Makale

SANDIK SARISI

SANDIK SARISI

Abdurrahman ALKAN

Mürüvvet Hanım kendisini inciten sözleri, kalbine ağır bir taş gibi yüklenirdi. Bazılarını bir günde bazılarını bir haftada bazılarını ise zamanını kendisinin de bilemeyeceği bir sürede eritir ve ancak o zaman ferahlardı. İçinde ağır bir yük gibi gezdireceğini adı gibi bildiği o sözü de elinde işkefelerle kilere girdiği zaman duymuştu.

Ramazana hazırlık olarak imeceyle işkefe denilen yufkalardan yapıyorlardı. Sıra ondaydı. Beş altı kadın evlerinin “hayat”ında toplanmışlar kimileri hamurdan yumak yapıyor kimileri önlerindeki tahta sofralarda oklavalarla yumakları açıyordu. Eli en usta olan Safiye Kadın ise ocağın başında yufkaları pişiriyordu. Mürüvvet Hanım, ayakta türlü ihtiyaçlara koşuyor bir yandan da pişirilip üst üste konan gevrek işkefeleri kırmadan dökmeden kilere taşıyordu.

“Mürvet tek başına nasıl yiyecek bu kadar işkefeyi. Bunlar ona bir ramazan değil beş ramazan yeter. Sanki çoluk çocuğu mu var?” Ve peşinden gelen kahkahalar…

Köyde toplu olarak iş yapılan yerlerde kadınlar en doğal hâlleriyle bulunurlar, içlerinden geçen her sözü tartmadan söylerlerdi. Çok konuşurlar, çok gülerler, çok eğlenirlerdi. Düşünmeden ağızdan çıkan, aslında doğru olan bu söz ona ağır gelmiş, uzun zaman eritemeyeceği bir taş olmuştu. Evet, tek başına yaşıyordu. Annesi, babası ölmüştü. Yaşı kırkı geçmişti. Evlenmemişti. Çoluk çocuğu da yoktu hâliyle.

Duymayacağı tahmin edilen bu sözle bir fırtına esti, dalı budağı kırıldı. Önündeki işkefe yığınına baktı. Bütün evlerde iftardan önce bunlardan alınacak, elle ıslatılarak yumuşacık yapılacak, yer sofrasında yemeğin yanına konacaktı. Herkes büyük bir şenlikle sofraya oturacak ve iştahla yiyecekti. Kendisi tek başına, ıslattığı bir işkefeyi ancak bitirecek ve sessizce kalkacaktı iftar sofrasından.

Kilerde biraz bekledi. Duyduğunu bilmelerini istemedi. Araya başka sözler girince hiçbir şey yokmuş gibi yanlarına döndü. Biraz önce söylenenler unutulmuştu. Ama Mürüvvet Hanım unutmadı. Unutamadı. Yutkundu, başaramadı. İş bitene kadar bir şey belli etmemeye gayret etti. Kadınlar gidip evde tek başına kalınca daha da ağırlaştı o söz.

Akşam güneşinin kızıl ışıklarına bakan pencerenin önüne oturduğunda yorgunluğunu iyice hissetti. O söz, kulağında yankılanıp duruyordu. Yorgun bakışları, üzeri beyaz bir örtüyle yarım kapatılan, rengi solmaya başlayan köşedeki kahverengi sandığa ilişti.

Canı sıkıldığı zamanlar sandığının başına geçer özenle katladığı, belli bir sıraya göre yerleştirdiği çeyizini yavaş yavaş çıkarır, uzun uzun onlara dokunurdu. O anlarda maziden gelen bir rüzgâr kederini havalandırır, Mürüvvet Hanım bir kuş gibi hafiflerdi. Sonra da kumaşları, oyaları, masa örtülerini aynı özenle sandığına toplardı. Zamanını, emeğini, gözlerinin ışığını sığdırmıştı bu sandığa.

Mürüvvet Hanım, sandığı alıp sedirin üzerine koydu. Yavaşça kapağını açtı. Rahmetli annesi hayattayken gizli gizli açardı sandığı. Annesinin, kendisini sandığın başında oturup geçmişe daldığını görünce üzüleceğini bilirdi. O yüzden annesi evde yokken, kaçamak vakitlerde baş başa kalırdı sandığıyla. Şimdi evde tek başınaydı. Onu sandığın başında görünce, üzülecek kimsesi kalmamıştı. Rahat rahat açabilirdi ömür sandığı sandığını.

Mürüvvet Hanım, ilkin renk renk yazmalarını aldı sandıktan. İğneyle hemen yapıverdiği oyalarına baktı. Bir kenara güzelce açtı onları. Sonra masa örtülerini çıkardı. Katlandığı yerlerde silinmez izler oluşan bir masa örtüsünü sedirin üzerine tastamam açtı. Beyaz kumaşın kenarlarına mavi, kırmızı çiçekler düşürmüştü. Kumaşın ortasındaki kocaman saksıya baktı. İçine kocaman bir gül işlemişti. Sabrına, emeğine şaştı.

O zamanlar nasıl da gayretliydiler. Üç beş kız arkadaş ev işlerini bitirir bitirmez koşup toplanıyorlardı birinin evinde, bir elma ağacının altında ya da bir duvarın gölgesinde. Naylon torbalarını açıp hemen el işlerine başlıyorlardı. Şen şakrak gülüşlerle kanaviçeler örüyor, iğne oyaları yapıyorlardı. Bir yazmanın oyasını, bir yastık örtüsünün gülünü, bir masa örtüsünün çevresini tamamladıklarında rüyalarındaki masala bir adım daha yaklaştıklarını hayal ediyor, mutlu oluyorlardı. Sandık dolacak ve rüya gerçekleşecekti.

Her şeye neşeyle gülüyorlardı. Hepsi en güzel çeyizin kendisinin olacağını söylüyordu. Nakışından bir sırayı bitiren genç kız, işlediğine şöyle bir bakıyor ve harika olmuş, diyordu. Diğerleri gülüyordu buna. Benim şu iğne oyam dururken seninki de ne oluyor diyordu bir başkası. Bu sefer ona bakıyor, ona da gülüyorlardı. Hayatın hep böyle coşkun ırmaklar gibi akacağını düşünecek kadar gençtiler.

Hepsinin hayali, düğününde çeyizini sergilediği zaman görenleri hayran bırakmaktı. Şu iğne oyayı nasıl böyle ince örebilmiş? Masa örtüsünün örneğini kimseye göstermeden nasıl saklamış? İmrensinler. Örnek çıkarmak istesinler. Günlerce konuşsunlar.

Mürüvvet Hanım da sandığında en güzel çeyizlerini biriktirdi. Önce etrafını bahar pembesi renklerle oyaladığı yazmalarını, sonra kenarlarını yeşil sarı çiçeklerle ördüğü havlularını, yastık örtülerini, yatak örtülerini, masa örtülerini bitirdi. Başını günlerce, gecelerce etamin kumaşlar üzerine eğerek, iğne oyalar işleyerek emek emek bitirdi. Sandık doldu ama rüyasını kurduğu o gün gelmedi. Yolunu gözlediği, mutlaka dönecek dediği adam geri dönmedi. Dolan sandığa inat gelmedi bir türlü.

Mürüvvet Hanım, pamukları eprimeye başlayan havluları çıkardı. Misafir havlusu, baş havlusu, el yüz havlusu… Hayatın her anı için, düşünerek tek tek seçmiş; zamanını, sabrını tüketerek örmüştü kenarlarını. Özenle seçtiği damat havlusuna baktı. Havlunun kenarlarını örerken kendisi için bunca zahmete katlanılan kişi bundan haberdar mıydı?

Geceleri toplanır örgülerini örer, oyalarını işler, yorulurlardı. Sonra içlerinden en muzip olanı bir fikir atardı ortaya: Tuzlu çörek yapalım. El işlerini bırakır, gülerek bakarlardı birbirlerine. Yedi evden un ve tuz alınacak. Tuzlu bir çörek yapılıp yenecek. Ama asla su içilmeyecek. Ve rüyada o görülecek.

Tuzlu çörek yedikleri ayın on dördü yaz gecesinde mi, rüyasında mı yoksa hayalinde mi gördüğünü pek ayırt edemediği o masal kahramanı geriye dönmedi. Doğduğunu bildiği kızların düğünlerini kederlenerek seyretti.

Kimindi kabahat? Kendini üzüp durma güzel kızım, günahtır demişti annesinin en yakın arkadaşı Huriye Kadın. Gönlünü kapatma. Aç. Ferahla. Sustu, önüne baktı sadece. Çok uyaran oldu. Artık dönmez. Kimseyi dinlemedi. Dinlemek istemedi. Gönlü kabul etmedi. Edemedi. Dönecekti o. Dönecek. Gelecek... Dönmedi. Gelmedi.

Bugün pişman mıydı yoksa? Kim bilir? İçinin derinliklerine kendisi de vâkıf değildi. Kimi zaman kendini ölümsüz bir aşkın kahramanı olarak görür, içten içe gönenirdi. Kimileyin de ömrünü boş yere heder ettiğini düşünür, kahrolurdu.

Mürüvvet Hanım sedirin üzerine yaydığı, akşamın kızıl ışıklarında ömrü gibi darmadağın olan çeyizini kırgın gözlerle içi burkularak seyretti. Henüz sergilenmeyen belki de hiçbir zaman sergilenmeyecek olan çeyizine sarı bir rengin sindiğini fark etti. Sadece sandıklara kilitlenen zamanın soldurabileceği, hiçbir kartelada yer almayan, çamaşırları yumuşacık ve ak pak yapıyor diye iki gün bekletilen küllü suyun bile ağartamayacağı bir sarı. Yılların, emeğin ve solan umutların sarısı. Sandık sarısı. Mürüvvet Hanım o an bazı şeylerin asla geriye döndürülemeyeceğini anladı. Mesela umut gibi mesela ömür gibi mesela artık yüzü bile unutulan adam gibi.

Mürüvvet Hanım şimdiye kadar ne zaman sandığını açıp baksa maharetini, emeğini, sabrını ve umutlarını gördüğü çeyizinde bu defa dillere düşen yalnızlığını, yitip giden ömrünü gördü. Atılmış kumaşların, havluların, iğne oyalarının nakışlarında; ziyan edilmiş gençliğini, sayılı nefesini, gözlerinin nurunu, tel tel eriyen günlerini, gecelerini gördü.

Bir gün dönecek diye sabırla beklenen bir siluet geçti gözlerinin önünden o an. Sandık dolusu şu işe yaramaz kumaşlar gibi o da ömrünü çalmıştı. İnandığı, bel bağladığı bir yalandı. İzini, yolunu, dilini bilmediği yabancı bir şehirde terk edilmiş bir çocuk gibi hissetti kendini.

Çeyizinden örnek isteyen genç kızları kıskançlık yaparak geri çevirdiğini pişmanlıkla hatırladı. Değer miydi? Bir genç kız kalbinden daha mı kıymetliydi üzerine akşam güneşi düşmüş şu bir bohça bez?

Gözünde artık bir sandık dolusu çul çaputtu bütün bunlar. Renkleri solmuş çeyizine kahırla baktı. Hayatını çalmışlardı. Şimdi de huzuruna kast ediyorlardı. Mürüvvet Hanım o an sedirin üzerine yayılan kumaşların, örtülerin üzerinde kaybolup giden bir ömür gördü. İçinde yankısını bulamayan sabrı, emeği, sevgisi gözlerine bir öfke ve aldatılmışlık olarak yansıdı. Önündeki yığılmış kumaşları kucağına alarak dışarı çıktı.

Biraz yaklaşınca hâlâ kor ateş hâlinde olan ocaktaki kalın pelit odunlarının sıcak yalımını yüzünde hissederek ürperdi. Hemen tutuşan naylon karışımı yazmalardan yayılan yanık kokusu, burnundan bir sızı gibi geçti. Mürüvvet Hanım, ömrünü tüketen kucak dolusu pamuk havluların, etamin masa örtülerinin ağırdan alev almasını, gözünün önünde eriyip gitmesini seyredemedi yine de. Kaybedilmiş bir savaşın yorgunluğuyla odaya döndü. Güneş batmıştı. Alaca bir karanlık, eşyaları karartmıştı. Önünde yaprağı güzel çiçeklerinin olduğu pencerenin perdelerini çekti. Akşam karanlığında evinin bacasından koyu gri bir dumanın çıktığını hiç kimse görmedi.