Makale

Kadına karşı şiddetin önlenmesinde Dinin rolü

Kadına karşı şiddetin önlenmesinde Dinin rolü

Dr. Bilal Esen
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı


İnsan haklarının bir parçasını teşkil eden kadın hakları, insanlığın yüzyıllar sonra ulaştığı bir tecrübe sonucu hepimizce paylaşılan ortak bir değerdir. Yüce Dinimiz İslam’ın insanlığa getirdiği mesajın özünde de, insana insan olduğu için değer verilmesi, bir temel ilke olarak yer almaktadır. Dinimiz, saygıdeğer ve şerefli bir varlık olarak yaratılan insanın yaşama hakkını ve onun diğer temel haklarını, dokunulmaz/mukaddes haklar olarak ilân etmiştir. Kaynağını hukuktan almayan şiddetin her türlüsünü reddeden İslam dini, daha özelde kadınlara yönelen şiddeti de asla kabul etmemektedir.

Kendisi hayatında hiçbir kadına el kaldırmamış olmakla tanınan Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, “Sizin en hayırlınız, kadınlarınıza karşı en iyi olanlarınızdır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 472; Tirmizî, “Rada‘”, 11.) şeklindeki telkini, kadına karşı şiddetin kabul edilemezliğini göstermesi yanında, İslam dinine göre manevi yükseliş basamaklarından birinin, kadınlara karşı iyi muamele olduğunu da ortaya koymaktadır.

Ne yazık ki, gerek ülkemizde gerekse dünya çapında kadınlarımızın maruz kaldığı sorunlar, tarihte olduğu gibi, içinde bulunduğumuz yüzyılda da devam etmektedir. Özellikle, erkek varlığını ve haklarını önceleyen ya da merkeze alan ataerkil zihniyetin, çeşitli kültürel, ekonomik ve dinsel verileri, kendi sübjektif emellerine alet ederek geliştirdiği hayat anlayışı, toplumların bütününde olmasa bile kimi fertlerinde hâlâ etkilidir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1979’da, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair Sözleşme”yi (CEDAW sözleşmesini) hayata geçirmek üzere dünya devletlerini imzaya çağırmış, 1999’da da 25 Kasım gününü, “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” ilan etmiştir. Günümüzde hem devletler hem de çeşitli uluslararası ve yerel sivil örgütler, bu konudaki mücadeleyi sürdürmektedir.

Kadına karşı şiddetin önlenmesinde dinin ve dini kurumların nasıl rol alabileceğine gelince, elbette ki bu, devletlerin ve örgütlerinkinden biraz farklı olarak, hukuki ve maddi cebir yoluyla ya da politika yoluyla değil, ancak, çok daha derine inerek, insan beyninin ve zihin yapısının şiddetten arındırılması yoluyla olacaktır.

Hukuk ve yasa, göz önündeki bir insan hakkı ihlâlini engelleyebilir. Sokakta gezinen bir zorbanın elini bağlayabilir. Peki, bu zorbanın, değişik zaman ve mekânlarda, açıkta ve tenhada, kanunun görmediği ya da görmezden geldiği yerlerde bile üzerinde taşıdığı o saldırgan ruhunu, kim bağlayacaktır?

Günümüzde insanlığın barışı için kurulmuş devletler üstü birçok örgüte rağmen ve devletlerin, sürekli yenilenen insan haklarıyla ilgili mevzuatlarına rağmen bir türlü şiddet önlenemiyorsa, hatta bütün insanların gözleri önünde bazı ülkelerde katliamlar, masum sivillere yönelik bombardımanlar, kadınlara karşı tecavüzler devam ediyorsa, hukuk ve yasadan öte bir tedbire ihtiyaç duyulduğu açıktır.

İnsanı, şöyle veya böyle davranmaya iten saiklerin başında din ve ahlak gelmektedir. Esasen hakkaniyet, adalet gibi esasların ve ahlakın temel kaynağı, dindir. Çünkü din, insana, kendi dışında sorumlu olduğu yüce bir varlığı hatırlatır. Merkezinde Yüce Yaratıcı’nın bulunduğu bir hayat öngörür. Allah Teâlâ’nın, kendisi gibi birçok varlık yarattığını gören insan, üstünlük ölçütünün kendi elinde değil, Allah’ın elinde olduğunu, insanların ırk, dil, renk ve cinsiyet bakımından eşit olup yegâne üstünlüğün, Allah katında ahlaklı ve erdemli bir insan olmaya bağlı olduğunu kavrar. Böylece, Yunus Emre’mizin bir deyişinde, “Yaratılanı sev, Yaratandan ötürü” biçiminde özetlediği hoşgörü medeniyetini kurar. Din insana, bu âlemden başka daha ulvi bir âlemin varlığını bildirir ve insanı, henüz bu âlemde iken, o ulvi âlemdeki erdemlere eriştirmeye çalışır. Önüne bir ideal ve hedef koyar.

Buna karşın, hayatın merkezine kendini koyan, kendi çıkarından başkasını düşünmeyen benmerkezci vb. sıfatlarla anılan bir insan, Yüce Yaratıcı’nın öğütlerine boyun eğmek yerine, kendi heva ve hevesini merkeze almaktadır. Başta ahlak olmak üzere, her türlü değerin ve üstünlüğün yegâne ölçütü olarak kendini gören bir insandan, başkalarının haklarına karşı, objektif bir tavır nasıl beklenebilir? Böyle bir kişinin bir ideal ve hedeften yoksun, sorumluluk duygusundan uzak bir yaşantısı, ancak, güçlünün haklı sayıldığı, mazlumların hor görüldüğü, basit menfaatler uğruna, dayanışma, yardımlaşma, sevgi, hoşgörü ve adalet gibi ahlaki değerlerin feda edildiği bir yaşam olabilir. Hayatını, bedeninin ve maddenin “iktidarı” üzerine kurgulamış böyle bir insanın, biricik maddi iktidarını kaybetme korkusu, sürekli onu tedirgin eder ve çoğu zaman da, “ötekileştirdiklerine” karşı şiddet kullanmaya sevk eder.

Merkezinde Allah’ın bulunmadığı bir hayat, rehbersiz çıkılan bir yolda, karanlıklar içinde kalmaktır; yolunu şaşırmış bir halde, “Neredeyim?”, “Kimim?” ve “Nereye gideceğim?” sorularına cevap veremeyip bocalamaktır; kendini tanımamak, bilmemektir.

Kendini bilmek, kişideki biyolojik ve maddi tabiatın, nefsin terbiye edilmesi, cehalet, taassup, nefret, ihtiras ve şiddet gibi duyguların, ulvi faziletler lehine kontrol edilmesi, maddi beden yanında manevi bir kimliğin keşfi demektir. İnsan, doğuşundan itibaren gittikçe olgunlaşma göstererek, biyolojik ve maddi tabiatından manevi tabiata doğru bir seyir takip etmek durumundadır. Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin, “hamdım, yoğruldum, piştim, yandım” diye özetlediği bir süreçtir bu. Tasavvuf kültürümüzdeki, “kendini bilen Rabbini bilir” şeklindeki vecize de, bu süreçle varılacak hedefi göstermektedir.

Dinî öğretiler ve duygular ile insandaki şiddet eğiliminin kontrol altına alınabilmesi aşamasında, insanların gerçekten dinî özgürlüklere sahip olup olmadığı ve özgürce kendi dinlerini yaşayıp yaşayamadıklarının irdelenmesi, önem arz eden hususlardan biridir. Başta dinî özgürlükler olmak üzere, diğer özgürlük alanlarında kendini kısıtlanmış hisseden ve bu kısıtlılık sebebiyle psikolojisi olumsuz yönde etkilenmiş bulunan bir insandan, başkalarının haklarıyla ilgili sağlıklı bir davranış ortaya koymasını beklemek, gerçekçi olmayacaktır. Böyle bir insanın, sahip olduğu din anlayışını olumlu yönde harekete geçirememesi bir yana, yaşadığı olayları kendi psikolojisinin sürüklediği istikamette değerlendirmesi ve dinî argümanları, kendi sübjektif düşüncelerinin bir aracı hâline getirmesi dahi ihtimal dâhilindedir.

Özgürlükler ve haklar, birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Bir insandan, yine kendi gibi insan olan başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı göstermesini beklerken, meseleyi sadece münferit bir özgürlük bağlamında değerlendirmenin, istenen sonucu vermeyeceği tabîdir. İnsana saygı gösterme anlayışı, bütün özgürlükleri içine alacak bir plan dâhilinde, fertlere kazandırılmaya ve hayata geçirilmeye çalışılmalıdır.

Kadın hakları hayata geçirilirken, dinî duygu ve tutumlardan, istenen düzeyde yararlanılabilmesi için, bir taraftan fertlere özgür bir dinî hayat imkânı tanırken, diğer taraftan da onlara, sağlam kaynaklara dayalı sahih bir din algısının kazandırılmış olması, konuştuğumuz mesele bağlamında büyük önem arz etmektedir. Sahih bir din algısının desteklenmesi, din konusundaki istismarlara ve insanların aklını çelen sapık din akımlarına karşı mücadeleyi gerektirecektir. Ak ile kara, birbirinden ayrılmalıdır. İnsanların kendi kısır algılarıyla oluşturdukları beşerî dinler ve hele hele kaynağını, insan ruhundaki kötülük eğilimlerinin adeta dinleştirilmesinden alan satanizm gibi sözde dinî akımlar, insan hak ve özgürlüklerinin korunmasına yardımcı olmak bir yana, belki de buna yönelik en büyük tehdidi oluşturmaktadırlar. İçlerindeki şiddet eğilimlerini dinleştiren bu tür akımların mensuplarından kimilerinin, en yakın dostlarını veya kız arkadaşlarını, sözde tanrısına kurban etmeye kalkıştığı olaylar, zaman zaman kamuoyu gündemini meşgul etmeye devam etmektedir.

Kuşkusuz modern dünyadaki bu tür akımlar, insanların ruhsal tatminsizliklerinden beslenmektedir. Manevi boşluk içindeki insan, aradığı tatmini, maddenin geçici zevkinde de bulamayınca, başıboşluğa ve saldırganlık eğilimine yenik düşmektedir.

Tarih boyunca, insanları iyi ve güzele yöneltmede, terbiye edip hayatlarını değiştirmede en büyük tesiri, din meydana getirmiştir. Bugün de, sağlam ve sahih bir din anlayışı, insanları şiddetten, ayrımcılık ve haksızlıktan uzak tutabilecek bir dinamizme sahiptir.

Elbette ki, kadına karşı şiddetin önlenmesi, bu amaç uğrunda çeşitli kurumların birlikteliğini gerektirir. Siyaset, bürokrasi, ekonomi, din ve eğitim gibi sahalardaki kurumlarımızın birlikte hareket ederek, yaşanan tecrübeler ışığında yeni planlar belirlemesi, küçümsenemeyecek mesafeler katetmemizi mümkün kılacaktır. Bu işbirliğinde, hepimize büyük sorumluluk düşmektedir.

Bizler; dini, yanlışlara referans kılma cüretlerinin önünde durarak, doğrunun yolunu aydınlatacak bir meşale yakma gayreti içinde olmalıyız. Gerek yurt içindeki gerekse yurt dışındaki insanlarımıza, “kendisi için istediğini kardeşi için de isteyebilecek” düzeyde, insanlık ailesinin bir üyesi oldukları şuurunu, dinimizin engin hoşgörü ve sevgi kültürünü kazandırabilme amacında olmalıyız.