Makale

FULYA ÇİÇEKLERİ

FULYA ÇİÇEKLERİ

Zeynep DEMİR

Albay Mehmet, emekli olduktan sonra vaktinin çoğunu bahçesindeki çiçeklere bakarak, kedisi Boncuk’la oynayarak, evin ufak tefek tadilatıyla meşgul olarak geçiriyordu. Perşembeleri Bahariye Caddesi’ne çıkıyor, ikindiüzeri eski silah arkadaşlarıyla buluşuyor, geçmiş güzel günleri yâd ediyordu. Cuma günü ise kahvaltısını yapar, namazı Hacı Hüsrev Camii’nde kılar, oyalanmadan kabristanın yolunu tutardı. Kırk yıllık yol arkadaşı Sevim Hanım’ı emanet etmişti toprağa. Onun yokluğuna alışamamıştı bir türlü. Askerî okuldan öğrendikleriyle yaşamını kolaylıkla sürdürüyordu tabii. Söküğünü dikebiliyor, tenceresini kaynatıyordu. Hatta geçen kış yağmur yiyip üşüttüğünde sağlık ocağının genç tabibi Mustafa Bey’in yazdığı iğneleri bile kendi vurmuştu. Hemşire hanım her akşam uğrayabileceğini söylemişti Albay’a. Ama o, kimseyi zahmete sokmak istemezdi.

Yalnızlık zordu. Her işi hâllediyordu şükür ama yine de zordu yalnızlık. Sevim Hanım’ın yokluğu sadece sıcak bir sofra, ikindiüzeri gelen köpüklü bir kahve değildi ki. Onun yokluğu başka bir şeydi. Sessizlikti mesela. Neşeli gülüşlerin, tatlı sohbetlerin eksikliğiydi. Pazar sabahları çalışan elektrik süpürgesi sesinin artık duyulmaması, pikaptan çalan Belkıs Özener’in bir daha “Boş Çerçeveyi” söylememesi, sabah namazlarından sonraki yasinlerin bir başına okunmasıydı. Sevim Hanım’ın yokluğu, pencere pervazında eksilen güvercinler, giderek azalan kapı ziliydi.

Tam kırk yıl önce henüz bahriyeli bir subayken üniformasının tadilatı için gittiği terzihanede görmüştü Sevim Hanım’ı. Yüzündeki o mahcup ifadeyi görür görmez sevmiş, haftasına varmadan sorup soruşturması için annesini göndermişti. Birkaç ay içinde aileler tanışmış, Bahariye Caddesi’nin köşesindeki pastanede sakızlı muhallebiler yenilmiş, söz için gün alınmıştı.

Mehmet, çakı gibi delikanlıydı o zamanlar. Sevim ise daha yirmi birindeydi. Söz yüzüklerini aile büyüğü olarak Sevim’in anneannesi taktı. İkisi de çocuk yaşta babasını kaybetmişti zira. Mehmet yetim büyümüş, bilmeden gönlünü kendisi gibi yetim olan Sevim’e kaptırmıştı. Ailesinde hem evlat hem de baba görevini üstlenmişti uzun zamandır. Annesi ve kardeşi için elinden geleni yapıyordu. Şimdi kendi yuvasını kuracak, tatmadığı baba sevgisini o, evlatlarında yaşayacaktı. Sadece kendi ailesine değil, Sevim’in yalnız kalan annesine de sahip çıkacak, bir değil üç evin babası olacaktı.

Belediyeden tarih alındı. Kuyumcu Halit’ten alyanslar beğenildi. Bohçalar hazır edildi. Mehmet için önemli bir mesele daha vardı. Hacı Hüsrev Camii’nin yolunu tuttu. İkindi ezanı okunmak üzereydi. Şadırvandan abdest aldı. Namazını kılıp avluda Ahmet Hoca’sını beklemeye başladı. On iki yıl önce bir ikindi vakti şu musalla taşında yatıyordu babası. Cenaze namazı sere serpe yağan kar taneleri altında kılınmış, Ahmet Hoca, “Merhuma hakkınızı helal edin.” dediğinde cemaat hep bir ağızdan “Helal olsun.” demişti. Mehmet’in babası Bahariye eşrafından sevilen, sayılan biriydi. Geride iki küçük çocuk, gözü yaşlı bir eş bırakmıştı. Merhum, Kulaksız Mezarlığı’na götürüldüğünde de bütün dostları, esnaf ahbapları kabrinin başındaydı. Ahmet Hoca, elleriyle indirmişti aziz dostunu kabre. O gün bugündür de Mehmet’e kol kanat germişti. İlkokul bitince Mehmet’in deniz subayı olma hevesine kıyamayıp onu askerî mektebe yazdırmış, aziz dostunun emanetini hiç yalnız bırakmamıştı. Şimdi Mehmet, yuvasını kurmak için adım atarken hocasının duasını almak istiyordu. Baba gibi sayıp sevdiği Ahmet Hoca’dan nikâh şahidi olmasını istemiş, Ahmet Hoca da Mehmet’in bu isteğini seve seve kabul etmişti. Beyoğlu Belediyesi’nde kıyıldı gençlerin nikâhı. Akşam da aileler arasında mütevazı bir eğlence tertip edildi. Bahçede sofra kuruldu, düğün aşı pişirildi, konu komşu genç çifti tebrik etmek üzere geldi.

Mehmet, annesinin Hacı Hüsrev’deki evinin alt katını kiralamıştı. Sevim’in ailesi de iki sokak aşağıdaydı. Böylece gençlerin eli, hep ailelerinin üzerinde olacaktı. Mehmet çok hassastı bu konuda. Annesini de kayınvalidesini de bir başına bırakmak istemiyordu. Omuzlarına ağır bir sorumluluk aldığının farkındaydı. Sevim de annesinin terzi dükkânına gidip gelmeye devam ediyor, kayınvalidesi gençler bütün gün işte olduğundan evi çekip çeviriyor, akşam yemeklerini hazırlıyor, güneş batınca bütün aile aynı sofraya oturup bu mutlu günler için Yaradan’a şükrediyordu.

Mehmet’in en büyük hayali baba olmaktı. Evliliklerinin ilk yıllarında vakti zamanı gelince olur nasıl olsa deyip bu konunun üzerinde pek durmadılar. Ancak zaman hızla geçiyor, o müjdeli haber bir türlü gelmiyordu. Sevim’in annesi, gençlere bir doktora görünmelerini salık verdi. Sevim ve Mehmet, hastanenin yolunu tuttu. Tetkikler yapıldı, çeşitli tedaviler denendi ancak genç çiftin çocukları olmadı. Sevim bu duruma pek bir üzülüyor, Mehmet ise büyük bir teslimiyet göstererek eşini teselli ediyordu.

Zaman su gibi aktı. Sevim, mahallenin Sevim Teyze’si, Mehmet ise Emekli Albay’ı oluverdi. Bir zamanlar annelerinin yavruları olan Sevim ve Mehmet şimdi annelerinin ebeveyni olmuştu. Artık iki tonton nine olan annelerini yanlarına almış, onların bakımlarını üstlenmişlerdi. An geliyor yemeklerini kendi elleriyle yediriyor, kıyafetlerini yıkayıp ütülüyor, ılık bahar akşamlarında parka yürüyüşe çıkartıyorlardı. Mehmet Albay eşine arada takılıyor, “Ne dersin Sevim Hanım, ellimizden sonra iki evlat sahibi olduk baksana!” diye latife ediyordu.

Onların içinde yeşeren sevgi sadece annelerine has değildi elbette. Mehmet, yıllarca kız kardeşine de sahip çıkmış, onu kendi elleriyle gelin etmiş, yeğenlerini evladı gibi sevip kollamıştı. Sevim ise annesiyle birlikte çalıştığı terzihanede nice kızın yetişip meslek öğrenmesine vesile olmuş, maddi durumu elvermeyen gençlere kumaş parasına gelinlikler dikmiş, okumak için İstanbul’un yolunu tutan gençlerin elbiselerini yok parasına tamir etmişti. Hâsılı bu güzel çift, anne sevgisini, baba şefkatini çevrelerindeki bütün insanlara göstermişti.

O kış Mehmet Bey’i derinden üzen bir olay yaşandı. Ahmet Hoca’nın hastalandığı haberi Albay’ı derinden sarstı. Hastanede ziyaretine gittiğinin ertesi günü hocası emaneti teslim etmiş, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Yine sere serpe yağan kar altında Mehmet Bey, bir kez daha aynı acıyla iç çekti. Yıllar önce babasını kaybettiğinde daha küçük bir çocuktu, henüz babasızlığın ne demek olduğunun farkında bile değildi. Şimdi koskoca adamdı ama baba gibi sevdiği Ahmet Hoca’sı ölünce kendini bir kanadı kırılmış kuş gibi hissetmişti.

Mehmet Bey yıllar içinde sevdiklerini bir bir toprağa verdi. Önce kayınvalidesi göçtü dünyadan ardından iki yıl geçmemişti ki annesini de kaybetti. Sevim Hanım’la bir başlarına kalmışlardı yine. Arada eş dost uğruyor, evladı gibi sevdiği yeğenleri kapısını çalıyordu. Sevim Hanım’ın da misafirleri eksik olmazdı doğrusu. Sevenleri çoktu. Sonra… Sonrası yalnızlık. Kırk yıl dile kolay. Tam kırk yıl aynı yastığa baş koyduğu yol arkadaşı da dünya mihnetini tamamlamış, onu bir başına bırakmıştı.

Eylülün ilk cumasıydı. Albay namaza çıkmış, dönüş yolunda ahbaplarıyla hoş beş ettikten sonra pazara uğramıştı. Sevim Hanım için pazardan en güzel incirleri seçmiş, bir de çiçekçiden fulya soğanı almıştı. Çiçekleri çok severdi Sevim Hanım ama öyle iki günde sararıp solan buketleri değil, elleriyle yetiştirdiği güllere, kasımpatılarına, menekşelereydi onun sevgisi. Mehmet Bey de eşinin huyunu suyunu bildiğinden ona bir buket çiçek yerine fulya soğanı almış bir de güzel bir saksı beğenmişti, fulyaları dikmesi için. Evin sokağına girdiğinde kalbinde bir ağrı hissetti, hayra yordu önce. Ama adımları kapıya yaklaştıkça iç sıkıntısı büyüyordu. Zili çaldı, açan olmadı. Cebinden anahtarlarını çıkardı, kilidi çevirdi. Sevim Hanım, beyaz başörtüsüyle önünde açık Mushaf’ı her zamanki köşesinde öylece oturuyordu. “Sevim Hanım, ben geldim.” diye seslendi önce. Sesine bir karşılık alamadı. Eşine yaklaştı. Bal rengine dönmüş yüzüne, yarı kapanmış gözlerine hüzünle baktı. Sadece bir “ah” çıktı dilinden. O ah bütün bir mahalleyi baştan başa dolaştı. Hacı Hüsrev, Sevim Hanım’ını kaybetmişti.

Henüz birkaç ay olmuştu Sevim Hanım vefat edeli. Ama Mehmet Bey’e birkaç asır gibi gelmişti. O fulyaları eşinin mezarına dikti Mehmet Bey. Eşinin emaneti çiçekleri kararınca suladı, her cuma kabristana gidip dualar etti. Şu koskoca dünyada kendini yapayalnız hissetti. Sağ olsun sevenleri yalnız bırakmadı onu. Sık sık gelip bir ihtiyacı olup olmadığını soran dostları, illa bize taşın diyen kız kardeşi, seni bir başına bırakmayız diyen eski silah arkadaşları… Yine de bir şeyler eksikti işte. Akşam olup gün batınca, herkes evine çekilince yalnızlık çörekleniyordu yüreğine. Eskiden oturdukları akşam sofralarını anımsıyor, hüzünle o günleri yâd ediyordu. Bir şeyler yapmalıydı. Böyle kederlenmek ona yakışmazdı. Şimdiye kadar nasıl ki Rabbin’in takdirine razı olmuşsa bundan sonra da aynı teslimiyetle yaşayacaktı.

O günlerde bir karar aldı Mehmet Bey, sağlığı elverdiğince kimsesiz çocuklar için çalışacaktı. Çok şükür eşi ile kenarda köşede birikmiş parası, geçimini rahatlıkla sağlayabileceği emekli maaşı vardı. Yine mahalle camiinin yolunu tuttu. Ahmet Hoca’dan sonra mahalleye genç bir imam atanmış, Mehmet Bey bu genç adamı da pek bir sevmişti. Adı Mahir’di. Üstelik ismi gibi de mahirdi bu delikanlı. Mahallede herkesi tanımış, kimin ne sıkıntısı varsa ilgilenmişti. Mehmet Bey’in yardım talebini de büyük bir sevinçle kabul etti. Mehmet Bey de eskisinden daha iyiydi şimdi. O hep çevresindekilere yardım etmiş, ailesine kol kanat germişti. Şimdi belki bir başınaydı ama ihtiyacı olan başka insanlar vardı. Kendi gibi yetim kalan nice çocuk onun gibi hayırsever insanların sayesinde okuyacak belki bir gün o çocuklardan biri de subay üniformasıyla karşısına çıkacaktı.