Makale

Yardımlaşma, fedakârlık veya îsâr


Yardımlaşma,
fedakârlık veya îsâr

Doç. Dr. Fikret Karaman


Yer altı, yeryüzü ve gökte bulunan bütün varlıklar insana emanet edilmiştir. Bu yüzden Allah, insanı maddi ve manevi kabiliyetlerle donatarak yaratmıştır. Daha sonra onun nefsine çeşitli kabiliyetler, ilimler ve duygular ilham edilmiştir. Bu meziyetlerden biri de çevresine karşı erdemli olmak, iyilik yapmak, başkasını kendisine tercih etmek anlamına gelen “îsar”dır. Bu kavram; bir ahlak değeri olarak incelendiğinde; bir kimsenin sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması ve onların yararı için fedakârlıkta bulunması demektir. Sözü edilen terim bazı kaynaklarda ise; “kişinin başkasının yarar ve çıkarını, kendi çıkarına tercih etmesi veya bir zarardan onu öncelikle koruması olarak tanımlanmıştır. Bu da tarih ve kültürümüzdeki ahlak anlayışının en ileri derecesidir.
İnsanlık tarihinde en anlamlı fedakârlık örneği; Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacirlerle, Medine’de ikamet eden, yardım ve iyilikleri nedeniyle “ensar” unvanını alan Müslümanlar arasında tesis edilen kardeşlik bağıdır. Bu tarihî ve müstesna kardeşlik Kur’an’da şöyle açıklanmıştır: “Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr, 9.)

Görüldüğü gibi bu karşılıklı özveri bizzat Cenab-ı Hak tarafından övülmüş ve erdemli bir davranış olarak nitelendirilmiştir. Takdir edileceği üzere muhacirlerin toprakları ve gelirleri yoktu. Medine’ye yeni gelmişlerdi. İlk anda geçimlerine yardımcı olabilecek bir şey bulamadılar. Medineliler bu durumu görür görmez gönüllerini ve evlerini onlara açmışlardı. İkili ilişkiler bir süre böyle devam etmiştir. Ancak bu uygulama her iki taraf için nihai çözüm değildi. Bir müddet sonra Yahudi Nadir oğulları Kabilesine ait bazı yerler fethedilmiştir. Hz. Peygamber bu toprakları muhacirlere dağıtıp onları ensara yük olmaktan kurtarmak istemiştir. Durumu ensar ile istişare etmiş ve olumlu cevap almıştır. Zira onlar bu uygulamaya rıza gösterdikleri gibi, evlerinin ve mallarının bile muhacirlerle bölüştürülmesini ısrarla teklif etmişlerdi. Gerçekten insanlık tarihinde bu özveri farklı, düşündürücü, hikmet ve samimiyetle dolu bir olaydır. Çünkü elindeki kıt ve dar imkânları başkasıyla paylaşmak sıradan bir uygulama değildir. Bu düşünce ve anlayış ancak sağlam bir iman ile bütünleştikten sonra mâli bir fedakârlığa dönüşebilirdi. Bunun daha ileri derecesi ise canı ile özveride bulunmaktır.

Zira kişinin sevdiği bir kimse için kendi rahatını, huzurunu, hatta hayatını feda etmesi mal ile fedakârlıktan daha büyük bir fazilettir. Hz. Peygamber (s.a.s.) hicret etmeye karar verdiğinde Hz. Ali’nin tehlikeyi gözüne alarak onun yerine gece yatağında yatması, Sevr mağarasında, Hz. Ebu Bekir’in onu koruması adına hüzün ve kaygı duyması gerçekten çok anlamlıdır. Yine Uhud Gazvesinde İslam ordusunun geçici olarak bozguna uğradığı bir sırada; konunun ciddiyetini anlayan müminlerin Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hayatını korumak için kendilerini siper etmeleri de, canlarıyla özveride bulunmanın en güzel örneğidir. Bir an için insanlık tarihinin dinî değerlerden soyutlandığını ve ahlaki davranışların ikinci plana itildiğini düşünelim. Bu durumda insanlığın can ve mal güvenliği nasıl korunacak? Muhtaç ve kimsesizlere kim sahip çıkacak? Sağlık ve özlük haklarına nasıl riayet edilecek? Acı, üzüntü ve felaketler nasıl dindirilecek? Yaşlı, düşkün, engelli, hasta, dul ve yetim gibi, sevgi ve şefkate muhtaç çaresiz insanların ellerinde kim tutacak? Savaş, deprem, yangın, trafik ve sel gibi olağanüstü felaketlerde açılan yaralar nasıl sarılacak? Bu tür üzücü olayları sıralayıp uzatmak mümkündür. Bunların nerede ve ne zaman meydana geleceği de belli değildir. Bu nedenle yeri gelmişken bir kez daha açıklamakta yarar görüyorum. Ruh taşıyan bütün canlılara sevgi, saygı, şefkat ve merhametle yaklaşılmalıdır. Bunların her birinin fiziki güzelliklerine ilave olarak ayrı bir ruh ve can taşıdıkları unutulmamalıdır. Belki de onlara bakılarak ibret alınmalıdır. Çünkü bütün yaratılanlar, yaratandan ötürü sevilir ve hürmet edilir.


Görülüyor ki üzüntü, acı, dert ve kederlere çözüm bulmanın ortak paydası; sevgi, saygı, yardımlaşma duygusu, cömertlik, özveri ve başkasını nefsine tercih etmek gibi manevi hasletlerdir. Bunlar var olduğu müddetçe zorluklar daha kolay aşılacaktır. Bu nedenle ailemizde, çevremizde, ülkemizde hatta dünyamızda meydana gelen olaylara duyarsız kalınmamalıdır. Zamanında ve yerinde yapılan bir yardım yahut fedakârlık hayat kurtarabilir. Bir yangın esnasında canını ortaya koyarak, çaresiz insanları alevlerden kurtaran, suda boğulmak üzere olanları kucaklayıp dışarıya çıkaran, trafik kazasında can çekişen yaralıları hastanelere ulaştıran fedakâr insanları gördükçe sevinç, huzur ve güvenimiz bir o kadar daha artmaktadır.

Tekrar mal ve ekonomik olarak sergilenecek fedakârlığın önemine dönmek istiyorum. Şüphesiz bu konu; kişinin, toplumun cömertlik ve bağış anlayışıyla ilgilidir. İslam ahlakçıları cömertliği; sosyal tabakalar arasında cereyan eden hayrın durumuna göre tasnif etmişlerdir. Bunun ilk basamağı; İslam’ın ön gördüğü zekât, sadaka-i fıtır ve kefaret gibi zorunlu mâli bağışların ilgili yerlere verilmesidir. Kişi bu görevin yerine getirilmesinde bakmakla sorumlu olduğu aile fertlerinin geçimine ve diğer mâli haklarının korunmasına özen göstermektedir. Bu dinî gerekliliğin yerine getirilmesine “sahavet” denir. Malının azını kendisine ayırıp çoğunu başkasına bağışlamak üzere gösterilen özveri de cömertliğin daha ileri bir basamağı olan “cud” kavramıyla ifade edilmektedir. Gerektiğinde kendisini tamamen mahrum bırakarak malını başkası için kullanmaya da “isar” denir. Şüphesiz ki bu üç uygulama da anlamlı olup büyük bir fedakârlık örneğidir. Yüce Allah bu olumlu davranışları şöyle övmektedir: “Onun için kim (elinde bulunandan) verir, Allah’a karşı gelmekten sakınır ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) tasdik ederse, biz onun en kolay yolda gitmesini kolaylaştırırız. ” (Leyl, 5-7.)

Bugün sosyal paylaşmanın yahut yardımlaşmanın bölgeler, ülkeler ve dünyada dengeli bir şekilde yapıldığını söylemek mümkün değildir. Ne yazık ki hâlâ; bencillik, fırsatçılık, tekelcilik ve aşırı hırs etkileyici olmaktadır. Bu olumsuz gelişmeye karşın; her geçen gün yalnızlığın, çaresizliğin, ötekileştirilmenin ve fakirleşmenin arttığı günümüzde, sağduyu sahibi insanlara önemli görevler düşmektedir. Bu konuda bireyler başta olmak üzere sivil toplum örgütlerinin, siyasi otoritelerin ve uluslar arası arenada görev alan mercilerin sorumluluğu daha da artmaktadır. Öncelikle barış ve huzur ortamına sahip ülkeler, kendi coğrafyalarındaki insanların ekonomik eşitliklerini dengelemek zorundadırlar. Gençliğin eğitim ve öğretiminde fırsat eşitliği sağlanmalıdır. Maddi destek verilerek gerekli alt yapı hazırlanmalıdır. Zira eğitim düzeyi gelişmeyen bir toplumun sosyal anlamda kalkınması mümkün değildir. Diğer taraftan her yaştaki insanın sağlığı ve tedavisi güvence altına alınmalıdır. Çalışma imkânı ve barışı temin edilmelidir. Bu temel sıkıntıları ancak; sosyal yardımlaşma, paylaşma, özveri, dürüstçe çalışma ve duyarlı bir yönetimle aşmak mümkündür. Böylece samimi bir şekilde problemlerin gündemde tutulması ve çözmek için gayret gösterilmesi bir başarıdır. Zira bir işi görev ve ödev olarak sürekli ve iyi niyetle gündemde tutmak, sonuca ulaşmasını önemli ölçüde kolaylaştıracaktır.

Dünya genelinde de insanların yüreğini ağzına getiren olaylar her geçen gün artmaktadır. Değişik coğrafyalarda vuku bulan savaşlar, felaketler ve aşırı savurganlık nedeniyle milyonlarca insan, açlık ve ölüm sınırında yaşamaktadır. Çocuklar analarının kucağında eriyerek kemik iskeleti şeklinde adeta ölümlerini beklemektedirler. Yaşlıların ve hastaların ise ölümden başka seçenekleri kalmamıştır. Oysaki bu çaresiz insanların sağlık, eğitim, iskân ve gıda gibi bütün ihtiyaçlarını karşılayacak ekonomik kaynaklar vardır. Diğer taraftan ulaşım ve iletişimin çok hızlı seyrettiği dünyamızda bu üzücü olaylara şahit olup seyirci kalmak tam anlamıyla bir insanlık ayıbıdır. Dolayısıyla bu ayıp ve dramı ortadan kaldıramamanın hiçbir mazereti olamaz. Örneğin bugün ekonomik ambargo uygulanan Filistin’in Gazze ve diğer bölgelerine, hâlâ insani ve zaruri yardım yapılamamaktadır. Birilerinin aşırı hırsı ve rahatı için başkalarının ölüme terk edilmesine rıza gösterilmektedir. Bölge ülkeleri başta olmak üzere dünya kamuoyu bu sorumluluktan kurtulamaz. Kim bilir engel ortadan kaldırılmış olsa, belki bölgedeki birkaç aile bile yalnız başına bu sıkıntıları giderebilecektir.

Genel olarak İslam coğrafyası ve Afrika kıtasında benzer sıkıntılar artarak devam etmektedir. Çalışılarak ortadan kaldırılması gereken cehalet, fakirlik ve çaresizlik hâlen hüküm sürmektedir. Bunlara “kader” diyerek eli bağlı durmak elbette doğru değildir. Tersine Müslümanların ve Müslüman ülkelerin sorumluluklarının daha fazla olduğunu belirtmemiz gerekir. Gönül ister ki yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, fedakârlık ve kardeşlik örnekleri sadece tarihimizde ve kitaplarımızda bir teselli vesilesi olarak kalmasın. Karanlık geceler, sabahın nuru ile aydınlansın. İnsanlığın yüzü gülsün. Bunun için dünyanın yeniden keşfedilmesine gerek yoktur. Dini, ahlaki, insani, siyasi ve evrensel değerlerin sözde değil, uygulamada yeniden ihya edilmesinin zamanı gelmiş ve geçmektedir. Kur’an-ı Kerim’in şu sözleri; bize bir ümit ve ipucu vermesi bakımından çok anlamlıdır: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.” (Âl-i İmran, 139.) Şüphesiz ki imanla birlikte çalışmak gerekir. Kim çok çalışırsa, o başarıya ulaşacaktır. Allah’ın iradesine uygun olanı da budur. Unutmayalım ki, insanları ileriye götüren; onların sabır, sebat, azim, çalışma, gayret ve rekabetleridir.

“Fakat sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve süreklidir.” (A’la, 17-18.)
“Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Arkanda zengin varisler bırakman, onları insanların elindekine göz dikecek derecede yoksul bırakmandan daha iyidir. Eşinin ağzına verdiğin bir lokma dahil olmak üzere iyilik olarak yaptığın her harcama sadakadır.” (Buhari, Vesaya, 2; Müslim, Vasiye, 5, 8.)