Makale

VAHYE ŞAHİT OLMAK

VAHYE ŞAHİT OLMAK

Doç. Dr. Yaşar AKASLAN
Ondokuzmayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Müslümanların bakış açılarını ve hayatlarını şekillendiren Kur’an-ı Kerim, en büyük devrimini vahiy sürecinde gerçekleştirmiştir. Vahyin nüzulüne tanık olan sahabeyi dönüştürmesi ve geliştirmesi bakımından her daim eli üzerlerinde olan Hz. Peygamber, onlar için oldukça önem arz etmiştir. Bu itibarla Kur’an’ı kendisiyle tanıyıp öğrenen ashab-ı kiram, vahyi en iyi anlayan ve anlatan Allah Resulü’nün yanı başında mevzilenmiştir.

Bilindiği üzere Allah, içlerinden seçtiği elçisi ile irtibata geçmek suretiyle mesajlarını aktarmış ve temiz bir toplumun inşası için zor bir vazife olan tebliğ görevini Hz. Muhammed’e tevdi etmiştir. Bu durumu da Kur’an’da şu şekilde dile getirmiştir: “Allah, müminlere kendi içlerinden bir peygamber göndermekle onlara çok büyük bir lütufta bulunmuştur. Çünkü peygamber, onlara Allah’ın ayetlerini tebliğ eder, onları yanlış inançlardan arındırır ve yine onlara hem Kur’an’ın mana ve maksadını öğretir hem de onun hayata nasıl taşınacağını gösterir. Hâlbuki onlar daha önce düpedüz dalalet içindeydiler.” (Âl-i İmran, 3/164.) Buna göre Hz. İbrahim’in şu duası böylece kabul edilmiş olmalıdır: “Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini okuyacak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek, böylece onları şirkten ve günahlardan arındıracak bir peygamber gönder! Çünkü kudret sahibi olan ve her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.” (Bakara, 2/129.) Resul-i Ekrem böyle bir zeminde muallim, mübelliğ ve müfessir sıfatlarıyla vahyin o dönem muhataplarına karşı vazifesini hakkıyla yerine getirmiştir. Her bir mesaj bu sayede yerine ulaşmış, hedeflenen dönüşüm sağlanmıştır.

Resulüllah, kendisine vahyedilen bir ayeti muhataplarına aktardığında sahabenin her biri mizacına ve şartlarına göre harekete geçmekteydi. Aralarında Allah Resulü’nün fem-i saadetinden sadır olan sözleri çok yakından takip edenler olduğu gibi çeşitli vesilelerle sonradan öğrenenler de söz konusuydu. Özellikle Mescid-i Nebevi, vahyin bu süreci için stratejik öneme sahipti. İndirilen her bir ayeti Hz. Peygamber’den bizzat duyanlar, henüz haberi olmayanlarla her nerede karşılaştılarsa, “İşittin mi Allah Resulü’ne nazil olan ayette ne buyruldu? Şu ayeti sen de duydun mu?” şeklindeki ifadelerle haberdar eder, onlar da bahse konu ayeti bir an evvel öğrenmek için gayret gösterirlerdi.

Vahyin talihli şahitleri, her bir ayetin nüzulünün ardından vakit kaybetmeksizin aldıkları mesajı hayatlarına yansıtmak üzere yoğun çaba sarf ederlerdi. Bu durumu İbn Mesud şu şekilde dile getirmektedir: “Biz, on ayet öğrendiğimizde, o ayetlerin anlamını belleyip onları hayatımıza aktarmadıkça diğer ayetlere geçmezdik.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 1/74.) Bu çerçevede Ebu Dahdah’ın tavrı dikkate şayandır. “Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a güzel bir borç verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah’tır. -Unutmayın ki- sadece O’nun huzuruna çıkarılacaksınız.” (Bakara, 2/245.) ayeti nazil olduğunda Ebu Dahdah derhal Allah Resulü’nün yanına koşmuş ve aralarında şu diyalog yaşanmıştır:

“Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resulü! Allah’ın, hiçbir şeye ihtiyacı olmamasına rağmen bizden borç mu istiyor?”

“Evet. Böyle yaparak Allah sizi cennete koymayı amaçlıyor.”

“O hâlde Rabbime borç verirsem karşılığında bana ve aileme cenneti mi vadediyor?”

“Evet, öyle!”

Diyaloğun ardından Ebu Dahdah elini Resul-i Ekrem’e uzatarak sözlerine şöyle devam etmiştir: “Öyleyse sen de elini bana uzat ey Allah’ın Resulü! Benim, biri yukarıda biri de aşağıda olmak üzere iki bahçem var. Allah’a yemin ederim ki bunlardan başka da bir gelirim yok. Tüm malvarlığım bu iki bahçe... İkisini de Allah’a borç vermek istiyorum.” Duydukları karşısında Hz. Peygamber oldukça duygulanmış ve Ebu Dahdah’a bahçelerden birini sevabını yalnızca Allah’tan beklemek üzere bağışlamasını, diğerini ailesinin geçimini temin etmek için işlemesini önermiştir. Bunun üzerine Ebu Dahdah “Öyleyse büyük olan ve çok sevdiğim 600 ağaçlı hurma bahçemi Rabbime borç veriyorum.” demiştir. Resulüllah’ın, bu bağışı Allah adına kabul etmesi üzerine de sevincinden ne yapacağını bilememiştir. Koşarak eşi ve çocuklarının bulunduğu ve bağışladığı hurma bahçesine gitmiş; hurma bahçesinden çıkmaları gerektiğini, zira burayı nice sürpriz nimetlerin saklı tutulduğu ve hiç kimsenin hayal dahi edemediği cennet karşılığında Allah’a borç olarak verdiğini ailesine söylemiştir. Eşi kızmak, darılmak şöyle dursun, büyük bir sevinçle bu kârlı ticareti için kocasını tebrik etmiştir. Bu kıymetli aile topladıkları hurmaları dahi almadan gönül huzuruyla bahçeyi terk etmiştir. (Süyûtî, ed-Durru’l-mensûr, 1/746.)

Allah Resulü ve sahabe arasındaki olağanüstü muhabbeti tesis eden de hiç kuşkusuz vahiydir. Nitekim Allah sevgisini kazanmanın peygambere itaat ve onun hoşnutluğundan geçtiğini Kur’an şöyle ifade etmektedir: “(Allah’ı sevdiklerini söyleyenlere) De ki: Allah’ı gerçekten seviyorsanız gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı affetsin. -Bilin ki- Allah çok affedici, çok merhametlidir.” (Âl-i İmran, 3/31.) Bunun yanında Resulüllah’ın müminlere karşı olan sevgisini şu ayetler dile getirmektedir: “İşte size içinizden öyle bir peygamber geldi ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O sizin üzerinize titreyip durur, müminlere karşı şefkat ve merhametle doludur.” (Tevbe, 9/128.)

Gerek zikredilen ayetler gerekse Ahzap suresinin 6. ayetinde yer alan “Peygamber, müminlere kendi öz canlarından daha yakın, daha öncelikli ve daha değerlidir. Bu yüzden onun eşleri de müminlerin anneleri hükmündedir…” ifadeleri etrafında sahabenin peygambere duydukları sevgiye verilebilecek nice örnekler söz konusudur. Tarihin, şehadetini altın harflerle kayıt düştüğü yirmili yaşlarda şehit edilen Zeyd b. Desine’nin duruşu bu konuda takdire şayandır. Tarihte Recî‘ Vakası diye bilinen hadisede müşrikler tarafından esir alınan Zeyd b. Desine intikam için haram aylardan sonra öldürülmek üzere Harem sınırları dışındaki Ten‘îm mevkiine götürülmüştü. Zeyd şehit edilmeden evvel kendisine Ebu Süfyan tarafından şu teklif yapılmıştı: “Gördüğün üzere çok sıkıntı çekiyorsun. Allah aşkına doğru söyle! Şu an senin yerine Muhammed’in öldürülmesini, böylece evine dönmeyi istemez miydin? Üstelik sizi bile bile ölüme o göndermedi mi? ‘Yerimde Muhammed olsaydı keşke!’ dersen inan seni serbest bırakacağız.” Sunulan teklife koca yürekli Zeyd şu mukabelede bulunmuştu: “Allah’a yemin olsun ki şu anda ailemin yanına dönmek bir yana, Muhammed’in ayağına bir diken batıp onu incitse gönlüm ona bile razı olmaz.” (İbn Hişâm, es-Sîre, 3/126.) Ebu Süfyan, Zeyd b. Desine’nin bu sözü üzerine oldukça şaşırmış, “Bu nasıl bir sevdadır! Yemin ederim ki arkadaşlarının Muhammed’i sevdiği kadar liderlerini seven bir başka topluluk görmüş değilim.” demek suretiyle hayretini gizleyememiştir. (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 4/403.) Kaynaklarda “İnsanlardan öyleleri de var ki Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için canını feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir.” (Bakara, 2/207.) ayetinin Recî‘ Vakası kahramanları hakkında nazil olduğu rivayeti yer almaktadır.

Kur’an’ın, vahye şahit olanları nasıl dönüştürdüğünü, Cahiliye Dönemi’nin kız çocuğuna bakış açısını yansıtan sahnelerde de görmekteyiz. Bilindiği üzere bir kısım Cahiliye Arapları, geçim endişesi, kabileler arasında süregelen savaşlar esnasında esir edilen kızların istismar edilmesi, toplum tarafından kadının ahlaka mugayir kabul edilen davranışlar sergilemesinin ailesi için utanç sebebi sayılması gibi gerekçelerle kız çocuklarını gömerek öldürmekteydiler. Öyle ki Temimli Kays b. Asım, Resulüllah’a gelip şu itirafta bulunmuştu: “Cahiliye Döneminde sekiz kızımı diri diri toprağa gömdüm.” (Taberani, Mu‘cemu’l-kebîr, 18/337.) İnsanlık suçu olan bu âdeti, Kur’an şu ayetlerde esefle aktarmaktadır: “Onlardan birine Rahman olan Allah’a isnat ettikleri bir kız çocuğunun doğum haberi verilince yüzü kapkara kesilir ve öfkeden yutkunur durur.” (Zuhruf, 43/17.); “Vaktiyle diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi günahından dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman...” (Tekvir, 81/8-9.); “Onlardan biri, kız ile müjdelendiği zaman içi öfke ile dolarak yüzü simsiyah kesilir! Kendisine verilen kötü müjde (!) yüzünden halktan gizlenir. Şimdi onu, aşağılanmış olarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” (Nahl 16/58-59.)

Bu ayetler üzerine sıkça düşünen, neredeyse kendini yiyip bitiren, nedametini Allah’ın elçisiyle paylaşmak, belki bu sayede gönlünü ferahlatmak ve peygamberi pişmanlığına şahit tutmak isteyen bir adamın yaşadıklarına kaynaklar şu şekilde yer vermektedir. Bir gün Hz. Peygamber ashab-ı kiram ile beraber sohbet ederken bir adam gelerek yanına oturmuştur. Hüzünlü olduğu her hâlinden belli olan bu adamın dertli dertli iç çekişini fark eden Resulüllah içini dökmesini, böylece rahatlayacağını söylemiştir. Adam sözlerine şu şekilde başlamıştır: “Ey Allah’ın Resulü! İçimde dindiremediğim bir sızı var… Bu ayetler yoktu… O zamanlar sizi tanımıyordum… Kız çocuklarından öldürerek kurtulmak âdettendi. Benim de dünya tatlısı bir kız evladım vardı. Allah şahit ki yavrumu çok severdim. Bir gün kulağıma birisi eğilip onu gömme vaktinin geldiğini fısıldadı. Bunun üzerine ‘Kızım, haydi gezmeye gidiyoruz!’ diyerek elinden tutup çölün ortasında insanların kullanmadığı suyu çekilmiş derin bir kuyunun yanına götürdüm. Orada saatlerce oyunlar oynadık kızımla. Oyunun sonunda kuyudan aşağı bakar gibi yaptım. Yavrucağım da benim gibi kuyuya baktı. Ani bir hareketle onu ayaklarından kavrayarak kuyuya atıverdim. Kuyuya düşerken kızımın ‘Babacığım beni kurtarmayacak mısın?’ çığlığı hâlâ kulaklarımdadır. İşte o zamanlar ben sizi bilmiyordum.” Bu ifadeler üzerine Hz. Peygamber ve orada bulunan sahabeler hıçkırıklara boğulmuşlardır. Ashab-ı kiram, Resulüllah’ı hüzünlendirdiği için o zata çıkışıp ağzını kapatmaya çalışsa da Resul-i Ekrem, “Karışmayın ona!” diyerek onlara mani olmuş ve yüreği buruk zata “Kalk ve sesini yükselterek tekrar anlat, herkes duysun!” buyurmuştur. O zat daha yüksek bir sesle tekrar yaşadığı bu hazin olayı anlatmıştır. Bu üzücü hadise, vahyin insanı nasıl yeniden inşa ettiğini gösterir mahiyettedir. (Darimî, Sünen, Mukaddime, 1; Mevdudî, Tefhîmü’l-Kur’ân, 7/51.)

Arz ettiğimiz örneklerde görüldüğü üzere Hz. Peygamber takip ettiği metot sayesinde vahyin şahitlerini insan-ı kâmil hedefine ulaştırmıştır. Üstlendiği tebliğ sorumluluğunu layıkıyla icra eden Allah Resulü, bu duruma veda hutbelerinde, “Tebliğ ettim mi?” demek suretiyle büyük kalabalıkları şahit tutmuş, en büyük şahit olan Allah’a da “Şahit ol ya Rab!” niyazında bulunarak risalet görevini tamamlamıştır.