Makale

BİR ALTIN HAFIZ’A AĞLARKEN

BİR ALTIN
HAFIZ’A AĞLARKEN…
Doç. Dr. Ahmed ÜRKMEZ
Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İki defa geldim Manisa’ya.
İlki Abdullah’a kavuştuğuma sevinmekle geçti;
ikincisi ise Abdullah’a ağlamakla.

Pırıl pırıl bir çocuktu. Konuşurken gözlerinin içi güler, yürürken koşarcasına heyecanla sekerdi. Bir tutam akı vardı saçlarının üzerinde. “Benim ümmetimin abdestte yıkanan yerleri kıyamet günü atların perçemleri gibi ak olacak.” (Müsned, 13/373-374 (7993); Müslim, Tahare, 39 (584.) buyuran Sevgili Peygamberimizi (s.a.s.) henüz bu hayatta doğrularcasına.

Seksenli yılların Konya’sında birlikte bisiklet sürmüş, doksanların başında Ketenci Hoca’nın sınıfında önlü arkalı hafızlık yapmıştık. Fazlasıyla çalışkandı ve olağanüstü bir performans ortaya koymuştu. Hafızlık işleminin sağlamlığı söz konusuyken süreye asla odaklanılmayan gerçekçi bir atmosferde, sağlamlık-süre dengesini farklı bir boyuta taşımıştı. Okulunu sadece bir yıl dondurarak Ketenci standartlarında hafızlık tamamlamak herkese nasip olmazdı.

Abdullah için önemli bir istisna imkânı oluşturmuştu Merhum İsmail hocamız. Son dönüşte üç veya dört ham sayfa almasına müsaade etmişti. Tıpkı bana, son yedi ayda her gün iki cüz yerine sadece on sayfa tekrar okuyup kalan zamanımda ortaokulu dışarıdan bitirme sınavlarına hazırlanma izni verdiği gibi. Çok çalışmış, aşırı yorulmuş ama bir kalemde tam üç yıl kazanmıştım. Sabah ilk öğrenci olarak on sayfayı hocama aşır gibi okur, ardından öğleye kadar masasının kenarında kalfalık yapar, sonra da müsaade isteyip ayrılırdım. İlk sayfalarını dinlemekle yetinip devamını bana tevdi edecek kadar hocanın güvenini kazanan nadir öğrencilerdendi Abdullah. Ezberini sapasağlam yapar, vaktinde gelip okurdu. Yöntemler üzerine konuşurduk baş başa kaldığımızda. Hafızlıkta gönüllülüğün ve adanmışlığın o yaşta dahi gayet tipik bir örneğiydi.

Aslında iç içe geçmiş bir hikâyeydi bizim hikâyemiz. Ailelerimiz iyi tanışırdı.
Babam elektrik-elektronik, babası ise inşaat mühendisliğinde öğretim üyesiydi. Yaşça iki yıl öndeydim ve hafızlık çalışmamın nasıl gelişeceği, akademik başarımı hangi yönde etkileyeceği sosyal çevremizde yakından takip ediliyordu. Doktor-mühendis kesiminde ablamın imam hatip okuluna giden ilk evlatlardan olmasına benzer bir durumdu hafızlıkta yaşadığım psikoloji. Zordu ve bir o kadar da zevkliydi.

“Ahmed Abi’nin izinden gitmek” konusunda Abdullah Tekin tek örnek sayılmazdı. Son derece değerli kariyerlere sahip ve aslında hayatın akışı içerisinde model aldıkları biçareyi çoktan aşmış harika bir akran grubuyla birlikte ilerliyordu. 2022 yılı itibarıyla çocuk ruh sağlığı profesörü olan Ömer Faruk Akça, fıkıh doktoru Huzeyfe Çeker, Diyanet İşleri Başkanlığı bürokratı Cafer Tayyar Doymaz, Konya’nın saygın iş adamlarından Ömer Karakaş ve niceleri, otuz yıl önce Abdullah’la yakın veya eş zamanlı olarak aynı hafızlık sınıfındalardı.

Yıllar sonra Denizli’de göreve başlayıp tarihçilerin bir kongresi için Manisa’ya yolum düştüğünde onunla yeniden görüşmek istemiştim. Cuma namazı öncesi bulduğum iki saatlik boşlukta, Manisa’nın kalbindeki bürosunda, araya giren belki yirmi yılın ardından buluşmuştuk. O bilinen masumiyetinden hiçbir şey kaybetmediğini görmüştüm. Hâlâ bürosunun duvarında asılı duran hafızlık diplomasındaki fotoğrafı gibi saf ve temizdi. Aradan geçen yıllar beni ilahiyatçı bir akademisyen, onu ise hayırsever bir mühendis ve iş adamı yapmıştı.

Niyetim yarım saat hâlini hatırını sorup kaçmaktı. “Kabul etmem Ahmed Abi; sana şehri gezdireceğim.” deyip ısrar etmişti Abdullah. Beni arabasına bindirip önce yemeğe, ardından şehrin tarihî eserlerini tanımaya götürmüştü. Muradiye’de birlikte kılmıştık cuma namazını.

Her bir ecdat yadigârının bahçesine adım attığımızda o adreste neler yaptığından bahsediyordu şevkle: “Burada bir ramazan hatimli teravih kıldırdım Ahmed Abi. Şurada da iki sene kıldırdım. Ramazana bir ay kala il müftülüğüne dilekçe veriyorum. Uygun olan bir camide kıldırmak istediğimi belirtiyorum. Sonra da büroyu bir aylığına kapatıp hem hafızlığımı tekrar ediyor hem de hatimli teravihimi ifa ediyorum.”

Manisa’da yeni yapılan cami inşaatlarına dair projelerini anlatıyordu. Bir ilim ehlinin yamaçtaki kabrine çıkmıştık yürüyerek; orayı ve civarındaki mescidi nasıl restore edeceklerini yerinde izah etmişti. Şehrin zamanında kötü bir kentleşmeye maruz kaldığından dağın şehirden, şehrin de dağdan görünmesine imkân vermeyecek bir tablonun ortaya çıktığından yakınmıştı.

“Üzülme Abdullah!” demiştim. “Bakarsın genç bir inşaat mühendisi büyükşehir belediye başkanlığına aday olur ve gelip bu çarpık yapılaşmayı düzeltiverir!” Çok hoşuna gitmişti temennim. Her zamanki mütevazı hâliyle başını önüne eğmişti. Bir güzel “estağfurullah” dökülmüştü dilinden.

Şehrin içinde kalan bir kültür merkezinin önünden geçerken binayı gösterip söylediklerini de asla unutamayacaktım: “Geçen yıl burada hadis yarışması ödül töreni yapıldı Ahmed Abi. Benim kızım birinci oldu. Konuşmacı olarak Konya’dan Orhan Hoca’yı (Çeker) davet etmişlerdi. Hediyesini onun elinden aldı.”

19 Şubat 2022 Cumartesi günü öğle ezanına yarım saat kala cenaze namazının kılınacağı Hatuniye Camii’nin avlusunda buldum o değerli evladını. Başkanlık yayınlarından henüz çıkmamış olan ve ömrümün bir bölümünü verdiğim Müsned muhtasarı Mültekâ’yı emanet ettim ona. Başsağlığı diledim; kendisine, sabır timsali babaannesine, derviş ruhlu dedesine, kıymetli amcasına ve diğer sevenlerine.

Avlunun köşesindeki bankta gözyaşı dökerken her şey bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. Kulağıma gelen “De ki: O, Rahman. Biz iman ettik O’na. Ve biz O’na güvendik.” (Mülk, 67/29.) ayetleri apayrı bir anlam ifade ediyordu sızlayan gönlümde. Allah’ın kelamının güzelliğini duymaktan ve manasını düşünmekten öte hangi anlam olabilirdi ki? Kelamullah’ı, arkasından okunduğu –yazmak da söylemek de ne kadar zor!- mevta ile diz dize ezberlemek miydi acaba beni bu kadar sarsan?

Yıllar önce Kayseri-Konya yolunda yanan otobüste ilim yolunda can veren hafızlık arkadaşım Hilmi (Küçükalim) geldi aklıma. En son onun vefatında yaşamıştım ölümle böylesine amansızca bir yüzleşmeyi. Ve o günden itibaren Kıyamet suresini her okuyuşumda kara gözlü, kırmızı yanaklı kardeşimin güçlü sesi çınlamıştı hafızamda. İki cüz arkamdan geliyordu ve sayfayı yan rahlede ezberledikten sonra ilk defa bana dinletmişti: “Hayır! Sığınacak bir yer yoktur! O gün varıp durulacak yer sadece Rabbinin huzurudur.” (Kıyamet, 75/11-12.) Ayetlerin son kelimeleri olan “vezar” ile “müstekarr” arasındaki şedde ve kıraat farkını hatırlatmıştım. “Aman dikkatli ol, hoca çok önemser!” demiştim. “İyi ki söyledin; nasıl kaçmış gözümden!” deyip teşekkür etmişti Hilmi. Ve ne ilginç bir manevi uyum vardı, o gün okuduğuyla hayatının son gününde bize ilan ettiğinin arasında!

Akşamüzeri Denizli’ye aracımla tek başıma dönerken Turgutlu’nun az ötesinde karşıma çıkan iki güvercini de kaydedeyim buraya. Aniden geldikleri tarafa dönmeye kalkışlarını, birisi bunu başarırken diğerinin ön camıma çarpışını. Hayat dolu dupduru bir canın, gözümün önünde tüyleri göğe savrularak birdenbire yitip gidişini…

Belki Abdullah’ı ona, kendimi de şimdilik hayata devam eden ikinciye benzetmeyi düşünebilirdim; eğer ölümün mümin için dünya hayatının sıkıntı ve acılarından kurtulup Allah’ın rahmetine kavuşmak demek olduğunu müjdeleyen bir peygamberim olmasaydı. Ahir zamanın fitne ve fesadıyla bir köşeden diğerine savrulan insanlığın, doğru olanın yapılmasını ve yanlıştan vazgeçilmesini talep etme imtihanını kaybetmek üzere olan dindarların arasından, kelamının altın değerinde bir hafızını çekip kurtarmıştı belki de Rabbi.

Kırk yaşında musalla taşında “hayırsever iş adamı” olarak yâd edilmeyi hak eden Tekin, “ticaretin ve alışverişin kendisini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı” (Nur, 24/37-38.) gerçek kişiliklerin son örneklerinden olmalıydı. Tam da bu yüzden, yaptıklarının en güzellerinin karşılığını Allah’tan fazlasıyla almasını bekleyebilirdik. Kur’an’ı düzgün okuyarak “şerefli, masum, vahiy elçisi meleklerle birlikte” olanların (Müsned, 40/256-258 [24211]; Buhari, Tefsir, [Abese] 1 [4937]; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn ve Kasruhâ, 244 [1862].) zümresinde haşrolmasını en samimi duygularımızla umduğumuz gibi. Ve tıpkı Ahmed b. Hanbel’in hocası İmam Şafi’den, onun da hocası İmam Malik’ten İbn Şihab ez-Zührî kanalıyla naklettiği o muhteşem nebevi beyanda buyrulduğu gibi “Aslında müminin ruhu, cennetin ağaçlarına konmuş bir kuştur. Sonunda, sahibi tekrar diriltildiği gün Allah onu cesedine döndürür.” (Muvatta, Cenâiz, 16 [572]; Nesai, Cenâiz, 117 [2075].)

Nahif bedenini Spil Dağı’nın eteklerindeki Kırtıl Mezarlığı’nda toprağa verdik, hayâ ve iffet timsali kardeşimin. Kur’an’ın nuru ile aydınlanmış ruhunu yapayalnız bırakmamasını hayru’l-vârisînden niyaz eylemek de elimizden gelen son şeydi.

“Bağışla ya Rabbi! Rahmet eyle. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın!” (Müminun, 23/118.)