Makale

Atalar Geleneğine Karşı Tevhid Geleneği

Atalar geleneğine karşı
Tevhid geleneği
Doç. Dr. Hülya Alper
M.Ü. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

Geleneğe karşı nasıl bir tutum geliştirmeliyiz? Bir şeyin pozitif bir değer verilerek kabul görmesi için gelenekte bulunması yeterli midir? Veya tam aksine gelenek ve geleneksel olması bir şeyin olumsuzlanıp reddedilmesi için yeter sebep midir? Ya da geleneğe tamamen karşı çıkmayan, ama onun sınırları içine de hapsolmayan üçüncü bir durumdan bahsedilebilir mi?

Gelenek üzerine düşünmeye başladığımızda yukarıdaki gibi onlarca sorunun gündeme gelmesi tabiidir. Ancak bu soruların doğru cevabının bulunabilmesi için öncelikle “hangi gelenek” sorusunun aydınlatılması gerekir. Her ne kadar bütünüyle geleneği kutsayanlar veya onların tam aksine bir hususu reddetmek için gelenekte olmasını kâfi görenler bulunsa da aslında bir şeyin gelenekte yer alması ya da gelenek hâline gelmesi, onun iyi veya kötü şeklinde nitelenmesi için yeterli değildir. Bu sebepledir ki “hangi gelenek?” sorusuna cevap aramak öncelikli ve anlamlıdır.

Kur’an-ı Kerim’in geleneğe karşı yaklaşımının doğru tespit edilebilmesi için de öncelikle bu sorunun cevabını vermek zorunludur. Nitekim Kur’an’da bir taraftan atalar geleneğine uyma eleştirilirken diğer taraftan tevhid geleneğine, bir başka ifadeyle İbrahimî geleneğe tabi olunması istenmektedir. İlâhi vahiy incelendiğinde görüleceği gibi, Kur’an’ın bütününde hak ve bâtıl çatışması konu edinilmekte, böylece bir bakıma iki farklı gelenek ele alınarak insanlar hak, sahih ve doğru geleneğe uymaya davet edilmektedir. Dolayısıyla Âdem aleyhisselâmdan beri tarih boyunca süregelen hak-bâtıl, iyi-kötü, tevhid-şirk mücadelesini iki farklı geleneğin mücadelesi olarak da yorumlamak mümkündür. Bu gerçeğe işaret eder bir biçimde bu yazının başlığı “Atalar Geleneğine Karşı Tevhid Geleneği” şeklinde isimlendirilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de peygamberler ile kavimleri arasında geçen diyalogları konu edinen metinler, atalar geleneği ile tevhid geleneği arasındaki çatışmayı da ortaya koymaktadır. Bu noktada Hz. İbrahim’in tecrübesi bilhassa hatırlanmaya değerdir. Zaten Kur’an, Hz. İbrahim’in güzel örnekliğine dikkat çekmekle (Mümtehine, 4), onun dinine tabi olanların iyiliğini zikretmekle (Nisâ,125) ve Hz. Peygamber’e onun yoluna uymasını emretmekle (Nahl, 123) Hz. İbrahim’in peygamberler tarafından aktarılan tevhid geleneği içindeki üst konumuna işaret etmektedir. Nitekim Hz. İbrahim’in dini, dosdoğru olarak tanımlanmakta ve Hz. Peygamber’in de bu yola iletildiği belirtilmektedir. (En‘âm, 161) Bu sebeple tevhid geleneğinin bir adı da İbrahimî gelenektir. Kur’an Hz. İbrahim’in Yahudi veya Hıristiyan değil ama hanif bir Müslüman olduğunu hatırlatarak (Âl-i İmrân, 67) bir kez daha Hz. İbrahim’in tevhid geleneğinin en büyük temsilcilerinden biri olduğunu vurgulamaktadır.

Hz. İbrahim tevhid geleneğini temsil ederken, ona karşı çıkan kavmi atalar geleneğini temsil etmektedir. Nitekim Hz. İbrahim’in kavmi, Allah’a şirk koşmalarının gerekçesini, “babalarını bu şekilde yapar bulmaları” olarak atalar geleneğine bağlamaktadırlar. (fiuarâ, 26) Benzer bir mantığın inkâr edenler tarafından da ileri sürüldüğü görülmektedir. Onlar da yaptıkları kötülükleri atalarına uymaya dayandırmaktadırlar. (A‘râf, 28.)

Aslında sadece yaptıkları kötülüklere mazeret bulma şeklinde değil, üzerinde bulundukları yolun doğruluğunu tamamen atalarının yaşantısıyla delillendirmek, bu geleneği izleyenlerin genel bir tutumudur. Kur’an-ı Kerim’de, “Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’, derlerdi.”(Zuhruf, 23) âyeti ile bu gerçek gözler önüne serilmektedir. Ayrıca yine çeşitli âyetlerde Mekkeli müşriklerin vahyin çağrısına, “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız.” gibi itirazlarla karşı çıktıkları bildirilmektedir. Onların bu olumsuz tavırlarının, “Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?” şeklindeki ilâhi hitap yanlışlığı ortaya koymaktadır. (bk. Bakara, 170; Mâide 104.)

Kur’an bu gibi ifadelerle atalar yoluna uyanları eleştirerek, gelenekte var olmanın doğruluk kriteri sayılamayacağını beyan etmektedir. Yani bir şeyin devam edegelmesi, herkes tarafından uygulanması, onun doğruluğunun ne delili ne de ölçütü olabilir. Ama böyle bir prensip elbette hiçbir zaman bizi gelenekte olanın yanlış sayılacağı sonucuna da götürmez. Kuşkusuz her zaman bâtıl bir gelenek olduğu gibi, hak bir gelenek de vardır.

Bilindiği üzere tarih boyunca tevhid inancı her dönemde sürekli bir şekilde var olagelmiştir. Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de pek çok peygambere vahiy gönderdiğini zikretmesi de bu devamlılığı ortaya koymaktadır. Müslümanlar, iman esasları arasında Hz. Peygamber’le birlikte daha önce geçen bütün peygamberlere iman ettiklerini dile getirmekle, aslında vahiy geleneğini ve bu geleneğin devamlılığını da ikrar etmiş olmaktadırlar. Yine pek çok peygamberin kendilerini Müslüman olarak tanımlamaları, bunun yanında Hz. Peygamber’in de kendisinin peygamberlerin ilki olmadığını belirtmesi (Ahkâf, 9) tevhid geleneğinin varlığını ve sürekliliğini ortaya koymaktadır.

Hak ve bâtıl geleneklerin ikisinin birden varlığına bağlı olarak -daha önce de belirtildiği gibi- bir şey gelenekte bulunduğu için ne red ne de kabul edilir. Çünkü birbirine zıt farklı gelenekler olduğuna göre gelenek bize her zaman doğruyu sunmamaktadır. O zaman burada doğru olan nasıl bulunacaktır? Kuşkusuz bu noktada insanoğlu için aklı kullanmak, akıl yolunu takip etmekten başka bir seçenek yoktur. O hâlde insan, ancak aklî metodu kullanarak doğru geleneği bulma imkânına sahiptir.

Burada da tevhid geleneğini kendi dışındaki bütün geleneklerden ayıran temel bir özellik açığa çıkmaktadır. Tevhidin dışındaki gelenekler doğruluklarını önceden beri süregelmişlikleriyle ispata çabalayıp kendi yollarına girmeyi taklit ile sağlarken, tevhid geleneğinde devamlılık doğruluğun kriteri olarak sunulmadığı gibi, taklit de kınanır. İnsanın benimsediği yolu şuurlu bir şekilde kabul etmesi, bir başka ifade ile tahkike ulaşması istenir. Bu da ancak aklî yönteme başvurmakla gerçekleşir. Nitekim Kur’an, Muhammed Esed’in tercümesiyle “düşünme melekeleri dumura uğramış olanlar dışında”, kimsenin Hz. İbrahim’in inanç sistemini terk etmek istemeyeceğini” beyan etmekle, bâtıl geleneklerde aklın nasıl âtıl kılındığını ortaya koymaktadır. (Bakara, 130.)

Ne yazık ki, geçmişten günümüze insanların en büyük sorunlarından biri de kendilerini diğer canlılardan ayıran akıl melekesini kullanmaktaki tembellikleridir. Bu sebeple Kur’an sadece aklı kullanmamayı kınamakla kalmayıp, insanı düşünmeye ve tefekkür etmeye de yöneltmektedir. Üstelik insanın önyargılarını ve şartlanmışlıklarını kırmasına yardımcı olarak, aklını işlevsel kılmaya itecek etkileyici bir üslupla muhataplarına hitap etmektedir. Zira ancak aklını kullanan insan tevhidin hak olduğu gerçeğinin farkına varacaktır. Asırlar boyunca yenilenen vahiy ile devamlı ve değişmez bir gelenek olarak tevhidin varlığı gerçek olduğu gibi, akla uygunluğu açısından bu geleneğin başkalarına benzemediği de bir gerçektir. Bu bağlamda tevhid geleneğinin son şekli olan İslam ve onun etrafında üretilen İslam düşünce geleneği de bir akıl ve vahiy geleneği olarak isimlendirilebilir. Çünkü İslam’ın seçiminde akıl öncelikli rol oynadığı gibi, süreç içinde anlaşılıp yorumlanmasında da akıl etkin bir rol oynar. Bu sebepledir ki, İslam kelâmcıları arasında dine girişin akılla olduğunu düşünenler bulunmaktadır. (bk. Hülya Alper, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İstanbul: İz yayıncılık, 2009, s. 157-164)

İslam dışı gelenekler değil, İslam kültür havzasında süregelen geleneği “sırf gelenek olduğu” için kabul etmek aslında bu dinin ruhuna terstir. Elbette bunu söylemek Müslümanların mevcut geleneklerini yok sayma değildir. Zira din tabii ki bir gelenek içinde var olacaktır. Ancak burada önerilen, bu geleneğin hak olduğunun farkına varılarak taklit yoluyla değil, akıl yoluyla, bilinçli ve şuurlu olarak ona ittiba edilmesidir; belki böyle bir yaklaşım kişiyi kurtuluşa götürebilir. “Eğer dinleseydik veya akletseydik bu ateş halkı içinde olmazdık.” (Mülk,10)