Makale

PANİK BOZUKLUK

PANİK BOZUKLUK
Esra ORAS
Uzman Psikolog/Psikoterapist

Panik bozukluk, bilinen adıyla panik atak, yoğun bedensel semptomların olduğu korku ataklarıyla başlayan, ardından bu atakların yeniden yaşanması beklentisi ile günlük hayattaki işlevselliği ciddi şekilde olumsuz etkileyen bir çeşit anksiyete bozukluğudur. Panik atak nöbeti sırasında nefes alıp vermede güçlük, boğulma ve baygınlık hissi, kalp çarpıntısı, nabızda artış, titreme, terleme, aşırı üşüme gibi fiziksel belirtilerle birlikte ölüm veya aklını kaybetme gibi korkular çok yoğun şekilde yaşanır. Bu atağı bir kere yaşamak dahi beklenti kaygısını (Yeniden atak gelir mi?) başlatabilir. Hayatı asıl tahrip eden de atakların kendisinden ziyade bu beklenti kaygısıdır. Atak gelebilir kaygısıyla kişi sosyal, mesleki, ailevi ve daha pek çok alandaki deneyimlerinden geri çekilmeye başlar yahut deneyimlerini çok güçlü bir kaygının gölgesinde sürdürür.

Kaygının yarattığı zorlayıcı bedensel belirtilerle birlikte kişinin zihninde pek çok felaket senaryosu (Ölecek miyim? Kalp krizi mi geçiriyorum? Bayılacak mıyım? Aklımı mı yitiriyorum? vb.) dönmeye başlar. Bu senaryolar kaygıyı artırır, kaygı arttıkça bedensel semptomlar artar, bedensel semptomlar arttıkça düşünceler güçlenir ve kişi bu sarmalın içinde müthiş bir sıkışmışlık hisseder. Tekrar bu sıkışmışlığı ve çaresizliği hissetmemek için tedbirli yaşaması gerektiğini düşünür ve bu durumu tekrar yaşayabileceğini düşündüren her deneyimden kaçar.

Hayatının merkezine kaygısını koyan kişinin artık tüm tercihlerinde referans noktası kaygısı olmuştur. Kaygı merkezde oldukça bir sarmaşık gibi yayıldıkça yayılır ve belli bir noktadan sonra kişinin hayatını yaşanmaz hâle getirir.

Panik bozukluktan muzdarip olan kişiler sadece bu rahatsızlığın yükü ile uğraşmaz. Toplumsal baskı ve anlayışsızlık da işlerini zorlaştırır. Kendilerini küçücük şeylerden korkan, aciz, başarısız, eksik biri gibi hissederler. Çevrelerindeki insanlar da onların bu kaçınmacı tavrından olumsuz etkilendikleri için kendilerini yakın çevrelerine karşı suçlu hissederler. Tüm bu sebeplerden dolayı panik bozukluk belli bir zamandan sonra beraberinde depresif belirtileri de getirir. Umutsuzluk, çökkünlük, suçluluk, motivasyon eksikliği bu belirtilerin başlıcalarıdır.

İlk atak yaşandığında kişiler genellikle soluğu acil serviste alırlar. Fiziksel bir sorun olmadığına ikna olmak onlar için çok kolay olmayabilir. Yaşadıkları şey öylesine derindir ki bunun “psikolojik” olduğunu söylemek onlara hislerinin küçümsendiği duygusunu verebilir. Bu, toplumun psikolojiye bakış açısı ile de çok alakalıdır elbette. Kişinin yaşadığı o yoğun deneyimin psikolojik olduğu söylendiği anda şu cümleler dökülür birilerinin ağzından: “Bunu sen kendi kendine yapıyorsun; Her şeyi kafaya taktığın için oldu; Biraz rahat olsan bunu yaşamazdın.” Yani anlayacağınız panik bozukluk yaşayan kişinin yükü, zannettiğimizden çok daha ağırdır. O, şimdi kendini hem korkak hem mahcup hem de çaresiz hissediyordur. Tüm bunlardan duyduğu utanç da cabası. Oysa bir rahatsızlığın psikolojik kaynaklı olması, bu duruma kişinin kendisinin sebep olduğu anlamına asla gelmez. Nitekim pek çok fizyolojik kökenli hastalığı da psikolojik tetikleyiciler ortaya çıkarır. Psikolojik ya da fizyolojik olsun fark etmez, her rahatsızlık bize bir haber vermek amacıyla bedenimizi ziyaret eder. Bu haberi almak ve gereğini yapmak için harekete geçmek bizim sorumluluğumuz olsa da bu durum mevcut rahatsızlığın salt bizim elimizde olan faktörlerden oluştuğunu asla göstermez.

Bu rahatsızlığı ortaya çıkaran tetikleyici etkenler çok değişken olabilmekle birlikte kendi klinik gözlemlerimde fark ettiğim ortak bir tetikleyici faktör var. Bu faktörün adı, en kısa tabirle, “ilişkilerde sınır” dediğimiz olgu. Şöyle örneklendirmek isterim: Ülkesi işgal edilmiş kişi tehdit altında hisseder, belirsizlik çemberinin içinde yarınlara dair plan yapamaz, ümidi yok olur. Böylesi bir durumda en temel güven duygusunu yitiren insanın doğal olarak kaygısı ayyuka çıkar. Eli kulağında tehlike bekler ve süreğen bir tetiktelik hâli içinde olur. İşgal edilen bir ülke insanı nasıl yoğun kaygı geliştirirse başkaları tarafından işgal altında hisseden bir insanın bedeni de kaygıyı her bir hücresinde hissedecektir. Bedenimiz bizim vatanımız; işgal altında hisseden bedenin savunma durumuna geçmek için ihtiyacı olan enerjiye ulaşması kaygı ya da öfke duyguları ile mümkündür. Bedenin ürettiği bu duygular aslında “hasta” olduğundan değil kendi kendini iyileştirme çabasından dolayı ortaya çıkar. Yani panik bozukluk semptomları kişinin işgal altında hisseden bedeninin kendini onarma sürecinin bir parçasıdır. Dolayısıyla panik bozukluk yaşıyorsanız ilişkilerinizde sınırlarla ilgili sorun olup olmadığını gözden geçirin derim. Şu sorular eşliğinde bu konuda kendinizi yoklayabilirsiniz: Başkaları tarafından reddedilme kaygısı ile kalbiniz hayır derken evet diyor musunuz? Dur diyemediğiniz için başkalarına ait sorumluluklarla işgal edilmiş hissediyor musunuz? Başkalarının kurtarıcısı olacağım derken kendinizi kurban olmuş buluyor musunuz? Ne sıklıkta haksızlığa uğramış hissediyorsunuz? Sorular çoğaltılabilir elbette. Bu soruları sormak ve cevaplarına ulaşmak size bir bakış açısı sağlar. Fakat hem panik bozukluk hem de sınırlarla ilgili yaşadığımız sorunlar ardında uzun bir hikâye taşırlar. Bu hikâyeye bakmak, anlamak, anlamlandırmak, yeni bir hayat üslubu geliştirmek çokça önem taşır. Nitekim az evvel de belirttiğim gibi, semptomlar her zaman için bir habercidir. Getirdiği haberi almak ise bizim tekâmül ödevimizdir.

Tam bu noktada bu sorunu yaşayan insanların tedavi hususunda kafa karışıklıklarına da yanıt olmak adına birkaç noktaya temas edeceğim. İlki, psikiyatrik tedavi konusu. Yani panik bozukluk yaşadığımı düşünüyorsam psikiyatriste gidip ilaç kullanmalı mıyım? Şöyle ki, yapılan araştırmalar panik bozukluğun sadece psikoterapi desteği ile tedavi edilebilen bir sorun olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla önceliğiniz psikoterapi uygulama yetkinliği olan bir psikoloğa gitmek olmalı. İlaç tedavisinin gerekip gerekmediği hususu, terapi sürecinde netleşecektir. Panik bozukluk sorununun ortadan kalkması, yaşam üslubunun değişmesi ile mümkün. Dolayısıyla mevcut alışkanlıkları değiştirmek, duygularımızla kurduğumuz ilişkiyi dönüştürmek, kendimizle ve bir öteki ile ilişkimizi yeniden tasarlamak noktasında medikal destek bazen çok kolaylaştırıcı olabilir. Bu yüzden kolaylaştırıcı olarak ilaç noktasında da ön yargılı olmamak gerekir.

Tedavi noktasında gerekli adımları attıktan sonra panik bozukluk döngüsünden çıkmanızı sağlayacak tavsiyeleri ise şöyle sıralayabiliriz:

* Atak geçiririm kaygısıyla yapmaktan kaçındığınız (kaçınma davranışları) ya da yapmak zorunda hissettiğiniz (telafi davranışları) deneyimleri not alın. Örneğin tramvaya binmemek bir kaçınma davranışı iken yolculuğa çıkarken çantanıza sakinleştirici ilaç koymadan çıkmamak bir telafi davranışıdır. Bu gibi davranışlarınızı not alın. Böylece yaşamınızdaki panik bozukluğa bağlı bedeller ve seçimler netleşecektir.

* Adım adım bu davranışları değiştirmeye çalışın. Yani en bilinen tabiriyle kaygınızın üstüne gidin. Bu eylemler esnasında tabii ki çok kaygılanabilirsiniz. Fakat kaygınıza izin vererek onunla birlikte yola devam etmeyi öğrenmeden onun hayatınızdaki etki gücünü azaltamazsınız.

* Düzenli nefes egzersizleri yapmaya çalışın. Zira kaygı, doğrudan nefes düzenimizi etkiler. Kişi, kaygı atağı sırasında nefesindeki değişikliklerin farkına varma becerisini, ancak kontrollü ve sağlıklı nefesi deneyimleyerek kazanabilir.

* Kaygı dolu düşünceler geldiğinde onlarla savaşmayın. Düşüncelerinizle savaşmak ya da onlardan kurtulmaya çalışmak düşüncelerinizin etki gücünü artıracak, onlara daha fazla odaklanmanıza sebep olacaktır. Bunun yerine o düşünceler geldiğinde onların sadece gelip geçici bir düşünce olduğunu kendinize hatırlatıp onlara içinizde yer açarak o düşüncelerin konuşmalarına izin vererek hayatınızı onların talimatı ile değil de kendi değerlerinize uygun şekilde yaşamaya çalışın. Örneğin zihniniz “Sakın uçağa binme yoksa başına kötü şeyler gelecek!” talimatı veriyorsa bu talimat neden geldi, gelmemeli gibi düşünüp onunla savaşmayın. Yapmanız gereken tek şey bu talimatı duyup, fark edip, daha farklı şekilde harekete geçmek.

* Sınırlarınızı yukarıdaki sorular eşliğinde gözden geçirin ve ilişkilerinizdeki tutumlarınızı yenileyin.

* Kendinize şefkat göstermeyi ihmal etmeyin.