Makale

EMANET ŞUURUYLA ANLAM KAZANAN İNSANİ VARLIĞIMIZ

EMANET ŞUURUYLA ANLAM KAZANAN İNSANİ VARLIĞIMIZ

Prof. Dr. Soner GÜNDÜZÖZ
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Maddi ilerleme iddiasındaki insanlığın, küresel savaşlar, çevre felaketleri, gelir dağılımındaki dengesizlikler, hayvan hakları, terör olayları, yabancı düşmanlığı, göç ve mobilizasyon sorunları, biyo-etik, ötekileştirme ve salgın hastalıklar gibi problemlerle boğuşması, beşerî ilerlemenin her kademede tutarlılık oluşturmadığını düşündürmektedir. Oysaki İslam’ın “elest bezmi” olarak bilinen büyük misaka yaptığı atıf, Müslümanların iman, ahlak ve emanet şuuru açısından beslendikleri temel kaynağın, Allah (c.c.) ile yaptıkları anlaşma olduğunu ifade etmekte ve daha bu dünyaya gönderilmeden önce insanın kendi özgür iradeleriyle Yüce Yaratıcı’ya verdiği sözün, beşerî varoluş gayesinin temel zeminini oluşturduğunu göstermektedir. Bu şehadete göre emanet şuuru ve dünyevi planda risalet misakı, yani Hz. Peygamber’i örnek alarak ona uyma ideali, insanlığa farklı perspektifler sağlamaktadır.

Modernite, sekülerizm, küreselleşme ve tüketim gibi kavramların arakesitinde insan, Allah’a verdiği sözü unutmuş görünmektedir. Modern dünya, dinin, bilgi ve değer üretimine katkısı ve kadim dinî tradisyonların, yeni toplumsal dinamiklerde ortaya çıkan problemlerin çözümünde ne tür bir rol üstlenmesi gerektiği konusunda hâlâ kararsızdır. Bu doğrultuda modern hukuki düzenlemeler, esas olarak sübjektif haklar üzerine inşa edilmektedir. Bu ise geleneksel hukuk düzeninin aksine meşhur Hobbes prensibine geçerlilik kazandırmaktadır: “Açık ve kesin bir şekilde yasaklanmamış olan her şey mubahtır.” Bunun doğal sonucu, hukukun ve ahlakın birbirinden ayrılmasıdır. (Jürgen Habermas, Küreselleşme ve Milli Devletlerin Geleceği, İstanbul: Yarın Yayınları, 2018, 152.)

İslam ahlakının esasları ise bu merhametsiz tavra karşılık hayâ, emanet ve rahmet üçgeninde insan hayatına sıcak bir dokunuş gerçekleştirmekte ve insanı maddi kalıplara mahkûm olmaktan kurtarmak istemektedir. Aslına bakılırsa İslam’ın çok önemsediği fıtri bir değer olarak utanma duygusunu ifade eden hayâ dinamiği, emanet ve rahmet kavramlarının özünü oluşturmakta ve “hayâdan hayata” kavramsal bir bütünlüğü de gerektirmektedir. Her dinin bir ahlak anlayışı olduğunu, İslam’ın ahlak anlayışının temelinde hayânın bulunduğunu ifade eden hadis, bu anlamda bir manifesto niteliğindedir. (Taha Abdurrahman, Dînü’l-Hayâ, Beyrut: el-Müessesetüʼl-Arabiyye, 2017, 201.)

İslam’ın öngördüğü ilahi emanet, sadece ahlaki boyuta da özgü değildir. O, hayatın her yönüne farklı şekilde dokunmaktadır. Allah Resulü’nün, “Sizin peygamberiniz size her şeyi öğretmiştir. Hatta tuvalet adabını bile.” (Müslim, Taharet, 12.) sözü, İslam’ın bireysel ve sosyal hayatın her yönünü bu emanet şuuru ile ördüğünü ve beşerî hayatı rahmet esintileriyle kuşatmış olduğunu ihsas ettirmektedir. Maddi ilişkiler ağı ve çıkarların oluşturduğu bir sarmaldan kaynaklanan ahlaki bir tutuma nispetle bir taraftan insanın fıtratından beslenen, diğer taraftan Allah ile kurulmuş bir iletişimden doğan bu ahlaki tutum, çok daha erdemlidir.

Bu doğrultuda genel olarak İslam düşüncesinde Rahman ismiyle ilişkili olarak rahmet, hiyerarşik biçimde adalet, ihsan, in‘âm ve türevleri ile bağlantılıdır. Bu kavramsal şema, insandaki emanet şuurunu derinleştirmekte ve bu şuur, fiziksel gerçekliği metafizik bir idealizm kategorisine yükseltmektedir. Söz konusu şuur ile hareket eden insan, bir başka insana zarar vermek şöyle dursun, çevresindeki hiçbir canlıya zarar veremez. Hatta onun için taşın, havanın ve cansız varlıkların bu sistem içerisinde derin bir anlamı vardır. İnsan, varlıkların her birinin bir görevi olduğunu ve Allah’ın onları yokluktan varlığa çıkarmasında bir gayenin bulunduğunu idrak ettiği anda dünya farklı bir anlam kazanır. Artık Kur’an’ın, kantar kantar yığılan altın ve gümüşün fayda getirmeyeceği (Âl-i İmran, 3/14.) uyarısı zihinlerde canlanır ve yetimin, muhtaç olanın ve yolda kalmışın hakkının verilmesi gerektiği içten gelen bir duyguyla karşılık bulur. (Bakara, 2/177.) Dolayısıyla her şeyin hakkı verilmeli, her varlığa ilgi gösterilmeli, varlığın büyük bir rahmetin parçası olduğu ve evrenin kocaman bir pazıl gibi farklı unsurlarla bu rahmetin yansıması olduğu idrak edilmelidir. İnanan insanlar açısından böylesi bir rahmet bütünlüğü, derin bir sorumluluğu da gerektirir. İnsanın kendine, ailesine, eşine, çocuğuna, akrabasına komşusuna, yurduna ve çevresindeki bütün varlıklara karşı bir sorumluluğu vardır. Burada sahabeden Amr b. el-Âs ve Ebu’d-Derdâ hatırlanmalıdır. Onlar birtakım sorumluluklarını ihmal ederek sadece ibadette yoğunlaşmışlar, Allah Resulü onları bu tavırlarından dolayı uyarmış ve onlara, herkese hakkını vermelerini tavsiye etmiştir. (Buhari, 2001, Savm, 51, 55, 57.)

Kur’an-ı Kerim, bir taraftan yetimlere ve ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunmayı teşvik etmekte ve bunu engelleyenleri kınamakta (Maun, 107/1-3.), diğer taraftan biriktirilmiş altının, gümüşün ve servetin, hayır ve iyiliğe dönüştürülmedikçe bir faydasının olmayacağını vurgulamaktadır. (Âl-i İmran, 3/14.) Hazreti Muhammed, insanlık tarihindeki dehşetli sancının tam ortasında, her türlü kötülüğü, kan davalarını, faizcilik ve tefeciliği, kadınlara kötü muameleyi, kız çocuklarına zulmü, yetimin hakkını gaspı, insanları köleleştirmeyi ayaklarının altına aldığını ilan ederken iyilik temeline dayalı bir hayat yaşama idealini insanlara aşılamıştır.

Allah Resulü, insan hayatının temeline aileyi yerleştirmiş, aileyi, iyiliği ve hayrı gerçekleştiren en temel sosyal birim olarak görmüştür. Çocuklar burada ihtiyaçlarını karşılayacak, ahlaki değerleri burada öğrenecek ve ideal müminler olarak sorumluluk duygusunu burada kazanacaklardır. Aile kurumu, tarih boyunca pek çok defa itilip kakılan kız çocuklarına yönelik haksızlıklara karşı merhametin sigortası, acımasızlıklara karşı şefkat yuvası olduğu kadar şiddete, bencilliğe ve haksızlığa da kurumsal ve sistematik bir reddiyedir.

Hz. Peygamber, kızı Fatıma yanına geldiğinde ayağa kalkıp onu öpüp kendi yerine oturturken sünnet-i nebeviyenin temel unsurlarından biri olarak çocuklara ve özellikle kız çocuklarına karşı ilgi ve saygıyı bize öğretmektedir. Kız çocuklarını küçük yaşta evlendirenlerin, beşik kertmesi yapanların, başlık parası uygulamaları ile kızları ticari bir meta olarak görenlerin bu nebevi tutumla bir ilgisi olabilir mi? Bunlar Peygambere nasıl ümmet olabilirler? “Namusumdur.” diyerek eşini, kızını, kız kardeşini öldürenler mi Allah Resulü’nün temsilcileridir? Okumak isteyen yavrusunu gözü yaşlı bırakıp kara bir cehalete mahkûm eden babalar mı Peygamber’in takipçileridir? İnsanların kendi yanlışlarını, dine mal etmeleri ne kadar ağır bir şeydir. Onlar bu hâlleriyle kendi nefislerini tanrı edinmekte ve din diye pazarlamaktadırlar. (Casiye, 45/23.) Onlar, Hz. Peygamber’in, “Anne ile çocuklarını birbirinden ayıranı, Allah kıyamet günü tüm sevdiklerinden ayırsın.” sözünün (Tirmizi, Buyû, 52.) gerçek muhataplarıdır.

İnsanoğlunun değeri ve saygınlığı, onu sadece maddi hayata sahip zahirî bir varlık olarak görmenin ötesinde, ona “fıtrata delalet eden bir ayet” olarak bakmayı gerektirir. Dolayısıyla insan, sadece biyolojik bir oluşum değil, aynı zamanda ahlaki potansiyeli olan saygın bir varlıktır. Bu doğrultuda embriyonun, içerdiği şifreli paradigmatik potansiyelinden koparılması ve varlığının salt görünen organik yapı çerçevesinde sınırlandırılması ne kadar hazinse küçük bir kız çocuğunun karanlığa terk edilmesi ve âdeta diri diri toprağa gömülürcesine esarete mahkûm edilmesi de o kadar vahimdir. Hegel diyalektiğine teşne ötekileştirme kavramı, Allah, insan ve insanlar arakesitinde bir semantik ağ oluşturan ve fiziki ve metafizik bir bütünlük içerisinde tanıklığa vurgu yapan şehadet kavramıyla aşılmalıdır. Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik, kâinatın her zerresi ile birlikte O’nun varlığına olan kolektif tanıklığa dâhil olmak ve bu ahenk içerisinde kaosa yol açmayacak bir tavır takınmakla mümkün olabilir.

Bu noktada, hayatta başarının tek boyutlu bir olgu olmadığı hatırdan çıkarılmamalıdır. Anne ve baba çocuğunun nasıl ki tahsil hayatında elde ettiği başarılarla mutlu oluyorsa onun ahlaki güzellikleri, mutluluğu ve ona güzel bir gelecek hazırlamak suretiyle de mutlu olur. İnsan, “Ne elini boynuna bağlayıp cimrilik et, ne de onu büsbütün açarak saçıp savur. Yoksa kınanmış ve pişman olarak oturup kalırsın. Şüphesiz Rabbin dilediğine rızkı genişletir; dilediğine de kısar. O kullarının yaptıklarından haberdardır, (onların yapıp ettiklerini) görmektedir. Siz asla fakirlik ve geçim korkusu yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara ve size biz rızık veririz. Çocuklarınızı öldürmeniz büyük bir günahtır.” (İsra, 17/29-31.) ayetini şiar almalıdır. Elbette bir anne ve babanın sorumluluğu, sadece çocuğun maddi ihtiyaçlarını karşılamak değildir. Çocuğun eğitimiyle ilgilenmek, ahlaklı bir insan olması için uğraşmak ve çocuğun, dinini sağlıklı bir biçimde öğrenerek ibadetini yerine getirmesi için çalışmak da anne ve babanın başlıca sorumlulukları arasındadır. Anne ve babanın ileride çocuğun bir birey ve saygın bir kişi olarak özgür iradesiyle mutlu bir yuva kurmasının önüne onu çileli bir hayata sürükleyecek bir bariyer örmek, İslami bir hareket tarzı değildir.

Anne ve babaların çocuklarıyla ilgili yapmaları gereken birçok görevleri vardır. Hz. Peygamber, “Hiçbir anne baba, evladına güzel terbiyeden daha üstün bir hediye veremez.” (Tirmizi, Birr, 33.) derken ahlakın ne derece büyük bir kazanım olduğunu anlatır. Allah Resulü, çocuklara güzel isim verilmesi, onların helal lokma ile beslenmesi, okutulması, yüzme ve okçuluk gibi çocuk için faydalı sporlara teşvik edilmesi, çocukların namaza ve oruca daha küçük yaştayken alıştırılması gibi konularda tavsiyelerde bulunmakta, annelere ve babalara yavrularını nasıl yetiştirecekleri konusunda bir yol haritası çizmektedir.

Kendi çocuklarımızla ilgili sorumluluklarımızın yanında yetimlere karşı da sorumluluklarımız vardır. Klasik fıkıh kaynaklarında “lakît” ve “yetim” başlıklarıyla anlatılan çocuk haklarına dair hükümler İslam dininin bu konudaki hassasiyetinin ilmî olarak da kitaplarda işlendiğini gösterir. Tarihimiz boyunca çeşitli vakıflar üzerinden bir dayanışma duygusu içinde bu hassasiyet yerine getirilmeye çalışılmıştır. “Ben kurutulmuş et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum.” (Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid, IX, s. 20.) diyen Allah Resulü’nün ümmeti olan bizler nebevi tevazu duygusunu biraz olsun özümsemiş isek eğer yetimlere ve muhtaçlara yönelik hayır yarışında yerimizi almak durumundayız. Fakirlik ve hayat mücadelesi karşısında bitap düşen Hz. Fatıma’ya ev işlerinde yardım edecek bir yardımcı ayarlanması konusunda bir devlet başkanı olarak kendisinden ricada bulunulduğunda Bedir Savaşı’nın yetimlerinin buna daha öncelikli olduğunu söylemiştir. (Ebu Davud, Harâc, Fey’ ve İmare, 19, 20.) Biz de bu peygamber ahlakına uygun olarak yetime yardım elini uzatmakla sorumluyuz.

Bu merhamet anlayışı, sadece insanlarla sınırlı kalmamalı, canlı cansız tüm varlığa olan bakışımızı belirlemelidir. Hayvanlara, merhamet nazarıyla bakmak, Müslüman oluşumuzun bir gereğidir. Onlar bize varlıkları, sağladıkları imkânlar ve besinlerle destek olan yol arkadaşlarımızdır. Onlar sokakta da olsalar evcil de olsalar hepsi Rahman’ın bu ekosisteme yerleştirdiği harikulade varlıklardır. Yeryüzünün halifesi ve temsilcisi olan insan, hayvanlara acımasız davranırsa emanetini yerine getirmemiş olur. Kur’an-ı Kerim’de Bakara, Nahl, Ankebut, Neml surelerinin birtakım hayvan türlerinin adlarını taşıması bile bizim için hayvanlara karşı sorumluluk noktasında tek başına yeterli bir uyarı niteliğindedir. Kur’an-ı Kerim, “Allah, yeri sadece insanlar için değil, tüm canlılar için var kılmıştır.” (Rahman, 55/10.) ilkesiyle bize dünyanın sadece insana ait olmadığını, diğer canlıların da bu dünyada hakları olduğunu hatırlatmaktadır.

Allah Resulü, “Hiçbir kişi yoktur ki bir serçeyi yahut ondan daha büyük bir canlıyı haksız yere öldürsün de Yüce Allah ona bunun hesabını sormasın.” (Nesai, Sayd, 34.) diyerek hayvanlara karşı sorumluluğumuzu dile getirmektedir. Köpeklerin ve kedilerin ayaklarını ve kuyruklarını kesenler, onları incitenler, kendi hayatını sürdürmekten başka bir derdi olmayan masum canlılara kastedenler, böyle bir Peygamber’in ümmeti olmayı hak ettiklerini düşünmekte midirler? Kur’an, bütün hayvanların Allah’ı kendi lisanıyla anan birer ümmet olduğunu (Enam, 6/38.) bize öğretmişken onları korumakla yükümlü olan bizler bu canlıları nasıl incitebiliriz? Allah Resulü, “Merhamet edene Rahman da merhamet eder. Siz yerdekilere merhamet edin ki gökteki de size merhamet etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 58.) buyurmak suretiyle merhamet duygusunun bir mümin için değerini anlatmıştır. “Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun.” diyen Allah Resulü, İslam’ın hayvanlara yaklaşımında en temel ilke olarak “Her canlı varlığa iyilik, sevap kazanma yolunda bir fırsattır.” ilkesini bize öğretmiştir.

İnanan insanlar için çocuklar, yetimler, hayvanlar, canlı ve cansız eko sistemin tamamı, tevhidin ahenkli ritmi içinde iyilik yapmanın bir vesilesi ve emanet şuurunun timsalidir.