Makale

PEYGAMBERİMİZ (S.A.S.)’İN, MERHAMETİ VE ÇOCUK TERBİYESİ

PEYGAMBERİMİZ (S.A.S.)’İN, MERHAMETİ VE ÇOCUK TERBİYESİ

Ahmet BALTACI

MERHAMETİ:

Alemlere rahmet olarak gönderildiği beyan edilen Peygamber-i Zîşân Efendimiz, ümmeti için rahmet olduğu gibi bütün insanlar için de rahmet olmuştur, inanmayanların toptan helâk olmayışı ve azablarının te’hir edilişi O’nun duâsı bereketiyledir. O’nun 23 senelik Peygamberlik devresi Saâdet Devri veya Saâdet Asrı diye anılır. İnsanların beşer târihinde bir eşine daha rastlayamayacağı bu devrede Rasûl-i Ekrem’in rahat yüzü görmediği; gece­leri uyumayıp ümmeti için duâ ettiği; gözyaşı döküp istiğfâr ettiği bilinmek­tedir. Ümmetine olan düşkünlüğü Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle haber verilir:

( … )

“Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Size çok düşkündür. O, mü’minleri esirgeyicidir, bağışlayıcıdır”.1

Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kendi isimlerinden olan Rauf ve Rahîm kelimelerini Peygamberimiz hakkında kullanmıştır ki, hiçbir Peygam­ber bu iltifâta mazhar olmamıştır. Hakîkaten ümmetine karşı şefkati çok fazla idi. Duâlarını Cenâb-ı Hak kabûl etmiş ve şu İlâhî müjdeyi vermiştir:

( … )

“Muhakkak Rabbin sana (âhirette bol bol atiyye) verecek de sen de hoşnut olacaksın”.2

Bu İlâhî müjdeye karşı Peygamber Efendimiz de;

( … )

“O takdirde ümmetimden bir kişi dahi azabda iken râzı olmam”3 bu­yurmuşlardır.

Ümmeti hakkında yapmış olduğu duâlarından bir örnek verelim:

( … )

* Son satırdaki (fekale) kelimesi (fekul) olacaktır, düzeltiriz.

(... Rasûl-i Ekrem (S.A.S.), Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsa’nın dulla­rını okuduktan sonra ellerini kaldırdı ve:)

“Yâ Rabbi! Ümmetimi (bağışlamanı dilerim) ümmetimi!...” (diye duâ etti) ve ağladı... Allâhü Zü’l-Celâl Cebrâîl’e:

“Ey Cibrîl! Muhammed’e git; Rabbin, her şeyi en iyi bilendir, seni ağ­latan nedir, diye ondan sor” dedi. Cibrîl, Rasûl-i Ekrem (S.A.S.)’e geldi ve O’na sordu. Hazret-i Peygamber (S.A.S.) de ona söylediğini haber verdi ve

“O, her şeyi en iyi bilendir” (dedi). Cenâb-ı Hak da:

“Ey Cibrîl! Muhammed’e git de deki: Biz ümmetim hakkında seni hoşnud kılacağız ve seni mahzun etmeyeceğiz” buyurdu.4

Peygamber-i Zîşân (S.A.S.) Efendimiz, mü’min olarak vefat eden üm­metinin herbir ferdine ve hattâ günahkârlarına Cenâb-ı Hakk’ın izniyle şe­faat edecek ve onların azabdan kurtulmasına yardımcı olacaktır. Mahşer âle­minin o dehşetli gününde ümmetinin tamâmına şefâat için izin alıncaya kadar kapanmış olduğu secdeden başını kaldırmayacaktır. Nitekim bir hadis-i şerifte;

( … )

“Her peygamberin (ümmeti hakkında) makbul bir duâsı vardır. Her peygamber duasında acele etti. Ancak ben duâmı Kıyâmet’te ümmetime şe­fâat için sakladım. İnşâ-Allah ümmetimden Allah’a şirk koşmayarak ölenler nâil olacaklardır”.5 buyurmuşlardır.

Binâenaleyh âhirette de ümmetinin yardımcısı ve şefaatçisi olacaktır. İnsanoğlu, kendi öz nefsine dahi Peygamberimiz’in ona acıdığı kadar acımamaktadır. Her insaf sâhibi bu gerçeği teslim etmek zorundadır. O’nun va­zifesi, insanların kurtuluşu için çalışmak; gerekirse bu uğurda her türlü ezâ ve cefâlara katlanmak... Bu gerçeği anlamayan Kureyş kavmi uluları amca­sına müracaat etmişler ve:

“Ya yeğenini susturur dâvasından vazgeçirirsin yâhut da iki taraftan birisi yok oluncaya kadar O’nunla da seninle de çarpışacağız” demişlerdir. Bu durumu amcası Peygamberimiz (S.A.S.)’e naklettiği zaman mübarek göz­leri yaşararak şöyle buyurmuşlardır:

( … )

“Amca! Vallahi bu işi terketmem için Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol eli­me koyacak olsalar ben yine onu bırakmam. Allâhü Teâlâ ya onu (bütün cihâna) yayar; ya da bu yolda ölür giderim”.6

Tehdit ve zorla hak dâvâsından vazgeçiremeyeceklerini anlayınca ser­vet, hükümdarlık ve evlendirme teklif ettiler. Onlara cevâben;

“Ben ne servet, ne de satvet peşinde koşuyorum. Beni, Cenâb-ı Hak bütün insanlığa ihtâratta bulunmak için göndermiş bulunuyor… Siz bunları kabul ederseniz dünyâ ve âhiret saâdetine nail olursunuz. Kelimât-ı İlâhiyyeyi reddederseniz aramızdaki dâvayı Cenâb-ı Hak fasletecektir”7 demiştir.

O, her şeyden önce bir Peygamberdir. Halka, Hakk’ı tanıtmak ve onları rızâ-i ilâhiyyeye erdirmek için çalışmaktadır... Bu vazifeye derin bir aşkla kendisini veriyor ve bir tek insanın dahi yanlış yolda kalmasına gönlü râzı olmuyordu. Kendi hayâtına kasteden, elindeki silâhıyla üzerine saldıran düş­manlarının dahi hidâyeti için duâ ediyordu.

Efendimiz’in insanlara karşı ne kadar şefkatli olduğunu görmek isteyen­lere şu âyet-i kerime ne güzel delildir:

“(Habibim) onlar için (dilersen) istiğfar et. (Dilersen) istiğfâr etme. Eğer onlar için yetmiş defa istiğfâr dahi etsen yine Allah kendilerini katiyyen yarlığayacak değildir. Bu böyledir. Çünkü Allâh’ı ve Rasûlü’nü inkâr ile kâfir olmuşlardır. Allah ise fâsıklar gürûhuna hidâyet etmez”.8

Ayet-i kerîme Abdullah b. Übey b. Selül hakkında nâzil olmuştur. Ken­disi münâfıkların reisidir. Ve fırsat buldukça içerdeki ve dışardaki düşman­ları tahrik ederek İslâm’ı yıkmaya çalışmıştır. Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerîfte de;

“Eğer yetmişten fazla istiğfar edilince affolunacağını bilseydim yapar­dım”10 buyurmuştur.

Bu ne âlîcenâblıktır! İnsanlık târihinde bir örneğine daha raslamak mümkün müdür? O’nun bu âlîcenâp hareketi bir kısım münâfıkların İslâm’a ısınmalarına vesile olmuştur. Şu husus katiyyetle söylenebilir: Efendimiz nerede ve nasıl hareket ederse etsin O’nun tek hedefi; insanları küfrün ve dalâletin pençesinden kurtarmak; İslâm’a, saâdet-i dâreyne eriştirmektir. Cenk meydanlarında dahi tek düşünceleri budur. O’nun yanında bir insa­nın hidâyetine vesile olmak, dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha de­ğerlidir. Çünkü Rahmet olarak gönderilmiştir ve insanlara yapılacak en bü­yük iyilik, onların iyi bir kul olmasına yardım etmektir. O’nun bu yüce duy­gularına bir de eşsiz nezâketi eklenince karşısında hangi düşmanı barınabi­lirdi? Düşmanlarını kahreden nokta da bu idi. Muarızlarından birçokları kalblerinde meydana gelen te’sîre karşı koyamamışlardır. Zamanla kendile­ri veya çocukları Müslüman olmuşlardır,

İnsanlardan düşkün, fakir, kimsesiz ve muhtaç olanlara en büyük yar­dımcı O idi. Peygamberliğinden önce haksızlıkla mücadele için yapılan Hılfü’l-Fudûl adıyla anılan anlaşmaya katılmıştır. Cemiyette, aç kalan O’na koşmuş; zulme uğrayan biçâre O’na sığınmış; hakkını alamayan O’na baş­vurmuş ve herkes derdinin dermânını O’nda bulmuştur.

Rasûl-i Ekrem (S.A.S.)’in titizlikle üzerinde durduğu konulardan bir ta­nesi de insanların terbiyesi (eğitilmesi) konusudur. Genellikle insanların ve bu meyanda çocukların terbiyesi konusunda da merhamet ve şefkati esas olarak almıştır.

PEYGAMBER EFENDİMİZ VE ÇOCUK TERBİYESİ:

Çocuk terbiyesi asırlar boyunca insanlığı en çok meşgul eden mühim bir konudur. Şekli üzerinde görüş ayrılıkları’olmakla beraber lüzumunda ve milletlerin bekası için zarûri olduğunda ittifak edilmiştir. Omuzlarında so­rumluluk duyan herkes bu konu ile ilgilenmiş; sonraki nesilleri yetiştirmek­te i’tina göstermiştir. Çeşitli terbiye ve eğitim sistemleri var ise de bugüne kadar değerini koruyabilen tek sistem İslâm dini’nin getirmiş olduğu ter­biye sistemidir.

Araplar İslâm’dan önce her bakımdan dünyânın en geri milleti idi. Kendini idâre edemeyen bu milletin İslâm terbiyesini aldıktan sonra dün­yayı idâre edebilecek bir hale geldiği; ahlâk bakımından çok düşük bir se­viyeden fazilet örneği olabilecek bir dereceye yükseldiği görülmüştür.

Terbiye, milletlerin geleceğinin garantisidir. Terbiyede yanlış bir tatbi­kat milletin istikbâlini tehlikeye atmaktan farksızdır. Nitekim eğitimi öğren­cilere bazı konularda, yalnızca bilgi vermek tarzında anlaşılıp ahlâk konusu­na önem verilmediği takdirde milletlerin başına nice gaileleri, bizzat kendi çocukları açmışlardır. Ahlâk konusunda kendisini sorumlu kabul etmeyen ve o tarz terbiyeyi klâsik diye kınayanlar, hizmet etmekle mükellef oldukları milletlerine kötülük yapmış olurlar. Ahlaktan yoksun ilim, insanlık için bir tehlikedir. Onun faydalı hale gelebilmesi için ahlâkla birleşmesi şarttır. İlmin, fen ve tekniğin fena niyetle birleşmesi ise insanlık için tehlikelerin en büyüğüdür. Bu gerçeği acı misâllerine rağmen hâlâ göremeyenlerin bu­lunuşu cidden üzücüdür. Rasûl-i Ekrem (S.A.S.) Cenâb-ı Hakk’a duâ ederken;

( … )

“Yâ Rabbi! Faydasız ilimden, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duâdan Sana sığınırım”10 buyurmuş olması çok mani­dardır. İlim ve tekniğin ahlâk mefhumu tanımayan bir insanın eline geçme­si; hunhar bir katilin eline verilmiş en modern silahtan çok daha tehlikelidir. Ahlâkın tek dayanağı vardır, o da dindir. (Dine önem vermeyen kimsede ahlâk aramak abesle iştigâl etmekten başka bir şey değildir ve sonu mutla­ka hüsrandır.)

İnsanlık, Cenâb-ı Hakk’ın Peygamberi vasıtasıyla gönderdiği terbiye sis­temine dönmekten başka çare olmadığını er-geç anlayacaktır. Bugünün geli­şen ilim ve tekniği, temeli hak dine dayanan sağlam bir ahlâk anlayışıyla elele vermedikçe insanlığın istikbâli parlak görülmemektedir. Eğitimde ahlâ­ka ve dine yer vermemek, insanın kendisini inkâr etmesidir. Zirâ Cenâb-ı Hak insanı fıtraten dindar yaratmıştır. Onun için temeli dine dayanmayan bir çocuk terbiyesi düşünülemez. Çünkü daha doğuştan dindar olacak kabi­liyette yaratılan insana en uygun gelen terbiye sistemi de budur. Bu sistem, kaynağı ilâhî olmasından dolayı orijinalitesini ve yeniliğini hiç kaybetmemiştir. İlâhî olan bu terbiye sistemi insan tabiatına en uygun sistem olduğundan de­ğerini de hiçbir zaman kaybetmeyecektir. Din-i İslâm kıyâmete kadar baki olduğu gibi O’nun getirdiği terbiye sistemi de kıymet ve değerini aynen muhafaza edecektir.

İSLÂM’DA TERBİYE VE DAYANDIĞI TEMELLER:

İnsanı kemâle erdiren, Cenâb-ı Hakk’ın ve yaratıklarının yanında değe­rini arttıran nesne güzel ahlâktır. Resûl-i Ekrem (S.A.S.) Efendimiz esâsen güzel ahlâkı, insana sonradan ârız olacak bir sıfat olarak değil de, insanda bulunması normal ve bir bakıma zarûri bir unsur olarak kabûl eder. İslâm dininin en başta gelen özelliklerinden birisi ahlâka çok büyük önem ver­mesidir. Hattâ Peygamber (S.A.S.) İslâm dinini güzel ahlâk olarak tarif etmiş ve bir hadis-i şerîfte de;

( … )

“Mü’minlerin iman yönünden en olgunu, ahlâk cihetinden en güzel olanıdır ve sizin hayırlı olanlarınız, hanımlarına karşı hayırlılarınızdır”11 bu­yurmuşlardır.

İyi bir mü’min olabilmek için ahlâk mühim olduğu gibi, olgun bir insan olabilmek için de öyledir. Mevlânâ şöyle der:

( … )

“Âdemoğlunun eğer edebden nasibi yoksa insan değildir. (Zirâ) in­sanla hayvanın farkı edebden ibârettir”.

Müslümanların güzel ahlâkı, İslam’ın yayılmasında kılıçtan daha te’sirli olmuş­tur. İslâm târihinde şahısların olduğu gibi milletlerin de İslâm’a girmelerinde Müslümanların güzel ahlâklarının önemi büyüktür. Memleketler kılıçla fet­hedilmiş olsa dahi gönülleri dâimâ güzel ahlâkı, adaletleri ve insâni muâmeleleri fethetmişlerdir.

İslâmiyet’te soy-sop güzelliği ile tefâhur etmek yasak edilmiştir. Değer ittikaya göredir.

Peygamber (S.A.S.) Efendimiz;

( … )

“Ey Ebû Zer, tedbirli olmak gibi akıllılık; yasaklardan kaçmak gibi takvâ ve güzel ahlâk gibi soy-sop olamaz”12 buyurmuşlardır. Binâenaleyh her­kes iyilik yaptığı zaman kendi lehine, fenalık yaptığı zaman da kendi zararınadır.

Güzel ahlâk, İslâm’da erişilmesine çalışılan bir gayedir. Terbiye de, onu elde etmenin yoludur. Gayeye vâsıl olmak için terbiye yolundan geçilecek­tir. Nebatların ve hayvanların dahi terbiye ile ıslâh edildiği ve daha verimli hale getirildiği düşünülürse insanlar için terbiyenin önemi kendiliğinden meydana çıkmış olur.

Dinimizde hiçbir şey faydasız yere emir veya yasak edilmemiştir. Em­redilen her şeyde mutlaka büyük bir hikmet ve yapanlar için birtakım fay­dalar vardır. Yasaklarda da, irtikâp edenler için birtakım zararlar... Terbiye konusu da dinimizin emrettiği bir husustur. Âyet-i Kerîme açıktır:

( … )

“Ey iman edenler! Gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateş­ten koruyun ki, onun yakacağı insanla taştır. (O ateşin) üzerinde iri göv­deli, şer tabiatlı melekler vardır ki, onlar Allah’ın kendilerine emrettiği şey­lere asla isyan etmezler. Ne memur edilirlerse yaparlar”.13

Kişinin ehli; karısı, çocukları, kardeşi, hizmetçisi gibi kimselerdir. İnsa­nın ehline karşı yapmakla mükellef olduğu husus nafakasından ibaret olma­yıp, nasihat etmek, ilim öğretmek ve terbiyesine dikkat etmekle de mükel­leftir. Hz. Ali (R.A.) bu âyet-i kerimeyi nefsinde “Ehlinize hayır öğretiniz ve onları terbiye ediniz”14 diye tefsir etmiştir. Kâsânî merhum da azabdan ko­runmakla emredilen (ehl) in târifinde şöyle der: “Ehil, hakikatte kişi ile sevgi bağı ve rûhî alâkası olan kimselerdir. Bağlılığı olan kimseler, zarûrî olarak dünyâ ve âhirette onunla berâber olacaklardır. O halde insan, nefsi­ni koruduğu gibi onları da azabdan koruması icâbeder. Aynı şekilde, beraber haşrolunacağı için dost ve arkadaşlarını da (elinden geldiği kadar) koruması gerekir. Çünkü kişi sevdiği ile berâber hasrolunacaktır”.15 İbn Ab­bas (R.A.) da âyetin tefsirinde şöyle söyler: Cenâb-ı Hakk’a itâat ediniz. Yasak ve isyandan sakınınız. Evlâdınıza da emirlere uymasını; yasaklardan kaçmasını emrediniz. İşte sizin için de, evlâdınızı ateşten koruma budur”.16 Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz kendinizden mes’ulsünüz. Emir, insanlar üzerine çobandır, sürüsünden mes’uldür. Erkek, âile efradı üzerinde bir ço­bandır, onlardan mes’uldür. Kadın, kocasının evi ve çocuğu üzerinde çoban­dır, onlardan sorumludur. Köle, efendisinin malının çobanıdır, ondan mes’ul­dür, dikkat ediniz! Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz”.17

Netice olarak diyebiliriz ki; evlâdının terbiyesine ihtimam göstermeyen kimse, dolayısıyla onu eliyle ateşe atmış demektir. Bu ihmâlin cezasını ken­disi de, evlâdı da çekecektir. Beraber yaşadığı cemiyet fertleri de zarar gö­recektir. O halde; büyüklerin küçüklerine, bilenlerin bilmeyenlere, öğretmen durumunda olanların öğrencilerine terbiye vermesi bir zarurettir.

Terbiyede dikkat edilmesi gereken noktalan şöyle sıralayabiliriz:

a) Terbiye, çocuk ana rahmine düştüğünden itibaren hayâtı boyunca devam eden ve türlü şartlar gözönünde tutularak uygulanan bir eğitim tar­zıdır. Her çocuk iyilik ve fenâlığa kabiliyetli olarak yaratıldığından, ona, terbiye ile şekil verilecektir. Her çocuğun iyi bir insan olabileceği; peşin hükümlerden uzak; sabırlı, teennili ve çocuğun yaşlara göre psikolojik durumları da hesaba katılarak çalışılmalıdır.

b) Çocuğun ana rahmine düşerken yapılacak vazife, Peygamber-i Zişân (S.A.S.) tarafından şu hadisle beyan edilir;

( … )

“Ailesine yaklaşan kimse: Senin adınla başlarım! Yâ Rabbi, beni şeytan­dan ve şeytanı da beni faydalandırdığın şeyden uzaklaştır! diye duâ eder ve bu yaklaşmadan bir çocuk meydana gelirse şeytan ebediyyen ona zarar vermez”.18

O halde çocuğun meydana gelmesine vesile olan yakınlaşma, Allah’ın adı ile ve O’na dua ederek yapılmalıdır. Bu durum çocuğun ilerde bazı teh­likelerden korunmasına vesile olacaktır.

c) Çocuğa verilen gıda mutlaka helâl olmalıdır. Buna da ana rahmine düştüğünden itibâren başlamalıdır. İnsan vücûdunun gelişmesi, kuvveti, hücrelerinin teşekkülü, yediği gıdadan meydana gelir. Kazanca dikkat edil­mediği takdirde diğer bütün çalışmalar akamete uğrayabilir. Arpa ektikten sonra o tarladan buğday elde etmek için çalışmalar yapılması boşuna bir gayrettir. O halde çocuktan iyi fiillerin meydana gelmesi ve yapılacak ça­lışmaların semereli olması için temiz gıda yedirmeli, damarlarında dolaşan kanın bir zerresinin dahi haramdan olmamasına dikkat etmelidir. Âyette;

“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden (helâl ve temiz olanlarından) infak ediniz”19 buyurulması câlib-i dikkattir.

d) Çocuğa anne karnında iken zarar verecek içki gibi fena itiyatlar ve bir kısım irsî hastalıklardan anne ve babanın korunması gerekir.

e) Çocuk doğunca güzel bir ad vermelidir. Adı çocuğa bir hedef ol­malı; çocuğu, “Ben adıma lâyık olayım” diye düşündürmelidir. Bundan do­layı verilen ismin hem mânâsının güzel olması ve hem de Allah yanında sevgili bir insanın ismi olması çok faydalıdır. Moda diye mânâsız isimler koymak evlâda karşı yapılması icâbeden bir vazifenin terk edilmeşinden başka bir şey değildir.

f) Çocuk konuşmaya başladığı zaman iyi şeyler öğretmek ve yanın­da güzel şeyler konuşmak gerekir. İyi şeyler söylediği zaman çocuğu takdir etmeli, fena şeyler söylediğinde sabırla uğraşarak bertaraf etmelidir. Alış­kanlığın önemini herkes takdir eder. Çocuğu nezâketli bir konuşmaya alış­tırmak mühim bir muvaffakiyettir. Resûl-i Ekrem (S.A.S.)’i, Kur’ân-ı Kerîm’in “Üsve-i hasene = Güzel örnek”; Hz. Âişe (R.A.)’nin de, O’nun ahlâkının “Kur’ân” olduğunu beyan etmesi düşündürücüdür. Bu, tebliğ ve telkin bu­yurduğu Kur’ân-ı Kerîm’i nefsinde tatbik ettiğinin bir ifâdesidir... Muvaffak olmak isteyenler aynı metodu benimsemek zorundadırlar. Çünkü insanlar âile ve yakın çevresinin te’sîrinden kolay kolay kurtulamazlar. Hulâsa, çocu­ğun yapması arzu edilen bütün hareketleri baba ve annelerin yapması; iste­medikleri davranışları öncelikle kendilerinin terk etmesi icâp ettiği kabûl edilmelidir.

g) Çocuk 7 yaşına geldiği zaman kendisine namaz emredilecektir. Na­mazla emretmek için de namazın kılınması ve namazda okunacak şeylerin öğretilmiş olması lâzımdır. “Daha küçük, ilerde kılar” dememelidir. Kendi çocukları da olsa hiç kimse onlara Resûl-i Ekrem’den daha şefkatli olamaz. Sevgisini aşılamak şartıyla, küçükten alıştırmanın önemi büyüktür. Büyüdük­ten sonra babasının namaz husûsundaki tavsiyelerine uymayan çocuklar vebâlde yalnız değildirler. Küçükten alıştırmayan anne-babası da vebâlde dâ­hildir.

h) Terbiyede konunun benimsetilmesi; inandırılıp sevdirilmesi muvaf­fakiyete götüren yollardan birisidir. Terbiyenin baskı ile etkili olması veya bu etkinin devamlı olması mümkün değildir. Eğitime tabi tutulan, nihayet bir insandır. Akıl ve düşünce sahibidir. Binaenaleyh o; fikren doyurulmuş; konunun faydalı olduğunu kabul etmiş ise, eğitim faydalı ve devamlı olabilir. Birçok kimselerin çalışmalarının faydasız kalışı, bu noktaya dikkat edilmeyişindendir. Terbiye edilen, fakat inandırılamayan insandan fazla bir şey bek­lenemez.

ı) Terbiyede dikkat edilecek bir nokta da, ilimle müşterek olmasıdır. Yâni terbiyenin talimle beraber yürütülmesidir. Bir bakıma terbiye, dinî ve ilmî gerçeklerin tatbikatıdır denebilir. İlk emri “Oku!” diye başlayan bir dinin, getirdiği terbiye sisteminde ilme gereken önemi vermesi tabiîdir. Nitekim ilim öğrenmenin beşikten başlayıp mezara kadar devam etmesini, gerekirse bu uğurda en uzak beldelere gidilmesini ve faydalı şeyleri (hik­meti) mü’minin nerede bulursa alması gerektiği esasları prensip olarak ka­bul edilmiştir. İlmin faydalı olabilmesi için, tatbik edilmesi şarttır. İşte ter­biye diğer bir tâbirle, öğretilen faydalı bilgilerin nazariyatta kalmayıp amelî hayâta girmesidir de denebilir. Öğrencilerine yalnızca bilgi öğretmeyi ye­gâne vazife kabûl eden eğitimci ile aynı yanlış kanaatte olan ebeveynler hatalarının cezalarını içinde yaşadıkları topluma çektirmektedirler. Tahsil sırasında ahlâkı üzerine eğilmeyen ve üstelik kötü örnek olup küçüklerin ya­nında hareketlerine dikkat etmeyenler feci bir şekilde yanıldıklarını er geç anlayacaklardır.

j) Eğitici ve öğreticilerin eğitilenlere iyi bir örnek olmaları zarûreti vardır. Küçükler, çoğunlukla büyüklerine özenir ve onları taklid ederler. İstisna durumlar hariç, ekseriya küçükler sevdikleri kimselerin kopyası du­rumundadırlar. Onun için bütün davranışlarında örnek olduklarını, çocuğun yapması istenilmeyen hareketleri mutlaka terk etmesi icâb ettiğini eğiticilerin kabul etmeleri zaruridir. Kötü örnek olmak, çocuğa fiili ile kötülüğü telkin mânâsına gelir. Sözle yapılan öğütlerin de değerini azaltır.

k) Terbiyede şiddet ve zor yerine rıfk ve mülâyemeti esas almalıdır. Şiddetle meseleyi halledeceğini zannetmek yanlıştır. Bâzı hallerde ona da ihtiyaç olabilirse de, makûl ölçüleri aşmamak lâzım gelir. Lüzumsuz yere şiddet, çocuğu isyâna teşvik edebilir. İnsan terbiyesinin zorluğu da buradadır. Her konuda olduğu gibi bu bakımdan da Rasûl-i Ekrem (S.A.S.)’e tabi ol­mak gerektir. Enes (R.A.) haber veriyor:

“Rasûl-i Ekrem (S.A.S.), ahlaken insanların en güzelidir. Beni bir gün bir işe gönderdi. Gönlümden, gönderdiği yere gitmek istediğim halde ben O’na;

— Gitmeyeceğim, dedim. Dışarı çıktım. Sokakta oynamakta olan ço­cukların yanına uğradım. Bir de baktım ki, Rasûl-i Ekrem (S.A.S.) omuzum­dan tutmuş... Yüzüne baktım, gülümsüyordu. Dedi ki:

— Küçük Enes, söylediğim yere gittin mi? Ben de:

— Gideceğim yâ Rasûlâllah, dedim ve gittim...”.20

“Gitmeyeceğim” deyişine kızmadığı gibi, gitmeyişine tebessümle mu­kabele gösteriyor. Fakat sonunda Enes (R.A.) içinden gelerek, seve seve gidiyor. Efendimiz (SAS.) bu prensipten hayâtı boyunca hiç ayrılmamıştır. Enes ibn-i Mâlik (R.A.)’in şu sözleri de câlib-i dikkattir (Küçük yaşında ba­bası vefat etmiş ve annesi Ebû Talha ile evlenmişti):

“Rasûl-i Ekrem (S.A.S.) Medine’ye geldiği zaman, (babalığım) Ebû Talha elimden tutup beni Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’e getirdi:

— Yâ Rasûlâllah, Enes akıllı çocuktur. Sana hizmet etsin, dedi.

Enes (R.A.) der ki:

— Hazarda ve seferde 10 sene hizmet ettim. Yemin ederim ki, yaptı­ğım bir şeyden dolayı, (Şunu niçin şöyle yaptın?); yapmadığım şeyden dolayı da, (Şunu niçin böyle yapmadın?) dememiştir”.21

Herkes tarafından sevilmesinin hikmeti buradadır. Hayâtında kalp kır­mamış, hakaret lâfızları kullanmamış, işlerini dâimâ tatlılıkla halletmiştir. Şu hadis-i şerîf O’nun kaide olarak koyduğu bir esastır:

( … )

“Rıfkın bulunduğu yerde ziynet, bulunmadığı yerde uğursuzluk vardır”.22

Rıfk, bulunduğu yere ziynet getirir. O çekilince yerini çirkinlik alır.

I) Çocuklara tatlı söz ve güler yüzle şefkat göstermek gerekir. Sevgi­sini ve şefkatini belli etmemek veya sevmez görünmek yanlış bir davra­nıştır. Zaman zaman çocukların ailesinden kaçmasının sebebi, çoğu zaman devamlı şiddet ve baskılardır. Çocuk sevilmediği kanaatine vardığı takdirde kendisi de büyüklerini sevmeyecek ve belki de firara teşebbüs edecektir. Çocuklara şefkatli muâmele, zaman zaman onlarla latifeleşmek Efendimiz (S.A.S.)’in sünnetidir. Önemine binâen bu konuda birkaç örnek verelim:

“Rasûl-i Ekrem (S.A.S.) Hz. Hüseyin (R.A.)’i sırtlarına bindirmişlerdi. Bunu gören biri:

— Ey çocuk! Üzerinde bulunduğun binit de ne güzelmiş, der.

Hz. Peygamber (S.A.S.) de;

— Ya binen ne kadar güzel... buyururlar”.23

Bera b. Azîb (R.A.) de şu hadis-i şerîfi rivayet eder:

“Ben Rasûl-i Ekrem’i gördüm. Hasan (R.A.)’ı omuzlarına almış, şöyle diyordu:

— Yâ Rabbi! Ben onu seviyorum, Sen de sev”.24

Çocuğa şefkat ve sevgi göstermek, onunla oynamak terbiyesi bakımın­dan faydalı olduğu gibi katı kalpli kimselerin kalblerinin yumuşaması için de faydalı görülmüştür.

Ebû Hüreyre (R.A.) den:

“Bir kimse Rasûl-i Ekrem (S.A.S.)’e, kalbinin katılığından şikâyet etti. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:

— Yetimin başını okşa, fakirlere yemek yedir”.25

Bu hususta rivâyet çok ise de Peygamberimiz’in şu iki hadisini de ha­tırlayalım:

Ebû Hüreyre (R.A.) den:

“Hz. Peygamber (S.A.S.) Hasan b. Ali (R.A.)’yi öpmüştü. Yanında da Teym kabilesinden Akra’ b. Habis (R.A.) oturmakta idi.

— Benim on tane çocuğum var; hiçbirisini öpmedim, dedi. Hz. Pey­gamber ona baktı ve

— (İnsanlara) merhamet etmeyene (Cenâb-ı Hak tarafından) merha­met olunmaz, buyurdular”.26

“Üsâme b. Zeyd (R.A.) dedi ki: Hz. Peygamber (S.A.S.) beni tutar di­zine oturtur, öteki dizine de Hasan (R.A.)’ı alır; sonra dizlerini birleştirir şöy­le dua ederdi:

— Yâ Rabbi! Ben bunlara acıyorum. Sen de merhamet et...”.27

m) Çocuklara tatlı tatlı nasihatten geri kalmamalıdır. Yaşı, tahsili ne olursa olsun, insanoğlunun baba ve hoca nasihatına ihtiyâcı vardır. Peygam­ber Efendimiz’in “Din nasihattir” buyurmasının hikmeti budur. Fakat bu nasihatı yalnız sözle değil, hareketleriyle de yapması iktiza eder. Hz. Lokman’ın çocuğuna nasihatini Kur’ân-ı Kerim şöyle zikreder:

“Oğulcağızım! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir­meğe çalış... İnsanlardan (kibirlenip) yüz çevirme. Yeryüzünde şımarık yü­rüme. Zirâ Allâhü Teâlâ her kibir taslayanı, kendini beğenip övüneni sevmez. Yürüyüşünde mûtedil ol. Sesini alçalt...”.28

n) Çocukları için ebeveynin duâ etmesi lâzımdır. Ebeveynin evlâdına yaptığı duâ, Peygamber’in ümmetine yaptığı duâya benzetilmiştir. Hz. Pey­gamberin bazı duâlarını yukarıda zikretmiştik. Hulûs-i kalble çocuklarımı­zın iyi bir insan olması için seher vaktinde, namazlardan sonra hep duâ etmek icap eder.

o) Çocuk terbiyesinin maddi cephesini de ihmal etmemek gerekir. Yi­yecek ve giyeceğini temin etmek; bedenini hastalıktan korumak, zinde ve kuvvetli olarak yetiştirmek, helalinden rızık kazanacağı bir yola delâlet et­mek, vakti gelince sünnete uygun bir şekilde evlendirmek...

p) Onları kötü huy, itiyat, fena arkadaş ve zamanın zararlı cereyan­larından korumalıdır. Çocuğu bilgili ve şuurlu bir şekilde yetiştirmek için hazırlıklı bulundurmak lâzımdır. Okuma ihtiyacında olan çocuğa faydalı ki­taplar almak ebeveyn için bir zarurettir. Kendisini ve haklı davasını müdâ­faa edebilecek bir nitelikte olmasını temin etmelidir.

Terbiye çok cepheli, zor ve büyük sabır isteyen bir iştir. Her vesileden faydalanmak, zararlı her türlü tehlikeden korunmak şarttır. Çevresini, dav­ranışını, arkadaşlarını, zevkini, ahlâk, inanç ve ibâdet durumlarını her an murakabe edip en isâbetli şekilde zamanında müdahale edilmelidir. Bu mev­zu, çok kafa yorulması gereken, sorumlu kimselerin uykularını kaçıracak kadar önemlidir. Harp kazanacak bir kumandanın basiret ve tedbiri kadar bir terbiyeci de ne yapacağını bilmelidir. İyi evlât Kur’ân-ı Kerîm’de ziynet olarak, hayırlı olmayanları ise, ebeveyn için düşman ve fitne olarak tanıtı­lır. Çocuk anne babaya tevdî edilmiş bir emânettir, onun fıtratındaki temiz­liğini artırmağa çalışmak lâzımken hiç değilse bozmamak icâbetmez mi? Bunu ihmâl eden sorumlu kimse emânete riâyet etmemiş olur. Kâr etmek isteyen bir tâcir dahi düşünmek zorundadır. Hassas ve çok dikkat isteyen bir konu olması hasebiyle yapılacak en küçük hareketi dahi düşünmeden yapmamak en sâlim yoldur. Babanın evlâdına bırakacağı en güzel miras, güzel ahlâk ve ilimdir.

Çocuğuna miras olarak servet bırakamayan baba mesul olmayacak, fakat ahlâk ve zarurî bilgileri öğretmeyen babalar sorguya çekilecektir. Sonra, ilim, peygamberlerden insanlara kalan bir mirastır. Mal ise, herkes­ten kalabilir.

Çocuk terbiyesi çocuklara menfaatli olduğu gibi, baba, anne ve öğret­men için de en büyük bir kazanç vesilesidir. Sâlih bir evlât yetiştiren veya ilim öğreten kimseler ölseler dahi, bu kazançlarının mânevî ecrinin devam edeceği hadis-i şerifte beyan edilmiştir:

“İnsanoğlu ölünce ameli (sebebiyle kazandığı mükâfâtı) kesilir. Ancak üç kişi (nin devam eder): Sadaka-ı câriye (yapan); ilminden faydalanılan ve kendisine duâ edecek bir (sâlih) evlât yetiştiren (kimselerin amel def­terleri kapanmaz)”.29

Her namazın sonunda okunan şu duâ ne kadar güzeldir:

( … )

“Ey Rabbim! Kıyamet gününde beni, ana ve babamı ve bütün iman edenleri bağışla!”.30 Namaz kılan herkes bu duâyı namazın sonunda oku­maktadır. Çocuğuna namaz kılmayı öğreten ve alıştıran baba ve anne için evlâdı böyle duâ etmektedir. Onun için böyle bir evlada sahip olan insan­dan daha bahtiyar bir kimse düşünülemez.

Çocuklarımızla birlikte neslimizden de daimâ Müslümanların gelmesi için çalışmalı ve dua etmeliyiz. Bir Peygamber olduğu halde Hz. İbrâhim (A.S.) Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvarıyor:

( … )

“Ey Rabbim! Beni dosdoğru namaz kılmakta berdevam et. Zürriyyetimden de (böylece namaz kılanlar yarat). Ey Rabbimiz, duâmı kabûl et”.31

Hz. İbrahim ve oğlu İsmâil (A.S.) Kâbe’nin inşâsı bitlikten sonra beraberce şöyle duâ ederler:

( … )

“Ey Rabbimiz! İkimizi de Sana teslimiyyette sabit kıl. Soyumuzdan da

(yalnız Sana boyun eğer) Müslüman bir ümmet (yetiştir)”.32

Yâ Rabbi! Çocuklarımızı sâlih; bizleri razı olduğun insanlardan eyle!...

_______________________________________

(1) Tevbe Sûresi, Âyet: 128.

(2) Duhâ Sûresi, Âyet: 5.

(3) Ahmed Es-Sâvî, Sâvî ale’l-Celâleyn, cüz 4, s. 329.

(4) Hâfız El-Münzirî, Muhtasar-ı S. Müslim, Kuveyt 1969, s. 35, Hadîs No. 96.

(5) Aynı eser, s. 35, Hadîs No. 95.

(6) İbn-i Hişâm, Sîretü’n-Nebî, Kâhire, c. 1, s. 278.

(7) Mevlânâ M. Ali, Peygamberimiz, İstanbul 1341, s. 90.

(8) Tevbe Sûresi, Ayet: 80.

(9) Ahmet Es-Sâvî, Sâvî ale’l-Celâleyn, s. 2, s. 191.

(10) Ş. Mansur Ali Nasıf, Et-Tâc, Kâhire 1962, c. 5, s. 125.

(11) Muhyiddîn Ebû Zekeriyyâ, Rîyâzü’s-Sâllihîn, Kahire 351, s. 257.

(12) Hâfız El-Münzirî, El-Tergîb-ü ve’t-Terhîb, Mısır 1955, c. 3-5, s. 405.

(13) Et-Tahrîm Sûresi, Âyet: 6.

(14) S. Ali Mahfuz, Hidâyetü’l-Mürşidîn, Kâhire 1952, s. 470.

(15) İ. Hakkı Bursevî, Rûhü’l-Beyân, c. 8, s. 59.

(16) S. Ali Mahfuz, Hidâyet ü’l-Mürşidin, Kâhîre 1952, s. 469.

(17) Hâfız El-Münzirî, Muhtasar-ı S. Müslim, Kuveyt 1969, s. 88, Hadîs No. 1201.

(18) Zeynüddîn Ahmed b. Ahmed Ez-Zebîdî, Muhtasar-ı S. Buhârî, Hadîs No. 1812.

(19) Bakara Sûresi, Âyet: 267.

(20) Mansur Ali Nâsıf, Et-Tâc, Kâhire 1962, c. 3, s. 242.

(21) Aynı eser, s. 241.

(22) Ebu’l-Hüseyn, Müslim b. Haccâc, Sahîh-i Müslim, İstanbul 1333, cüz 8, s. 22.

(23) Mansur Ali Nâsıf, Et-Tâc, Kâhire 1962, c. 3, s. 360.

(24) Aynı eser, c. 3, s. 357.

(25) Hâfız El-Münzirî, Et-Tergîb-ü ve’t-Terhîb, Mısır 1955, c. 3, s. 349.

(26) Mansur Ali Nâsıf, Et-Tâc, c. 5, s. 7.

(27) Aynı eser, c. 5, s. 7.

(28) Lokman Sûresi, Ayet: 17-19.

(29) Hâfız El-Münzirî, Muhtasar-ı S. Müslim, Hadîs No. 1001.

(30) İbrâhîm Sûresi, Ayet: 41.

(31) İbrâhîm Sûresi, Ayet: 40.

(32) Bakara Sûresi, Ayet: 128.

__________________________________________

NA’T-I ŞERİF1

Bürüyüp dîde-i İm’ânımı gaflet remedi

Bent sevk etti reh-i ma’sıyete diyv-i redi

Aman Allâh içün ey fahr-i Cihân-ı Ebedî.

Koyma vâdi-i dalâlette bu âsî-i bedî.

Sedde-i merhametindir dilimin müstenedi.

“Meded ey kafile sâlâr-ı Rusûl huz biyedî!”2

Kulunu meyl-i hevâ çekdi serâser bende,

Kolları bağlı esîr oldum efendim ben de.

Başkasından olamam feyz-u meded hâhende

Cümle ümmîdim eyâ Şâh-i Risâlet! Sende.

Olmuşum Bâr-i geh-i şefkatine efkende.

“Meded ey kafile sâlâr-ı Rusûl huz biyedî!”

İttibâ’ eyleyerek nefsime oldum gümrâh,

Kendime zulm-ü sarîh eyledim eyvâh eyvâh.

Şimdi nâdim olarak etmedeyim nâle-vü âh.

Ah ile girye ile geldim eyâ Şâhenşâh!

Eydi-i fakrimî açdım sana şey’en li’llâh.

“Meded ey kafile sâlâr-ı Rusûl huz biyedî!”

Lâkab-ı âtıfetin şâfi-i rûz-i Arasat,

Dergeh-i mekremetin cây-i emanbahş-i usât.

Leb-i lâ’linde dil-i mürde için Âb-ı Hayât

Cünbüş-i gamzene vabeste serrâh-i necât.

Bir nazar kıl bana da yâ men aleyhi’s-salevât.

“Meded ey kafile sâlâr-ı Rusûl huz biyedî!”

Merhamet eyle de mağfûr-u kebâir olayım,

Meded-i lûtfun ile ehl-i besâir olayım,

Feyz-i pâkın ile âgâh-ı serâir olayım.

Mahlasım mislî hakîkatde de tâhir olayım.

Dem-bedem mısrâ-i âtî ile zâkir olayım.

“Meded ey kafile sâlâr-ı Rusûl huz biyedî!”

TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ

_____________________________________

(1) Beyânü’l-Hak mecmuasından alınmıştır.
(2) Bu mısrâ Hz. Üftâde’den muktebestir.
Mânâsı: “Ey Peygamberler kafilesinin kumandanı elimden tut, yardım et” demektir.