Makale

BİRAZCIK MUTSUZLUKTAN KİMSEYE ZARAR GELMEZ!

BİRAZCIK MUTSUZLUKTAN KİMSEYE ZARAR GELMEZ!

Emin GÜRDAMUR

Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ında kahraman kendi kendine şöyle sorar: “Kolay elde edilmiş bir saadet mi yoksa insanı yücelten bir ıstırap mı daha iyidir?” Farkında mısınız bilmem, bugün bu soruyu cevaplandırmaya çalışmak şöyle dursun, sorabilmek bile cesaret gerektiriyor. Çünkü mutluluk, kendi dışındaki bütün ruhsal motivasyonların gölgede kaldığı bir altın çağ yaşıyor.

Psikoloji, mutluluğu “öznel iyi oluş” olarak tanımlar. Elbette buna kimsenin itirazı olmayacaktır. Fakat günümüzde mutluluk denildiğinde akıllara, koşullandırılmış, neredeyse birbirinin tıpkısı olmuş duygu durumları geliyor ki bunun öznellikle pek ilgisi yok. Toplumsallaşan olgular, kaçınılmaz şekilde nesnelleşir. Bugün bize öğretilen mutluluk biçimleri, modern dönemde icat edilmiş ve hizmet edilmesi yegâne amaç, erişilmesi gereken tek ideal, varılması elzem biricik tatmin adacıkları olarak karşımıza çıkarılmıştır.

Şimdiden meramımız anlaşıldı sanırım. Bu yazı, temel bir duygu durumu olan mutsuzluğun hakkını korumaya dönük açık niyet taşıyor. Şüphesiz bu kolay olmayacak. Modern zamanların en temel ideali mutluluk. Reklam tabelaları, bildirim çubukları, yukarı kaydır illüzyonları koro hâlinde bize mutluluk vadediyor. Vadetmekle kalmıyor, uğrunda çalışmaya değer tek değer olarak mutluluğu gösteriyor. Mutlu olmak için yiyor, içiyor, okuyor, geziyor, görünüyor, gösteriyor, alışveriş yapıyoruz! Kaide mutluluk olunca onun üzerine konulan her eylem onunla kafiye düşmeye mecbur kalıyor. Bu mecburiyetler çılgınlığına dur deme cesareti elimizden çoktan alındı. Wilhelm Schmid, Mutsuz Olmak adlı kitabında, “Mutluluk diktatörlüğü tehdidi, mutsuz olmaya pek alan bırakmıyor.” diyor ve ekliyor: “Mutsuzlar öylesine sindirilirler ki, durumları hakkında konuşmaya hatta düşünmeye bile cesaret edemez olurlar.”

Geriden bir parantez açmakta yarar var. Burada sözünü ettiğimiz mutluluk Antik Çağ filozoflarından Sokrates’in, ancak erdemli ve iyi olmakla ulaşılacağına inandığı mutluluk değil. Ya da ünlü İslam bilgini Gazali’nin Müslümanları davet ettiği ahiret mutluluğu da değil. Kindi, Üzüntüden Kurtulma Yolları risalesinde mutluluğu doğrudan doğruya ahlakın gayesi olarak işaretlemişti ki konumuz o da değil. Antik Çağ’dan Orta Çağ’a kadar filozofların mutluluk üzerine düşünceleri dünyevi hazların ötesini göstermişti. Hatta Batı’da XVI. yüzyılda Montaigne’i hâlâ mutlulukla erdem arasında ilişki kurarken görürüz. Bütün bunlar bize, geçmiş yüzyıllarda mutsuzluğun ahlak yoksunluğundan kaynaklandığına dair genel kanaati gösterir. Daha geniş bir ifadeyle çerçeve içine alacak olursak modern döneme kadar dünyevi hazlar mutluluğun kaynağı olarak öne çıkarılmamıştı. Aksine, mutsuzluğun kaynağı olarak dünyevi hazların kapısına çarpı işareti konulmuştu.

Yirminci yüzyıla kadar filozoflar, mutluluğu erdemle, akılla, ahlakla ve bunlar aracılığıyla elde edilen manevi tatmin duygularıyla açıkladılar. Fakat yirminci yüzyılda işler değişti. Mutluluk, metafizik dayanaklardan uzaklaştı. Bertrand Russel, mutluluğun tanrısal bir lütuf olmadığını, ancak birey tarafından kazanılarak elde edileceğini söylerken bugünkü mutluluk diktatörlüğünün harcını kardığının farkında mıydı bilmiyoruz. Fakat zaman, sekülarizm ve tek dünyacılığın mutluluk diktatörlüğünün değirmenine su taşıdığını herkese gösterdi. İyiliğin kanatlarından kötü bir hapishane inşa edildi. Bu hapishanede yanlış giden bir şeylerin olduğunun altını çizen isimlerden Jean Baudrillard, yirminci yüzyılda insanların üretim toplumundan tüketim toplumuna geçtiğini, böylesi bir ortamda hâliyle daha çok müsrifliğin daha çok mutluluk vadettiğini, bu sahte mutluluğun insanları köleleştirerek gerçek mutluluktan uzaklaştırdığını söyleyecekti.

Mutsuzluğu Kurban Etmek

Evet, yirminci yüzyılın şafağında dünya yepyeni bir putla tanışmıştı: Mutluluk! Çığırından çıkmış mutluluktan söz ediyoruz. Hatta daha doğrusu çığırından çıkmış, neredeyse kutsal, dokunulmaz bir iktidara kavuşmuş mutluluk idealinden. Aslında bu mutluluk ideali, Batı’nın Aydınlanma deneyimlerinin bağrında büyüdü, sanayi toplumu ve tüketim kültürünün himayesinde semirdi. Yüzyılın ikinci yarısında popüler kültür aracılığıyla evlere, ekranlara, alışkanlıklara, konuşmalara sokuldu. Bir yerde dokunulmaz, erişilemez, eleştirilemez bir imgeyle karşılaşırsak orada hakikatin gölgelenmeye başladığından şüphe duymalıyız. Yine bir yerde yüceltilen bir kavram görürsek muhakkak onun karşısında şeytanlaştırılan zıt kavramları görürüz ki söz konusu mutluluk ise kurban, kaçınılmaz şekilde mutsuzluk olacaktır. Peki, mutsuzluk kolayca gözleri bağlanıp sunaklara yatırılacak kadar alelade bir kurban olmayı hak ediyor mu?

Keyif karşısında acıyı, mutluluk karşısında mutsuzluğu, neşe karşısında melankoliyi yüceltmek için çıldırmış olmak gerekir. Ama günümüzde maruz kaldığımız mutluluk çılgınlığına kısa bir es vermek için elimizde başka seçenek yok. Şimdi müziğin sesini biraz daha açabiliriz. Modern dünyadaki mutluluk reflekslerinin Batı uygarlığının ürünü olduğu su götürmez bir gerçek. Batı uygarlığı amansız bir mutluluk uygarlığıdır. Daha doğrusu mutluluğun kutsandığı, onu elde etmek için her şeyin mübah sayıldığı bir uygarlık. Onun tarihinde sömürgecilikle gelişmişliğin kol kola yürümesi tek başına açıklayıcı bir göstergedir. Mutluluk en üst değer olarak kanıksandığında bencillik kaçınılmaz olacaktır. Flaubert, mutluluğun olmazsa olmaz üç bileşenini ahmaklık, bencillik ve sağlık olarak sıralar. İlki yoksa diğerleri işe yaramaz, diye de ekler.

Modern Batı’nın ürettiği bencilliği, ikiyüzlülüğü onun yüzüne karşı haykırabilen filozofların, söz gelimi Kierkegaard’ın, Schopenhauer’un, Nietzsche’nin, Sartre’ın, Cioran’ın mutsuzluklarıyla nam salmış kimseler olması bize şaşırtıcı gelmemeli. Gerçekten de insanın sadece hüzünlüyken görebildiği incelikleri çıkarırsak düşünce tarihinden geriye ne kalır? Bir şey kalır mı? Bundan emin değiliz. Hüzün, kişiye kolektif hipnozun dışına çıkmak ve hakikat uğruna dünyayı karşısına almak cesareti verir. Hipnozdan kurtulanlar ancak bilincin sularına yelken açabilirler. “Bilinç” ise Jung’un dediği gibi “acıdan doğar.”

Belki de sorulması gereken asıl soru şudur: Mutluluk herkesin kolayca erişebildiği bir şey midir? İnsanları böylesi bir amacın peşinden sürüklemek, nihayetinde çoğunun büyük bir yoksunluk içinde duvara çarpmasına sebep olmaz mı? Sanırım o meşhur hikâyeyi anlatmanın sırası geldi. Vaktiyle bir kral, ülkesindeki bütün tarihçileri toplayarak onlardan insanlık tarihini yazmalarını istemiş. Tarihçiler geceli gündüzlü çalışarak bir kütüphane dolusu kitap yazmışlar. Kral, bunca kitabı okumaya zamanının olmadığını, insanlık tarihinin özet olarak kendisine sunulmasını talep etmiş. Yeniden çalışmaya başlayan tarihçiler, insanlık tarihini bir raf dolusu kitaba sığdırmışlar. Ama kral her seferinde daha da özet istemiş. İnsanlık tarihini bir kitaba, hatta bir sayfaya sığdırdıklarında bile razı gelmeyince tarihçiler çözümü insanlık tarihini tek bir cümleye sıkıştırmakta bulmuşlar: Doğdular, acı çektiler ve öldüler! Bu hikâye; tarihin, savaşların, soykırımların, göçlerin, sömürülerin tarih boyunca insanoğluna pek de mutluluk yüzü göstermediğinin altını çiziyor. Ana hatlarıyla bile dünya tarihine şöyle bir göz atacak olsak bizi iç açıcı bir manzara beklemez.

Tabii bütün bunlar, tarihte insanoğlunun mutlu olmadığı, mutluluğa ihtiyaç duymadığı anlamına gelmiyor. Başta mutluluğun öznelliğinden bahsetmiştik. Herkesin kendi mutluluk arayışı, mutluluk eşiği, mutluluk tüketimi farklıdır. Söz gelimi Orta Çağ’da bir bilgin için mutluluk, kıtalar arası yolculuğun sonunda ulaştığı bir kitapken Fırat kenarındaki çoban için koyunlarına yeni meralar bulmaktı. On sekizinci yüzyılda bir Kızılderili için mutluluk, beyaz adamın olmadığı her yerdi. Yirminci yüzyılda bir işçi için maaşına yapılan zam, yirmi birinci yüzyılda bir genç için sınırsız internet erişimi, Suriyeli bir aile için zayıf botla karşı kıyaya varmak… Bazen bir bakış, bir söz insanı mutlu eder. İkindi vakti başlayan yağmur, akşamüzeri yüzünüze çarpan rüzgâr, karların arasında tüten baca ansızın mutluluk kaynağı olabilir. Zaten mutluluk genelde sürprizle gelendir. Tasarlanan mutluluk, peşinden yarısı kaybedilmiş sevinçtir. Çocukken o çok istediğimiz oyuncağa biraz gecikerek ulaştığımızda yaşadığımız buruk sevinci hatırlayalım. Mutluluk bir şeye erişmekle sınırlı değildir, ona erişmeye çalışırken yaşadığımız sevincin de adıdır. İnsan psikolojisindeki bu açığı ilk fark eden kapitalizm oldu. Doyumsuz mutluluk ile sonsuz tüketim arasındaki bu muhteris alışveriş, sürdürülebilir bir kâr düzeneğinin de habercisiydi. Bu düzenek basit bir akıl yürütmeye dayanıyordu: Her ürün eskir. Ama her üründen önce insanın onu elde etme sevinci eskir. Hiçbir mutluluk insanı ölene kadar taşımaz. Bu, mutluluğun doğasına aykırıdır. O zaman mutluluk seçeneklerini uygun fiyatlarda yeniden ve daima yeniden piyasaya sürmek gerekir! Zaten bize dayatılan mutluluk modellerinin yolunun tüketimle kesişmesi, oralarda bir yerlerde saklı kapitalist akla işaret eder.

Yeni Çağ’ın Dini: Mutluluk

Mutluluk Tuzağı kitabının yazarı, dünyaca ünlü terapist Dr. Russ Harris, pozitif düşüncenin artık yalnızca bulaşarak yayılan bir kültürel uzlaşı olmadığını, aynı zamanda vaizleri, ideologları, satış elemanları bulunan bir tür Yeni Çağ dini olduğunu söyler. Gerçekten de modern dünyada pozitif olmak mecburidir. Eğer pozitif değilseniz eksik ve göz önünde bulundurulmaması gereken hastasınızdır. Buna şaşırmamak gerekir, mutluluk diktatörlüğünün doğal sonuçlarına merhaba diyeli çok oldu. Hele düşüncelere dalmışsanız kesinlikle depresif muamelesi görürsünüz. Başını kaldırmak ve neşe saçmak zorundasın. Senin için daha çok neşe, daha çok alışveriş, daha çok eğlence ve daha çok tüketim mümkünken üzüntüye gark olmanı kimsenin yüreği kaldırmaz!

Burada mutsuzları teselli edeceğimiz zannedilmesin. Aksine, belki de teselli edilmesi gereken biri varsa o da hayatın anlamını mutluluk kaidesi üzerinde inşa etmeye çalışanlardır. Ne yazık ki onlar henüz kendileriyle karşılaşmamış olabilirler. Bir insanın kendisiyle karşılaşması nadirdir. Biz kendimizi başka gözlerle görürüz. Emanet sözlerle tanır, hazır ölçülerle tarif ederiz. Dahası, birini tanımaya klişelerden başlarız. Nereli olduğu, siyasi düşüncesi, nasıl bir ailede büyüdüğü, hangi imkânlara sahip olduğu gibi sorular bir insanı tanımak için değil, tanımamak için elimize tutuşturulmuş kamuoyu şablonlarıdır. Çünkü kamuoyunun her birey için yeniden tanımlar, sorular ve cevaplar üretmeye vakti yoktur. O, mutluluğu da hızlıca ambalajlar; milyarlarca insana mutluluğun benzer alışverişlerde, benzer tatillerde ve benzer yaşam tarzında saklı olduğunu söyler. Belki de şimdi o korkunç soruyla yüzleşme zamanımız geldi. İsteklerimizin ne kadarı bize ait? Ne kadarı bize aitmiş zannettiğimiz ama aslında maruz kaldığımız ilgilerden oluşuyor? Hayatı boyunca bir kerecik olsun kendisiyle yüzleşemeyen insanlar için bu sorunun katlanılmaya değer bir mutsuzluk kaynağı olduğunu da unutmamak gerekir. Yürüdüğümüz yolu kendimiz seçtiğimizi düşündüğümüz o en mutmain anlarda bile bazen durur ve kendimize şunu sorarız: Ben gerçekten bunu mu istemiştim? Ya bütün bir modern dünya, bu ve benzeri soruları örtbas etmek için kulaklarımıza tıkılmış gürültüden ibaretse?