinlerin haberi ancak şeytandan ve nefislerinden kaynaklanan uydurma haberler idi. Haddi zatında kâhinler dahi Hz. Muhammed’in nübüvvetinin hak olduğunu kabul etmişlerdir. Hz. Peygamberin nübüvveti hakkında kâhinler tarafından dile getirilen secili bir ifade şöyledir;

نَحْنُ الكَهَّانُ، أفراسُ رِهانٍ. منَّا السابِقُ المُصَلِي، ومِنَّا الآبقُ المُوَلِّي. كُنَّا إرْهاصًا للنُّبُوَّةِ، ودلِيلا للضَّعْفِ إلى القوَّةِ، فلَمَّا جاءَ الحقُّ، وحِيصَ الشَّقُّ، اِنْحَدَرْنَا وانْجَحَرْنَا، فلمَّا عادَت الكِسْرَوِيَّةِ إلى شَرَائِعها، والقَيْسَرِيَّةِ إلى ذرائعِها، آنَ أنْ نَعُودَ إلى الإنذارِ، ونَضْرَخَ فِي وجُوههمْ: حذارِ حَذارِ، إنَّ بطشَ اللهِ شَديدٌ، وإنَّ الحريرَ قدْ يَفُلُّ الحدِيدَ

“Bizler kâhinleriz. Yarış atlarıyız. Bizim içimizden duada öncü olanlar ve sırtını dönüp yüz çevirenler vardır. Hepimiz peygamberlik için uygun olduğumuzu iddia ediyorduk. Zayıf kimselere kuvvetin yolunu gösteriyorduk. Ne zamanki hak geldi çarşı pazar dağıldı. Yok olup yuvalarımıza dağıldık. Ne zamanki Kisrâ kendi şeriâtine, Kayser bahanelerine sığındı. Bizim de uyarılara yönelmemizin, onların yüzüne karşı “Dikkat edin! Dikkat edin!” diye haykırmamızın vakti geldi. Allah’ın yakalaması çok çetindir. Öyle bir an gelir ki ipek demiri köreltebilir.”[89]

Hz. Peygamber bu tür secili ifadeleri yasaklamıştır. Böyle bir yasaklamanın altında yatan neden, bunların zorlama ve suni kullanımlar olması, İslâm öğretilerine muhalif hükümler içermesi, secili ifadelerle kâhinlerin yalan iddialarını süslü göstererek insanları aldatmaya çalışması yatmaktadır. Hz. Peygamber bu yasakla secinin bizzat kendisini değil amacına uygun olmayan kullanımını kastetmiştir. Zira secili ifadeler kendi konuşmalarında da geçmektedir.[90] Hz. Peygamber’in vefatından sonra hulefâ-i râşidîn dönemlerinde de seci içeren ifadelerin yaygın bir şekilde hutbelerde kullanıldığı görülmektedir.

İslâm’ın gelişi ile kâhinlerin secisi ortadan kalkmış olsa da yalan ve dalalet içine saplanmış ve nübüvvet iddia eden bir kesim ortaya çıkmıştı. Bunlar da secili ifadeleri kullanarak söylediklerinin vahiy olduğunu, kendilerinin de peygamber olduklarını iddia ederek insanları etkilemeye çalışmaktaydılar. Vahiy diye iddia ettikleri şeyler nazım açısından sorunlu ve terkibi bozuk kullanımlardı. Müseylimetü’l-Kezzâb’ın (ö. 12/633) âyet olduğunu iddia ettiği anlamsız ve tuhaf kullanımlara en güzel örnek: “الفِيلُ وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْفِيلُ، لَهُ ذَنَبٌ وَبِيلٌ، ولَهُ خُرْطُومٌ طَوِيلٌ” “Fil, Fil nedir? Filin ne olduğunu sana ne bildirdi? Fil ki o, kalın bir kuyruğa ve uzun bir hortuma sahiptir.” ifadesidir. Müseylimetü’l-Kezzâb Bu ifadelerle güya Kur’ân lafızlarına benzer ifadeler zikrederek insanları çevresine toplamaya çalışmıştır. Onun âyet olduğunu ileri sürdüğü tuhaf ve gülünç bir lafız ise şöyledir: “يا ضَفْضَعُ نقي نَقِي، كمْ تبْقِينَ لَا المَاءَ تكْدِرينَ ولا الشَّرابَ تَمْنَعِينَ” “Ey kurbağa! Ne diye nak nak, edip duruyorsun? Ne zamana kadar kalacaksın? Sen, ne suyu bulandırabilirsin ne de içene mani olabilirsin!” şeklindedir.

Öyle görünüyor ki seci ne İslâm öncesi ne de sonrası dönemde son bulmuş bir ifade tarzıdır. Anlatım açısından çok etkili olduğu için her devirde insanları etkilemek gayesiyle her kesimden insan tarafından sıklıkla kullanılmış, kullanılmaya da devam edecek gibi görülmektedir.[91]

5. İslâm Âlimlerinin Kur’ân’daki Secili Anlatımlara Karşı Tutumları

Secinin Kur’ân-ı Kerîm’de bulunup bulunmadığı konusu âlimler arasında ihtilaflı bir meseledir. Bazıları seciyi çirkin gördükleri için Kur’ân-ı Kerîm’de seci olmadığını, bazıları da Kur’ân-ı Kerîm’de secinin yaygın bir şekilde kullanıldığını, hatta bazı sûrelerin tek bir harf üzere bina edilmek suretiyle seci içerdiğini iddia etmektedir. Bir kısım ulema ise bu tür kullanımları kabul etmekle beraber isimlendirmenin seci değil fasıla şeklinde yapılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.[92]

Kur’ân-ı Kerîm’de seci olmadığını iddia edenlerin üç temel dayanak noktası bulunmaktadır. Birincisi seci kelimesinin aslı itibariyle güvercin ve benzeri hayvanların çıkardığı ses olması sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olmasına hürmeten böyle bir isimlendirmenin kullanılmasının çirkin olduğu yönündedir.[93] İkincisi; Kur’ân-ı Kerîm inmeden önce bu tür ifadeleri daha çok kâhinlerin kullanmaları sebebiyle “seci” teriminin kâhinleri çağrıştırmasıdır. Üçüncüsü ise seci içeren ifadeler hakkında Hz. Peygamber’in bir yasaklamasının bulunmasıdır.

İfade ettiğimiz üzere seciyi inkâr edenler secinin Cahiliye döneminde kâhinlerle olan bağına değinmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber’in seci sanatını yasaklaması da secinin Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmadığını iddia edenlerin en önemli delilidir. Zira Hz. Peygamber, İslâm öncesi kâhinlerin yaptığı aşırı secili sözleri hoş görmemiştir. Hüzeyl kabilesinden iki kadın kavga ettiği esnada birisi diğerinin karnına taşla vurmuştu. Hamile olan kadının bebeği ölünce Hz. Paygamber bu çocuk hakkında diyete hükmetti. Kadının velisi Peygamber’in sözünü kesip “أَأدِي مَنْ لا شَرِبَ ولا أكلَ ولا نطقَ ولا اسْتَهَلَّ “Doğmamış, konuşmayan, yemeyen, içmeyen birinin diyetini mi ödeyeceğim.” şeklinde secili ifadeler kullanarak cevap verince, adamın konuşması kâhinlerin konuşmasına benzediği için[94] Hz. Peygamber ona; إنما هذا منْ إخوان الكهّان “Bu adam kâhinlerin kardeşidir.”[95] diyerek, adamın konuşmasındaki karmaşık üslûptan rahatsız olduğunu ifade etmişti.[96] Başka bir rivayette أسَجْعَ الجاهلية؟Cahiliye secisi gibi secili mi konuşuyorsun?” şeklinde tepki verdiği söylenmektedir.[97] Hz. Peygamber’in seci ile ilgili bu sözü, Kur’ân ve hadislerde seci olup olmadığı tartışmasını gündeme getirmiştir.[98] Fakat görünen o ki, Hz. Peygamber’in bu hadisinde, seci mutlak manada yasaklanmamıştır. Yerilen ve hoş karşılanmayan seci, kâhinlerin secisinden ibarettir. İlgili hadiste sözü edilen kişinin yerilme sebebi, onun secili konuşması değil, Hz. Peygamber’in hükmüne itiraz etmesidir. Kaldı ki Hz. Peygamber’in sözlerinde de pek çok seci vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de seci bulunmadığını iddia edenler bu tür kullanımlar için “fasıla” terimini kullanmayı uygun görmüşlerdir. Fasıla; Süyûtî’ye göre şiirdeki kafiyeye benzer bir şekilde âyet sonlarındaki kelimedir. Danî (ö. 444/1053) de fasılayı cümle sonundaki kelimeler olarak tanımlamıştır.[99] Kur’ân-ı Kerîm’de seci değil fasıla bulunduğunu iddia edenlerin başında Rummânî (ö. 384/994) gelmektedir. Bu konudan bahseden eserlerin çoğunda onun görüşüne yer verilir. Rummânî, Kur’ân-ı Kerîm’deki bu tür kullanımları seci değil fasıla olarak görmektedir. Rummânî belagati on kısma ayırmış bunlardan birisini de fasıla olarak zikretmiştir. Ona göre Kur’ân-ı Kerîm manayı kalbe ulaştırmaktadır. Fasılaların da yardımıyla mana kalbe ulaşır. Fasılaların yüksek bir belagat olduğunu dile getiren Rummânî secinin sadece birtakım ritimler için getirildiğini, Kur’ân-ı Kerîm’de bu şekilde sadece ritim amaçlı kullanımlar vardır demenin büyük bir hata olduğunu şöyle ifade etmektedir; “Zira fasılalar manaya tabidir. Seci ise sese ve ritme tabidir. Bu yüzden fasılalar belagat, seci ise ayıp ve çirkin bir şeydir.”[100]

Bâkıllânî de (ö. 403/1013) Kur’ân-ı Kerîm’de seci olmadığını savunanlardandır. Eğer Kur’ân-ı Kerîm’de seci olsaydı Kur’ân onların kelâmının dışına çıkmamış olurdu. Kendisinde bulunmayan bir husustan dolayı Kur’ân-ı Kerîm’e muciz dersek o halde شعر معجز “i̒câzlı şiir” demek de doğru olur. Nasıl ki şiir diyemiyorsak o halde Kur’ân-ı Kerîm’de seci vardır da diyemeyiz.[101]

Kur’ân-ı Kerîm’de seci bulunmadığını iddia edenlerin yanı sıra İbnü’l-Esîr gibi Kur’ân’da seci bulunduğunu iddia edenler de vardır. İbnü’l-Esîr bazılarının seciyi kötülediklerini bunun altında yatan sebebin secili ifadeler kuramamaları olduğunu dile getirmektedir. İbnü’l-Esîr’e göre eğer kınanacak bir şey olsaydı Kur’ân’da bu şekilde gelmiş ifadeler bulunmazdı. Seci, Kur’ân’da sıklıkla kullanılmış olup hatta bazı sûreler seci üzerine inşa edilmiştir.[102] İbnü’l-Esîr’e göre Hz. Peygamber’in seciyi yasaklamasında lafızlardan kaynaklanan bir sorun bulunmamaktadır. Hükme itirazın bulunduğu ve karmaşık üslûptan rahatsız olduğu için Hz. Peygamber bu şekilde tepki göstermiştir. Kesinlikle seci değil eylem ve kâhinlerin konuşmasını andıracak şekilde konuşmak yasaklanmıştır.[103]

İbnü’l-Esîr Hz. Peygamber’in de seci içeren ifadeler kullandığını delil getirerek görüşünü desteklemiştir. İbn Mesud’dan rivayetle Peygamber (s.a.s.) “استحيوا من الله حق الحياءAllah’tan hakkiyle haya ediniz.” buyurmuştur. Orada bulunanlar “Ey Allah’ın Peygamberi! Biz Allah’tan utanıyoruz.” deyince Peygamber (s.a.s.); ليس ذلك! ولكنَّ الإستحْيَاءَ مِنَ اللهِ أنْ تَحْفَظَ الرّأسَ وما وَعَى،والبَطْنَ ومَا هَوَى، وتَذْكُرَ المَوْتَ ومَا بَلَى، ومَنْ أرَادَ الآخِرَةَ تَرَكَ زِينَةَ الحَيَاةِ الدُّنْيَاO sizin anladığınız utanma hissi değildir! Allah’tan gereği biçimde haya etmek demek; baş ve başta bulunan organlarla, karın ve karnın içerisine aldığı organları her türlü günah ve haramlardan korumak, ölümü ve toprak altında çürümeyi daima hatırlamaktır. Ahireti isteyen dünyanın süsünü bırakır. Kim bu şekilde davranırsa Allah’tan gereği biçimde haya etmiş olur.”demiştir.[104] İbnü’l-Esîr’e göre kınanmış olan seci ancak ve ancak kâhinlerin secileridir.[105]

Cahiz da İslâmî dönemin Cahiliye dönemine yakın olması sebebiyle seci hakkında bir nehiy bulunduğunu fakat illetin zail olmasıyla haramlığın da zail olduğunu dile getirmektedir. Câhiz hatiplerin hulefâ-yi râşidîn yanında secili konuştuklarını, onların da bunu yasaklamadıklarını dile getirerek iddiasını delillendirmeye çalışmıştır.[106]

Bu görüşlerin yanı sıra Zerkeşî (ö. 794/1392) gibi hem seci hem de fasıla bulunduğunu iddia eden âlimler de vardır. Zerkeşî seci ile fasıla arasında fark olduğunu ifade etmiş, secilerin fasıla bölümlerindeki benzer harfler olduğunu, fasılanın ise benzer değil yakın harflerden oluştuğunu ileri sürmüştür. Ona göre bu tür kullanımlarda tek bir üslup yoktur. Kendisinde bir zorlama ve yapaylık olacağı için kelâmın tamamının aynı tarz üzere cerayan etmesinin güzel olmayacağını, bunun bıkkınlık vereceğini ifade eden Zerkeşî, bu yüzden bazı Kur’ân âyetlerinin benzer seslerle bazılarının ise bir birine yakın seslerle bittiğini dile getirmektedir. Bu yüzden bazı âyetlerde seci bazılarında fasıla vardır. Ona göre fasılalardaki ritim ve kelâmın bu şekilde dizilmesi insanlar üzerinde büyük bir tesire sahiptir. Hatta bu ses düzeni gerçekleşsin diye فَاَضَلُّونَا السَّبِيلَاOnlar da bizi yoldan saptırdılar.”[107] gibi bazı âyetlerde kelime sonlarına asılda olmayan ve bir önceki sesin aynısını verecek harfler ilave edilmiştir.[108]

Hafâcî de (ö. 1069/1659) Zerkeşî gibi düşünmektedir. İnsanlardan bazılarının seciyi kerih gördüğüne bir kısmının ise beğendiğine değinen Hafacî, her birisinin haklı sebepleri bulunduğunu ifade etmiştir. Diğer âlimlerin de görüşlerini aktaran Hafacî’ye göre “Kur’ân da fasılalar vardır. Fasılalardan bir kısmı mütemasildir ki bu secidir. Bir kısmı ise mütekarib olup bunlar da fasıladır. Kur’ân-ı Kerîm’de her ikisi de vardır.” Hafacî, kolay ve akıcı olup bir zorluk ve meşakkat içermedikçe secinin makbul olduğu görüşündedir. Hafacî’ye göre secide, secinin bizzat kendisi amaçtır. Fasılada ise fasılanın kendisi bizzat amaç değildir. Asıl olan mana olup lafız onu takip etmektedir.[109] Rummânî’nin “fasıla belagat seci ise kusurdur” sözünü eleştiren Hafacî secide mana asıl olup lafızlar kendisine tabi olmuşsa bunun ayıp olmayacağını ifade etmektedir.[110] Edebiyatçılardan secili ifade kullananları ve kullanmayanları isim isim yazan Hafâcî, şair ve edebiyatçıların büyük bir kısmının az da olsa seciyi kullandığını dile getirmiştir.

Öyle görünüyor ki Kur’ân-ı Kerîm’de seci olduğunu iddia edenler de seci olmadığını iddia edenler de Kur’ân-ı Kerîm’in saygınlığını gözeterek bir çabanın içine girmişlerdir. Secinin bulunmadığı iddiasında olanlar daha çok Hz. Muhammed’in yasağını göz önünde bulundurmaktadır. Oysa Hz. Peygamber’in seciyi yasaklaması mutlak bir yasak değil kâhinlerin secisine aittir. Âlimler arasında farklı görüşler olmakla beraber her birisininin kaygısı Kur’ân’ın bir beşer kelâmı olamayacak kadar mükemmel belâgata sahip olduğunu ortaya koymaktır. Fakat Kur’ân-ı Kerîm, Arapların kelâmı ve onların örfü üzerine inmiştir. Bu yüzden hitap edilen insanların kelâmıyla onlara hitap edilmesi de son derece doğaldır.[111]

SONUÇ

Etkili bir sözün en önemli özelliği anlamın kalbe ulaştırılması ve kalplerde bir etkisinin olmasıdır. Seci bunu sağlayan en iyi yollardan birisidir. Zira secili ifadeler neticesinde ortaya çıkan ritim ve nağme muhatap üzerinde büyük bir tesir uyandırmaktadır. Secinin bir başka güzelliği, seslerin fasılalar arasında sağlam bir bağ meydana getirmesi ve bu şekilde ifadenin zihinde daha kolay kalmasıdır. İnkâr edilemeyecek etkisinden dolayı seci, kâhinlerin kullandığı seci başta olmak üzere birçok edebî türde yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de de seci içeren anlatımlar sıklıkla kullanılmış, hatta bazı sûrelerde âyet sonları aynı sesle bitecek şekilde inşa edilmiştir.

Secinin Kur’ân-ı Kerîm’deki varlığı mevzusu âlimler arasında tartışmalı bir konudur. Kur’ân-ı Kerîm’de secinin varlığı ve yokluğu hakkındaki tartışmaların temeldeki çıkış noktası, Kur’ân-ı Kerîm’in bir beşer kelâmı olmayacak şekilde yüksek belâgata sahip olduğunu ortaya koymaktır. Kur’ân’da seci olmadığını savunanlar temelde secinin kelime anlamı olarak güvercin ötmesi anlamına gelmesini, seci teriminin kâhinleri çağrıştırmasını ve Hz. Peygamber’in bu tür kullanımları yasaklamasını delil olarak ileri sürmektedirler. Bazı âlimler ise seci yerine fasıla kavramını tercih etmişlerdir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm beşerin güç yetiremeyeceği şekilde hem mana hem lafız bakımından üst düzey bir anlatıma sahiptir. Belâgat alanı ile ilgilenenlerin sıklıkla kullandığı ve kendisiyle neyin kastedildiğini bildiği bir terim olması sebebiyle seci teriminin kullanılmasının bir sakıncası olmayacağı, asırlara meydan okuyan bir kelâmın yüksek belâgatine hiçbir şeyin zarar veremeyeceği bir gerçektir. Hz. Peygamber’in seciyi yasaklamasına gelince bu yasaklamanın secinin bizzat kendisine yönelik olmadığı değerlendirilmektedir. Zira bu yasaklama belli bir olay üzerine ifade edilmiş olup bağlamında değerlendirildiğinde genel hüküm olarak görülmemektedir. Câhiz’ın da ifade ettiği üzere illet ortadan kalkınca yasaklama da ortadan kalkmış olmaktadır.

Seci deyince akla ilk gelen kâhinlerin secisi olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’deki fasılalara seci dememek doğru gibi görünse de bu sadece bir isimlendirmenin değiştirilmesinden ibaret olacaktır. Zira fasılayla kastedilen de secidir. Kur’ân-ı Kerîm yüksek bir nazım ile inmiştir. Onda büyük bir ses ahengi vardır. Kur’ân-ı Kerîm’deki seci içeren ifadeler insanların kullandığı seciler gibi olmayıp dilsel bir bozukluk içermeyen, insicam ve güzellik barındıran secilerdir. İnsan fıtratında ritim ve ahenk içeren sözlere bir meyil olması sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’in bütün insanlığı muhatap almak üzere, manaya delaleti açık olan ve dinlendiğinde insana huzur veren secili ifadelerin kullanılması son derece tabii ve olağandır.

KAYNAKÇA

‘Askerî, Ebû Hilâl. Cemheretü’l-emsâl. nşr. Ahmed Abdusselâm vd. 2 Cilt. Beyrût: Dâru’l-Cîl, 1408/1988.

Abdulgânî, Eymen Emîn. el-Kâfî fî belâga. Kahire: Dâru’t-Tevfîkiyye li’t-Turâs, 2011.

Abdulkadir, Hüseyin. Fennü’l-belâga. Kahire: Dâru’ş-Şurûk, 1983.

Âlûsî, Cemalüddîn Mahmûd Şükrî. Bulûğu’l-ereb fî marifeti ahvâli’l-Arab. thk. Muhammed Behçet Eserî. 3 Cilt. Beyrût: Dâru’l-Kitâbi’l-Mısrî, 1985.

Atîk, Abdulaziz. fî Belâgati’l-‘Arabiyye, ilmu’l-bedi. Beyrût: Dâru’n-Nahdati’l-Arabiyye, 2009.

Atiyye, Muhtar. el-Îcâz fil-kelâmi’l-‘Arab ve nassu’l-îcâz. İskenderiye: Dâru’l-Ma’rifeti’l-Câmii’, ts.

Bâkıllânî, Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib b. Muhammed el-Basrî. İcâzu’l-Kur’ân. thk. Seyyîd Ahmed Sakr. Kahire: Dârul Maârif, ts.

Besyûnî, Abdulfettah Feyyûd. ‘İlmü’l-bedi‘. Kahire: Müessesetu’l-Muhtâr, 1998.

Bölükbaşı, Mehmet. “Cahiliye Devrinde Araplarda Kehânet ve Kâhinlik”. Nüsha Dergisi 8/47 (Ekim 2018), 127-148.

Bulut, Ali. Belâgat Meânî-Beyân-Bedi‘. İstanbul: İfav Yayınları, 4. Basım, 2015.

Câhiz, Ebû ‘Osmân ‘Amr. el-Beyân ve’t-tebyîn. thk. M. ‘Abdusselam Harûn. Mısır: Matbaâtu’l-Hancî, 7. Basım, 1998.

Dayf, Şevḳi. Târîḫu’l-edebi’l-‘Arabî el-‘asru’l-câhilî. Ḳahire: Dâru’l-Meârif, 1960.

Enes, Mâlik. el-Muvattâ. thk. Muhammed Fuâd Abdulbâkî. Beyrût: Dâru İhyâi’t-Turas,1985.

Fârâbî, Ebû İbrâhim İshak b. İbrâhim. Dîvânu’l-edeb. nşr. Ahmed Muhtar Ömer vd. 4 Cilt. Kahire: Müessesetu Dâru’ş-Ş‘ab, 1975.

Goldzıher, Ingace. Klasik Arap Literatürü. Çev. Rahmi Er - Azmi Yüksel. Ankara: Vadi Yayınları, 2. Basım, 2012.

Hafâcî, İbn Sinân. el-Ḥayâtu’l-edebî fi’l-‘asri’l-câhilî. Beyrût: Dâru’l-Cîl, 1992.

Hafâcî, İbn Sinân. Sirru’l-fesâha. thk Abdulmüteâl es-S‘adî. Mısır: Mektebetu Lisâni’l-Arab,1952.

Hâşîmî, Ahmed. Cevâhiru’l-belâga. Beyrût: Mektebetu’l-Asriyye, ts.

Heysemî, Nûreddîn. el-Maḳṣadü’l-ʿalî fî zevâʾidi Ebî Yaʿlâ el-Mevṣılî. thk. Küsrevî Hasan. 4 Cilt. Beyrût: Dâru’l-‘İlmiyye, ts.

İbn ‘Abdirabbih, Ahmed b. Muhammed. el-‘İkdu’l-ferîd. nşr. Müfîd Muhammed Kumeyha. 8 Cilt. Beyrût: Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmîyye, 1404/1983.

İbn Battâl. Şerhu Sahîhi’l-Buhârî li İbn Battâl. thk. Ebû Temîm Yâsir b. İbrâhim. 10 Cilt. Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, 2003.

İbn Hicce, Ebü’l-Mehâsin Takıyyüddîn Ebû Bekr b. Alî b. Abdillâh b. Hicce el-Hamevî. Hizânetü’l-edeb ve gâyetü’l-erab. 4 Cilt. Beyrût: Dâru’-Sadr, 2001.

İbn Manzûr, Cemalûddîn. Lisânu’l-Arab. 15 Cilt. Beyrût: Dâru’s-Sadr, 1414/1994.

İbnü’l-Esîr, Ziyâeddîn. el-Câmiu’l-kebîr. thk. Mustafa Cevad - Cemil Saîd. Irak: Mektebetu Mecme‘u’l-‘İlmî, 1906.

İbnü’l-Esîr, Ziyâüddîn. el-Meselü’s-sâʾir fî edebi’l-kâtib ve’ş-şâʿir. thk. Ahmed el-Havfi- Bedevî Tabâne. Mısır: Dâru’n-Nahda, ts.

İbrâhimî, Muhammed el-Beşîr. Asâru’l-İmâm Muhammed el-Beşîr el- İbrâhimî‘Uyûnu’l-Besâir”. haz. Ahmed Tâlip İbrâhîmî. Beyrût: Dâru’l-Garb, 1997.

İpek, M. Selim. Klasik Dönem Arap. Edebiyatında Nesir. Ankara: Gece Kitaplığı, 2014.

Kazvînî, Celâlüddîn el-Hatîb Muhammed b. Abdurrahmân b. Ömer b. Ahmed eş-Şâfiî. el-Îdâh fî ‘ulûmi’l-belâga. Beyrût: Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmîyye, ts.

Kazvînî, Celâlüddîn el-Hatîb. Telhîsü’l-Miftâh. Karaçi: Mektebetu’l-Büşra, 2010.

Kızılkaya, Yakup. Arap Dilinde Emsâl ve Kur’ân Meselleri Bağlamında Kâmin Mesel. Ankara: İlâhiyât Yayınları, 2. Basım, 2020.

Matlûb, Ahmed. Mu‘cemu’l-mustalahâti’l-belâğiyye ve tetâvvuruhâ. 3 Cilt. Beyrût: Dâru’l-Arabiyye li’l-Mevsûât, 2006.

Mennâ, Haşim Salih. en-Nesr fi’l-ʿasri’l-câhilî. Beyrût: Dâru’l-fikri’l-‘Arabî, 1993.

Meydânî, Abdurrahman Hasan el-Habenneke. el-Belâgatu’l‘Arabiyye usûsuhâ ve ulûmuhâ ve funûnuhâ. 2 Cilt. Beyrût: Dâru’l-Kalem, 1996.

Meydânî, Ebü’l-Fadl Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. İbrâhîm en-Nîsâbûrî. Mecmeu’l-emsâl. thk. Muhammed Muhyiddîn Abdulmecîd. 2. Cilt. Beyrût: Dâru’l- Marife, ts.

Özdoğan, M. Akif. “Arap Dili ve Edebiyatı Kaynaklarında Hz. Peygamber’in Dil ve Edebiyattaki Yerine Bir Bakış”. Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi 5/1 (2005), 223-242.

Rummânî, Ebü’l-Hasen Alî b. Îsâ b. Alî vd. Selasü resâil fî îcâzi’l-Kur’ân. thk. Muhammed Halefullah Ahmed. Mısır: Dâru’l-Maârif, 3. Basım, ts.

Safvet, Ahmed Zeki. Cemheretü hutebi’l Arab. 2 Cilt. Kahire: el-Mektebetu’l-İlmî, ts.

Sekkâkî, Ebû Yakub. Miftâḥuʾl-ʿulûm. Beyrût: Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, 1983.

Süyûti, Celâluddin. el-İtkân fî ‘ulûmi’l-Kur’ân. thk. Şuayb Arnavut. Beyrût: Müessesetu’r-Risâle, 2008.

Süyûtî, Celâluddîn. el-Muzhir fî ‘ulûmi’l-luga ve envâihâ. nşr. Muhammed Ebü’l-Fadl İbrâhîm vd. 2 Cilt. Beyrût: el-Mektebetu’l-‘Asriyye, 1987.

Süyûtî, Celâluddîn. Mu‘tereku’l-akrân fî î’câzi’l-Kur’an. thk. Ahmed Şemsuddin. 3 Cilt. Beyrût: Dâru’l-Kutubi’l-İlmîyye, 1988.

Teftâzânî, Sa‘düddîn. Mes‘ûd b. Ömer. Muhtasaru’l-me‘ânî. 2 Cilt. Pakistan: Mektebetu’l-Büşra, 2010.

Teftâzânî, Sadettin. Muhtasaru’l-Meânî Tercümesi. çev. M. Ali Arslan. 3 Cilt. İstanbul: Seyda Yayınları, 2015.

Tirmîzî, Ebu İsâ Muhammed b. İsâ. el-Câmi’u’s-sahîh (Sünenü’t-Tirmizî). thk. Beşâr İvâd Ma‘rûf. 6 Cilt. Beyrût: Dâru’l-Garb el-İslâmî, 1996.

Tuleymât, Gâzi - Aşkar, Arafat. el-Edebü’l-‘Arabî kadayâhu ağrâduhu a‘lâmuhu funûnuhu. Şam: Dâru’l-İrşâd, 1992.

Uzun, Mustafa İsmet. “Seci”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 36/274-275. İstanbul TDV Yayınları. 2009.

Zerkeşî, Bedreddin. el-Burhân fî ulûmi’l- Kur’ân. thk Muhammed Ebü’l-Fadl İbrahim. 4 Cilt. Kahire: Mektebet-u Dâru’t-Turâs, ts.



[1] Celâlüddîn el-Hatîb Muhammed b. Abdurrahmân b. Ömer b. Ahmed eş-Şâfiî el-Kazvînî, el-Îdâh fî ‘ulumi’l-belâga (Beyrût: Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, ts.), 402.

[2] Ingace Goldzıher, Klasik Arap Literatürü, çev. Rahmi Er - Azmi Yüksel (Ankara: Vadi Yayınları, 2012), 20.

[3] Gazi Tuleymât - Arafat el-Aşkar, el-Edebü’l-‘Arabî kadâyâhu ağrâduhu, a‘lâmuhu, funûnuhu (Şam: Dâru’l-İrşâd, 1992), 557.

[4] Haşim Salih Mennâ, en-Nessr fi’l-ʿasri’l-câhilî (Beyrût: Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî, 1993), 42-43.

[5] Ziyâüddîn İbnü’l-Esîr el-Meselü’s-sâʾir fî edebi’l-kâtib ve’ş-şâʿir. thk. Ahmed el-Havfî- Bedevî Tabâne (Mısır: Dâru’n-Nahda, ts.) 1/211-212.

[6] Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib b. Muhammed el-Bâkıllânî. İʿcâzü’l-Ḳurʾân, thk. Ahmed Sakr (Mısır: Dâru’l-Ma’ârif, 2009), 86.

[7] Sa‘düddîn Mes‘ûd b. Ömer et-Teftâzânî, Muhtasaru’l-meanî (Pakistan: Mektebetu’l-Büşra, 2010), 2/291.

[8] Tuleymât - Aşkar, el-Edebü’l-‘Arabî, 557.

[9] Cemalûddîn İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab (Beyrût: Dâru’s-Sadr, 1414-1994), 8/150.

[10] Kazvînî, el-Îdâh, 402.

[11] Teftâzânî, Muhtasaru’l-meânî, 2/288.

[12] Sadettin Teftâzânî, Muhtasaru’l-Meânî Tercümesi, çev. M. Ali Arslan (İstanbul: Seyda Yayınları, 2015), 3/350.

[13] Eymen Emîn Abdulgâni, el-Kâfî fi’l-belâga (Kahire: Dâru’t-Tevfîkiyye li’t-Turâs, 2011), 200.

[14] Vâkıa 56/28-29-30.

[15] Nûh 71/13-14.

[16] Teftâzânî, Muhtasaru’l-me‘anî, 2/291.

[17] Kazvînî, el-Îdâh, 404

[18] Ahmed el-Hâşîmî, Cevâhiru’l-belâga (Beyrût: Mektebetu’l-Asriyye, ts), 331.

[19] Ali Bulut, Belâgat Meânî-Beyân-Bedi‘ (İstanbul: İfav Yayınları, 2015), 371.

[20] Teftâzânî, Muhtasaru’l-me‘anî, 2/291.

[21] Kazvînî, el-Îdâh, 402-403.

[22] İbn Hicce el-Hamevî, Hizânetü’l-edeb ve gâyetü’l-erab (Beyrût: Dâru’s-Sadr, 2001), 4/277-279.

[23] Kazvînî, el-Îdâh, 402.

[24] Fâtır 35/19-20.

[25] Nebe 78/6-7.

[26] Ebû Yakup Yusuf Muhammed b. Ali es-Sekkâkî, Miftâḥuʾl-ʿulûm (Beyrût: Dâru’l-Kutubi’l-İlmîyye, 1983), 431.

[27] Celâlüddîn el-Hatîb Muhammed b. Abdurrahmân b. Ömer b. Ahmed eş-Şâfiî el-Kazvînî, Telhisu’l-Miftâh (Karaçi: Mektebetu’l-Büşra, 2010), 136; Abdurrahman Hasan el-Habenneke el-Meydânî, el-Belâgatu’l‘Arabiyye usûsuhâ ve ulûmuhâ ve fünûnuhâ (Beyrût: Dârû’l-Kalem, 1996), 2/505.

[28] el-İnfitâr 82/13-14.

[29] es-Sâffât 37/117-118.

[30] Kazvînî, Telhisu’l-miftâh, 13; Ahmet Matlûb, Mu‘cemu’l-mustalahati’l-belâğiyye ve etâvvuruhâ (Beyrût: Dâru’l-Arabiyye li’l-Mevsûât, 2006), 3/28; Celâluddin es-Süyûtî, Mu’tereku’l-akrân fi i’câzi’l-Kur’ân, thk. Ahmed Şemsuddin (Beyrût: Dâru’l-Kutubi’l-İlmîyye, 1988), 1/39.

[31] el-Gâşiye 88/13-14.

[32] İbn Hicce, Hizânetü’l-edeb, 4/278.

[33] Teftâzânî, Muhtasaru’l-Meânî Tercümesi, 3/363.

[34] Abdulaziz Atîk, fi’l-Belâgati’l-‘Arabiyye, ilmü’l-bedi‘ (Beyrût: Dâru’n-Nahdati’l-Arabiyye, 2009), 219; Hüseyin Abdulkadir, Fennü’l-belâga (Kahire: Dâru’ş-Şurûk, 1983), 130.

[35] Teftâzânî, Muhtasaru’l-me‘anî, 2/293.

[36] İbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-sâir, 1/281.

[37] el-İnşikâk 84/17-18.

[38] el-Kalem, 68/2-3.

[39] İbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-sâir, 1/257.

[40] el-Âdiyât 100/1-5.

[41] el-Furkān 25/11-12-13.

[42] Teftâzânî, Muhtasaru’l-me‘ânî, 2/290.

[43] Fîl 105/3-4.

[44] Abdulkadir, Fennü’l-belâga, 129.

[45] Abdulfettah Feyyûd Besyûnî, ‘İlmü’l-bedi‘ (Kahire: Müeessesetu’l-Muhtâr, 1998), 296.

[46] İbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-sâʾir 1/257-258.

[47] el-Müddessir 74/1-5.

[48] Süyûtî, Mu’tereku’l-akrân, 1/41-42.

[49] el-Enfâl 8/43-44.

[50] Süyûtî, Mu’tereku’l-akrân, 1/41-42.

[51] Teftâzânî, Muhtasaru’l-Me‘ânî, 2/290.

[52] el-Hâkka 69/31.

[53] Süyûtî, Mu’tereku’l-akrân, 1/41-42; Teftazanî, Muhtasaru’l-Meânî Tercümesi, 3/358; Kazvînî, el-Îdâh, 403.

[54] Hâşîmî, Cevâhiru’l-belâga, 331.

[55] Ebû İbrâhim İshak b. İbrâhim el-Fârâbî, Dîvânu’l-edeb, nşr. Ahmed Muhtar Ömer vd. (Kahire: Müessesetu Dâru’ş-Ş‘ab, 1975), 2/74.

[56] Teftâzânî, Muhtasaru’l-Meânî Tercümesi, 3/387.

[57] İbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-sâir, 1/213.

[58] İbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-sâir, 1/214.

[59] Teftâzânî, Muhtasaru’l-Meânî Tercümesi, 3/351.

[60] Fârâbî, Dîvânu’l-edeb, 1/74.

[61] Celâluddîn ‘Abdurrahman b. Ebî Bekr es-Süyûtî, el-Muzhir fî ‘ulûmi’l-luga ve envâihâ, nşr. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrâhîm vd. (Beyrût: el-Mektebetu’l-Asriyye, 1987), 1/486.

[62] İbn ‘Abdirabbih, Ahmed b. Muhammed, el-‘Ikdü’l-ferîd, nşr. Müfîd Muhammed Kumeyha (Beyrût: Dâru’l-Kutubi’l-İlmîyye, 1404/1983), 3/3.

[63] Bedruddin Muhammed b. Abdullah, ez-Zerkeşî, el-Burhân fî ‘ulûmi’l-Kur’ân, nşr. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrâhîm (Kahire: Mektebet-u Dâru’t-Turâs, ts.), 1/487.

[64] Ebû Hilâl el-Hasan b. Abdullah b Sehl el-‘Askerî, Cemheretü’l-emsâl, nşr. Ahmed Abdusselâm vd. (Beyrût: Dâru’l-Cîl, 1408/1988), 1/4-5.

[65] Yakup Kızılkaya, Arap Dilinde Emsâl ve Kur’ân Meselleri Bağlamında Kâmin Mesel (Ankara: İlâhiyât Yayınları, 2020), 32.

[66] Ebü’l-Fadl Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. İbrâhîm en-Nîsâbûrî el-Meydânî, Mecmeu’l-emsâl, thk. Muhammed Muhyiddîn Abdulmecîd (Beyrût: Dâru‟l- Marife, ts), 1/65.

[67] Meydânî, Mecmeu’l-emsâl, 1/216.

[68] Meydânî, Mecmeu’l-emsâl, 1/317.

[69] Ahmed Zeki Safvet, Cemheretü hutebi’l-‘Arab (Kahire: el-Mektebetu’l-İlmî, ts.), 1/103-105; Meydânî, Mecmeu’l-emsâl, 1/137.

[70] Mennâ, en-Nesr fî’l-ʿasri’l-câhilî, 42-43.

[71] İbn Sinân el-Hafâcî, el-Ḥayâtu’l-edebî fi’l-asri’l-câhilî (Beyrût: Dâru’l-Cîl, 1992), 160.

[72] M. Selim İpek, Klasik Dönem Arap Edebiyatında Nesir (Ankara: Gece Kitaplığı, 2014), 22.

[73] İpek, Klasik Dönem Arap Edebiyatında Nesir, 24.

[74] Hafâcî, el-Ḥayâtu’l-edebî fi’l-asri’l-câhilî, 161.

[75] Mustafa İsmet Uzun, “Seci”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2009), 36/274.

[76] Şevḳi Dayf, Târîḫu’l-edebi’l-‘Arabî el-‘asru’l-câhilî (Ḳahire: Dâru’l-Meârif, 1960), 415.

[77] Hafâcî, el-Hayâtu’l-edebî fi’l-asri’l-câhilî, 160.

[78] Dayf, Târîḫu’l-edebi’l-‘Arabî el-‘asru’l-câhilî, 411-412.

[79] Dayf, Târîḫu’l-edebi’l-‘Arabî el-‘asru’l-câhilî, 415; Besyûnî, ‘İlmü’l-bedi‘, 298.

[80] Mehmet Bölükbaşı, “Cahiliye Devrinde Araplarda Kehânet ve Kâhinlik”, Nüsha Dergisi 8/47 (Ekim 2018), 133.

[81] Cemalüddîn Mahmûd Şükrî. Bulûğu’l-ereb fî ma‘rifeti ahvâli’l-‘Arab, thk. Muhammed Behçet Eserî (Beyrût: Dâru’l-Kitâbi’l-Mısrî, 1985), 3/270.

[82] Goldzıher, Klasik Arap Literatürü, 21.

[83] Muhtar Atiyye, el-Îcâz fi-kelâmi’l-Arab ve nassu’l-icâz (İskenderiye: Dâru’l-Ma’rifeti’l-Câmii, ts), 120.

[84] Ebû Osmân ‘Amr b. el-Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, thk. M. Abdusselam Harûn (Mısır: Matbaatu’l-Hancî, 1998), 290.

[85] Safvet, Cemheretü hutebi’l-‘Arab,, 1/105-108; Meydânî, Mecmeu’l-emsâl, 1/275-276.

[86] Sebe’ 34/15-16.

[87] Âlûsî, Bulûğu’l-ereb fî ma‘rifeti ahvâli’l-‘Arab, 3/272.

[88] el-Hicr 15/17-18.

[89] İmâm Muhammed el-Beşîr el-İbrâhimî, Asâru’l-İmâm Muhammed el-Beşîr el- İbrâhimî, haz. Ahmed Tâlip İbrâhîmî (Beyrût: Dâru’l-Garb, 1997), 518-519.

[90] Besyûnî, ‘İlmü’l-bedi‘, 299.

[91] Besyûnî, ‘İlmü’l-bedi‘, 300.

[92] Besyûnî, ‘İlmü’l-bedi‘, 300-301.

[93] Taftazanî, Muhtasaru’l-Meânî Tercümesi, 3/361.

[94] İbn Battâl, Şerhu Sahîhi’l-Buhârî li İbn Battâl, thk. Ebû Temîm Yâsir b. İbrâhim (Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, 2003), 9/438.

[95] Mâlik b. Enes, el-Muvattâ, thk. Muhammed Fuâd Abdulbâkî (Beyrût: Dâru İhyâi’t-Turas,1985), “Kitâbu’l-Ukûl”, 6.

[96] İbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-sâir, 1/211-212.

[97] Nûreddin el-Heysemî, el-Maḳṣadü’l-ʿalî fî zevâʾidi Ebî Yaʿlâ el-Mevṣılî, thk. Küsrevî Hasan (Beyrût: Daru’l-İlmiyye, ts), “Kitâbu’d-Diyât”, 822.

[98] M. Akif Özdoğan, “Arap Dili ve Edebiyatı Kaynaklarında Hz. Peygamber’in Dil ve Edebiyattaki Yerine Bir Bakış”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi 5/1 (2005), 238; İbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-sâir, 1/212.

[99] Celâluddin Abddurrahman es-Süyûtî, el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân, thk. Şuayb Arnavut (Beyrût: Müessesetu’r-Risâle, 2008), 609.

[100] Rummâni, vd., Selasü resâil fî icâzi’l-Kur’ân, thk. Muhammed Halefullah Ahmed (Mısır: Dâru’l-Meârif, ts), 97.

[101] Bâkıllânî, İʿcâzü’l-Ḳurʾân, 72.

[102] İbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-sâir, 1/210.

[103] Ziyâüddîn İbnü’l-Esîr el-Cezerî, el-Câmiu’l-kebîr, thk. Mustafa Cevad - Cemil Saîd (Irak: Mektebetu Mecmeu’l-İlmî, 1906), 251-252.

[104] Ebu İsâ Muhammed b. İsâ et-Tirmizî, el-Câmi’u’s-sahîh (Sünenü’t-Tirmizî), thk. Beşâr İvâd Marûf (Beyrût: Dâru’l-Garb el-İslâmî, 1996) “Sıfatu’l-Kıyâme” 89 (No: 2458).

[105] İbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-sâir, 1/210.

[106] Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, 290.

[107] el-Ahzâb 33/67.

[108] Zerkeşî, el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, 1/59-91.

[109] İbn Sinân Hafâcî, Sirru’l-fesâha, thk Abdulmüteâl es-S‘adî (Mısır: Mektebetu Lisâni’l-Arab, 1952), 163-164.

[110] Hafâcî, Sirru’l-fesâha, 166.

[111] Hafâcî, Sirru’l-fesâha, 167.