Makale

Fazilet hissi Allah korkusundandır

Fazilet hissi
Allah korkusundandır


“Allah’a iman edip O’na bağlananlar var ya, işte Allah onları lütuf ve rahmetiyle kuşatacaktır.” (Nisâ, 175)


Tevhidin özü, “Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı” ilkesine dayanmaktadır. Başka bir anlatımla, mümin olmak, Yüce Allah’ı yegâne ilâh kabul etmeyi ve O’nun dışında tanrısallığı iddia edilen güçleri reddetmeyi ifade etmektedir. Gönülden böyle bir inanca sahip olmanın ve gereğini yerine getirmenin, insan ve toplum üzerindeki tezahürleri nelerdir? Kısaca ifade edecek olursak şunları söylemek mümkündür:

Öncelikle ilâh, kelime manası itibariyle, kalbin huzura ermesi ve rahatlaması anlamına gelmektedir. Yine bu kelime, iç huzuru veren, korku, sıkıntı ve endişeleri gideren, emniyet ve güven telkin eden, akılları hayrete düşüren manalarını içermektedir. Bu açıdan baktığımızda, Allah’a bağlanma, şu ayet mealinde belirtildiği gibi en temel huzur ve mutluluk kaynaklarındandır. “İyi bilin ki, gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 28.)

Allah hakkındaki bilgi/marifet arttıkça O’na olan sevgi/muhabbet artacaktır; muhabbet arttıkça O’na olan teslimiyet artacaktır; bu da kişide gönül huzuru ve güven duygusunun artmasına sebep olacaktır. Yine Allah’a karşı duyulan huşu/saygı da insanın diğer varlıklara karşı olan korku ve endişelerini giderecektir. Yaygın ifadesiyle, “Allah’tan korkmayan her şeyden korkar, Allah’tan korkan ise hiçbir şeyden korkmaz”. Kısaca Allah’a karşı duyulan huşu/saygı ve sevgi, kalplerin huzur ve sükûna ermesine sebep olacaktır.

Yine insan, yaratılışı itibariyle korkuları, zaafları ve endişeleri olan bir varlıktır. Yalnızlık, çaresizlik, kederler, hastalıklar, musibet ve felaketler, onun hayatında her zaman karşılaşabileceği durumlardır. İnsan, hayatı boyunca kendini tehdit eden, korku ve fobilere sebep olan durum ve varlıklardan korunmaya çalışır. Fakat bazı insanlarda korku ve endişe, saplantılara dönüşür; hayatın normal akışı bozulur, hatta psikolojik ve psikiyatrik tedavi alma ihtiyacı bir zorunluluk hâline gelir.

İşte Allah’a karşı duyulan sevgi ve saygı, insandaki bu psikolojik ve duygusal sapmaları büyük ölçüde giderir, böylece insandaki zihinsel ve duygusal potansiyel yüce amaçlar istikametinde şekillenir. Kişinin Allah’a gönülden bağlanması, onun gücüne güç katar. Görünür-görünmez, maddi-psikolojik kısaca bütün endişe ve korkulara karşı eşsiz bir direnme gücü kazanır (Âl-i İmrân, 3, 173; Mâide, 54.) Çünkü insan, sonsuz kudret ve ilim sahibi Allah’a sığınır ve O’nun engin şefkat ve merhametine ümit bağlar.

Allah’ın Rahmân yani sonsuz merhamet sahibi oluşu, aslında bütün varlıklar için bir güven kaynağı ve yaşama ümididir. Çünkü O’nun sayesinde hayat bulmuş ve varlıklarını devam ettirmektedirler. Müminler açısından ise, durum çok daha farklı bir boyut kazanmaktadır. Çünkü onlar, Allah’ın katmerlenmiş rahmetine nail olmaktadırlar. (Ahzâb, 43.) İman edip muhabbetle O’na bağlananlar, adeta O’nun rahmetine gark olmuşlardır. Onlar ümitsizlik nedir bilmezler; sonsuz bir iyimserlik duygusuna sahiptirler. Zira sonuç, günahlardan sakınan muttakilerin olacaktır. (Kasas, 83.)

Yine Allah’a bağlılık, irade eğitimi açısından oldukça mühimdir. İradesi güçlü olanlar da hayatta başarılı olurlar. Daha çok iradesine sahip olanların daha başarılı olacakları muhakkaktır. Bunun aksini söylemek de mümkündür. Yine iradesi güçlü olanların karşılaştıkları zorlukları aşmada daha kararlı ve metanetli olacakları açıktır. Aksi takdirde, insanın sıkıntılar karşısında umutsuzluğa kapılması ve yenik düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

Abdest, namaz, oruç vb. ibadetlerin düzenli bir şekilde eda edilmesi, bu açıdan son derece önemlidir. Özellikle günde beş vakit kılınan namaz, insanın irade eğitimi yönünden oldukça mühimdir. Kısaca Allah’a sevgiyle bağlanmak ve buyruklarına tavizsiz teslim olmak, insana kuvvetli bir irade ve içgüdülerini kontrol etme yeteneği kazandırmaktadır. (Nâziât, 40.) Bu, aynı zamanda ticaretten, eğitime, sanattan askerliğe, hayatın her alanında disiplinli olma ve zorlukları göğüsleme açısından da önemli bir avantaj sağlamaktadır.

Allah’a sevgiyle bağlanmayan, bütün benliği ile ona teslim olmayan insan, daima içgüdülerinin yönlendirmesine açıktır. İhtiras ve bencilce arzularını yerine getirmenin ötesinde, ulvî bir amaç gütmesi ihtimalden uzaktır. (Meryem, 59.) Aksine hevâ ve heveslerini tatmin etmek hayattaki temel önceliğidir. Kibir, gurur, şehvet, şöhret, gösteriş, cimrilik vb. şeytanî dürtülerin kontrolüne girmeye her zaman yatkındır. Keyfine düşkündür; başkaları için rahatının bozulmasını, huzurunun kaçmasını asla istemez, fedakârlıkta bulunmayı aklının ucundan bile geçirmez. fiöyle veya böyle çevresine bazı destek ve yardımları dokunsa bile muhakkak bir beklentisi vardır. Çünkü kendine maddi-manevi fayda sağlamayan, kâr getirmeyen işlerin peşine düşmeyi ahmaklık kabul eder. Kısaca şehvet, şöhret ya da servet, onun hayattaki temel amaç ve öncelikleridir.

Peki, Allah’a içten ve sevgiyle bağlananlar böyle mi? Aksine onlar, kendi iç dünyalarında en mükemmel kanunların meydana getiremediği manevi bir disipline sahiptirler. Nefis ve hevâlarının arzularına değil; sadece Allah’a kulluk etmektedirler. Böylece onlar, sırf kendilerini düşünen bencil insanlar olmaktan çıkmış, ulvî değerlere gönül veren fertler haline gelmişlerdir. İhtiyaçları olduğu halde başkalarını kendilerine tercih ederler. Fedakârlığı ve özveriyi bir yaşayış tarzı, hayatı da bir fazilet yarışı hâline getirirler. (Mü’minûn, 57-61.)

İşte faziletlerle donanmış bütün bu hayat, Allah’a karşı duyulan içten bağlılığın bir neticesinden başka bir şey değildir. İlâhî dinler, tarih boyunca bu temel ahlâkî değerleri insanlara tebliğ etmiş ve bu hasletleri hayat tarzı hâline getiren sayısız insan yetiştirmiştir. (Âl-i İmrân, 146.) Bu sayede başkaları için fedakârlık yaptığı, yardımlarına koştuğu ölçüde insan değer kazanmıştır. Sırf bireysel refahını ve mutluluğunu artırmaktan başka bir şey amaçlamayan günümüz insanı düşünüldüğünde, bu insan modeline ne kadar muhtaç olduğumuz daha iyi anlaşılacaktır. Kısaca, Allah’a sevgi ve saygının öğretilmediği fertler, bencilleşip ahlâkî değerlerden uzaklaşacak; bu da, toplumda suçların artmasına, hak ve hukuk ihlâllerinin çoğalmasına sebep olacaktır.

Gerçek manada insanın ahlâklı olmasının temelinde Allah’a gösterilen saygı ve sevgi yatmaktadır. Çünkü insan, yaptığı fedakârlığın veya hayrın karşılığını görmek ister. İlâhî dinlerde de bu fıtrî gerçeklik dikkate alınmıştır. Bu açıdan, dinin ortaya koyduğu cennet-cehennem, ebedî kurtuluş, Allah’ın rızası gibi inançlar dikkate alınmadığında, insanın ahlâkî eylemde bulunma iradesi büyük ölçüde zayıflar. İnsan ancak bütün gönlüyle bu uhrevî ve yüce değerlere bağlanırsa, nefsinin ölçü tanımaz arzu ve isteklerini gemleyebilir. Bencil duygu ve dürtülerini kontrol altına alıp fedakârlıkta bulunabilir. Rahat ve keyfinin kaçması pahasına diğer insanların iyiliği ve hayrı için koşar, koşuşturur. Hatta öyle bir an gelir ki insan, malından ve canından dahi bu uğurda fedakârlıkta bulunur. (Bakara, 207; Tevbe, 111.)

Kısaca insandaki cömertlik, dürüstlük, hayâ, iffet, vefa vb. bütün ahlâkî değerler, Allah sevgisi ve saygısının gönüllerde kökleşmesi ile gelişir ve güçlenir. Nitekim millî şairimiz Mehmet Akif, şu dizelerde bu gerçeği gayet veciz bir şekilde dile getirmektedir:

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfi Yezdân’ın
Ne irfanın kalır tesiri katiyen, ne vicdanın.