Makale

HZ. PEYGAMBER’İN ÖRNEKLİĞİNDE VEFA TOPLUMUNUN İNŞASI

HZ. PEYGAMBER’İN ÖRNEKLİĞİNDE VEFA TOPLUMUNUN İNŞASI

Esin TÜRKMEN

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resülü aynı zamanda insanlar için en güzel örnektir. Nice güzel haslet onun kişiliğinde tecessüm eder ve anlam kazanır. Onun veladeti insanlığa rahmet ve esenlik getirmiş, Kur’an ahlakıyla bezeli yaşantısı müminlerin yolunu aydınlatmıştır. Müslümanlar o aydınlığın izinde kimliklerini ve kişiliklerini inşa ederek güven toplumunu tesis ederler. Aklıselim ile tefekkür eden müminler için Hz. Peygamber’in hayatından örnek alınacak hasletlerden biri de hiç şüphesiz onun vefasıdır.

Kimi kelimeler vardır ki onların anlamı üzerine tefekkür edince kanatlarını alabildiğince açtığını, bütün güzellikleri gölgesi altında topladığını görürsünüz. Vefa da kanatlarını ardına kadar açan, konduğu yeri güzelleştiren, uçtuğu topraklara iyilik tohumları saçan, geçtiği havzaları samimiyet ve içtenlikte mayalayan bir kavramdır. Onu ne hasbilikten ne diğerkâmlıktan ne de diğer iyi ve güzel hasletlerden ayırmak mümkündür. Vefa sadece kişiliğin inşasında değil, toplumun inşasında da birincil rol oynar, güven ve huzur toplumunun temel taşlarını döşer, bireyi yalnızlığın sisli havasından, karamsarlığın huzursuz ellerinden çekip alır. Vefa insanın sermayesidir. Vefa sermayesini hakkıyla kullanan insanlar, başta Yaradan’a, O’nun gönderdiği Kutlu Elçi’ye vefa gösterir. Ardından vefa halesini halka halka genişleterek bütün insanlığı ve hatta canlıları bu halkanın içine alırlar.

Vefa, köklerini geçmişten alan ancak geleceğe doğru dal budak salan bir haslettir. Özünde, insanın geçmişte kendisine yapılan bir iyiliği unutmaması, bugünü ve geleceği o iyiliğin gerektirdiği şekilde dizayn ederek hareket etmesi yatar. Bu nedenledir ki vefa Yaradan’a karşı asli görevlerimiz arasında yer alır. Bizi yoktan var eden, varlığından haberdar eden, bize sayısız nimetler veren, ilahi kelamı ile muhatap kılan Yüce Allah’ın lütfu karşısında vefa göstermek müminin temel vasfı olmalıdır. Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinin başında Rabbimizin (c.c.) sayısız nimetlerini veciz bir dua ile şöyle anlatır: "İlahi! Hamdini sözüme sertac ettim, zikrini kalbime mi’râc ettim, kitabını kendimize minhâc ettim. Ben yoktum var ettin, varlığından haberdar ettin, aşkınla gönlümüzü bî-karar ettin. İnayetine sığındım, kapına geldim. Hidayetine sığındım lütfuna geldim. Kulluk edemedim affına geldim. Şaşırtma beni, doğruyu söylet, neş‘eni duyur, hakikati öğret. Sen duyurmazsan ben duyamam, sen söyletmezsen ben söyleyemem, sen sevdirmezsen ben sevemem. Sevdir bize hep sevdiklerini. Yerdir bize hep yerdiklerini. Yar et bize hep erdirdiklerini. Sevdin habibini, kâinata sevdirdin. Sevdin de hil‘at-i risaleti giydirdin. Makam-ı İbrahim’den Makam-ı Mahmûd’a erdirdin, server-i asfiyâ kıldın. Hâtem-i enbiyâ kıldın. Muhammed Mustafa kıldın. Salât-ü selâm, tahiyyât-ü ikram, her türlü ihtiram ona, onun âline, ahbâbına, ailesine, ashâbına ve etbâbına Ya Rab!"

Vefa, Müslümanların Rabbin inayeti karşısında sergileyeceği tavır, Elmalılı’nın da belirttiği gibi içinde sevgi ve hürmet barındıran önemli bir değerdir. Rabbe vefa göstermek yüksek sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi, onun sevdiklerini sevip sevmediklerinden uzaklaşmayı, nimetlerine şükrü en güzel şekilde eda etmeye çalışmayı, sadakati, ahde vefayı gerekli kılar. Zira insan ilk ahdini Rabbiyle yapmış, “Kâlû Belâ” ifadesiyle formüle edilen bu ahitte, O’nu Rabbi olarak tanıyıp bildiğini ikrar ve idrak etmiştir. Mümine düşen bu ahde sadık kalmak, yaşamını sırat-ı müstakim üzere kurmak ve vefasını göstermektir. Kur’an-ı Kerim’de de ahde vefa müminin sahip olması gereken hasletler arasında zikredilmiş (Bakara, 2/177; Ahzâb, 22/23), vefanın zıddı olan nankörlük ise yerilmiştir. Vefanın karşılığı lütuf ve ecirken vefasızlığın karşılığı Rabbin gazabını celbetmektir. Yüce Allah (c.c.), Bakara suresinde İsrailoğullarından Allah’tan başkasına kulluk etmemeleri, ana babaya, akrabaya, yetimlere ve miskinlere yardım etmeleri, namaz kılıp zekât vermeleri, haksız yere kan dökmemeleri konusunda söz aldığını fakat çok azı hariç insanların verdikleri sözden döndüklerini zikretmiş, bu ahde vefasızlık karşısında onların kalplerinin katılaştırılarak iman ile müşerref olmaktan yoksun bıraktığını dile getirmiştir (Bakara, 2/83-84).

Vefanın sacayaklarından biri de emanete riayet etmektir. Bize can emanetini teslim eden, ömür sermayesini veren Yüce Allah’ın (c.c.) emanetine riayet, bu ömrü onun rızasına giden yolda geçirmekle, bedenimize ve ruhumuza emanet bilinciyle bakmakla mümkündür. Vefa ve emanet ilişkisi en güzel şekliyle Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şahsında tezahür eder, halk arasında daha nübüvvetinden önce, “el-emîn” olarak tanınan Hz. Peygamber, risaletinin ardında da vefasıyla tüm müminlere örnek olmuş, kendisine ufacık bir iyiliği dokunan insanları dahi ömrünün sonuna kadar hayırla yâd ederek herhangi bir ihtiyaçları olduğunda onların yardımına koşmuştur. Vefakâr insan, kendisinden emin olunan insandır. İhtiyaç duyduğunda ona güvenebileceğiniz, derdinizi açabileceğiniz ve yardımı talep edebileceğiniz emin kişidir.

Risaleti esnasında Mekke’ye Müslümanların çektiği sıkıntılar had safhaya ulaştığında, İslam’a davet için yeni beldelere açılmak gerektiğini düşünen Allah Resulü, Taif’e gitmiş fakat bu yolculuğu istediği gibi sonuçlanmamıştı. Yol arkadaşı Zeyd (r.a.) ile birlikte Mekke’ye geri dönmenin yollarını arayan Resulüllah (s.a.s.), Zeyd’i gizlice Mekke’ye göndererek kendisini himaye edebilecek kişilerle görüşmesini istedi. Zira Ebu Leheb’in önderliğindeki Haşimoğulları artık ona sırt dönmüş, hamisi Ebu Talip ise vefat etmişti. Bu esnada Nevfeloğulları’nın lideri Mut’im b. Adî, Hz. Peygamber’i himaye edeceğini bildirdi. Resulüllah zor zamanında ona uzanan yardım elini ömrü boyunca unutmadı. Hatta Bedir savaşı sonrası esir düşen Mekkeli müşrikleri kastederek “Eğer Mut’im b. Adî sağ olsaydı, sonra şu kokuşmuş kişiler hakkında konuşup onları bağışlamamı isteseydi hiç şüphesiz bunları Mut’im(in hatırı) için serbest bırakırdım.” buyurdu (Buhâri, Meğâzî, 12). Vefakârlığı bir erdem olarak hayatına mündemiç kılan Peygamber Efendimiz, ashabına da bu duyguyu aşılamış, küçük büyük çevresindeki herkesin vefalı davranışlarını bilhassa takdir etmişti. Kendisi de yakınlarına büyük ihtimam göstermiş, zamanın şartları onu sevdiklerinden uzak düşürse de gün gelip de yolları kesiştiğinde hürmet ve ikramda bulunmuştu. Hz. Hatice’yi (r.anhâ) ömrü boyunca gönlünden de dilinden de düşürmeyen Resulüllah’ın huzuruna bir gün ihtiyar bir kadıncağız geldi. O esnada Peygamber Efendimizin (s.a.s.) yanında Hz. Aişe validemiz de bulunmaktaydı. Resulüllah Efendimiz kadıncağıza ismini sordu. O da Cessâme el- Müzenî cevabını verdi. Hz. Muhammed çirkin anlamına gelen “cessâme” adını değiştirerek ona, Hassâne el-Müzenî adını verdi. O ihtiyar kadının hâlini ahvalini sorarak iltifatta bulundu. Resulün ilgi ve alakasına dikkat kesilen Hz. Aişe, yaşlı hanım gittikten sonra onun kim olduğunu sordu. Peygamber Efendimiz de “Hatice’nin arkadaşı olup onun sağlığında bize gelip giderdi. Kuşkusuz ahde güzel bir şekilde vefa göstermek imandandır.” buyurdu (Hâkim, Müstedrek, I, 20).

Yaratılanlara karşı Yaradan’dan ötürü hürmet göstermeyi de içine alan vefa, hem ferdî hem içtimai hayatımızda huzur ortamını tesis eden önemli amillerden biridir. Bu hürmet ve ihtiramı hak edenlerin başında hiç şüphesiz ki ailemiz, büyüklerimiz gelir. Bizi bebeklik çağımızdan itibaren koruyup kollayan, her türlü derdimizde sıkıntımızda yardımını esirgemeyen ailemize ihtiyarlık çağı gelince hürmet ve özen göstermek, onlara “öf” bile dememek vefanın en güzel örneğidir. Allah Resulü de anne ve babaya karşı vefalı davranılmasına ayrıca önem vermiş, bir gün kendisiyle birlikte cihat etmek için “Anne babamı ardımda ağlar bırakıp sana geldim ya Resulallah!” diyerek yanına gelen bir genci “Onların yanına geri dön ve ikisini de nasıl ağlattıysan öylece güldür!” buyurarak geri göndermiştir (Ebu Dâvûd, Cihad, 31).

Ömrün en düşkün çağı olan erzel-i ömürden Rabbine sığınan Resulüllah, rahmeti, büyüklerin ve bilhassa anne babanın rızasında aramak gerektiğini “Beli bükülmüş ihtiyarlar, süt emen bebekler ve otlayan hayvanlar olmasa idi, üzerinize azap yağardı.” (Taberani, el-Mu’cemü’l-kebîr, XXII, 309) buyurarak dile getirmişti. Zira gençlik çağının gücü ve kuvveti uçup giden, yetişkinlik döneminin idrak ve bilinci de zaman içinde sönümlenen insanoğlu için ihtiyarlık zamanla bir düşkünlük hâlini alır, onların bedenleri kadar gönüllerini de hassaslaştırır. Bu nedenledir ki insanoğlunun vefasını göstermesi gereken başta o toplumun büyükleridir. Büyüğüne hürmet etmeyen toplum sadece geçmişine sadakatsizlik göstermiş olmaz, geleceğini de zedeler. Toplumun insani seviyesi, o toplumun yaşlılarının içinde bulunduğu hâle bakılarak anlaşılabilir. İlahi kelamın ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) sünnetinin ışığında evin bereketi olan, varlığıyla haneleri yuva sıcaklığına kavuşturan anne babalar, o toplum için geleceğe yapılmış en kıymetli yatırımdır. O zaman köklerini geçmişe salan vefa dal budak salarak gelecekte huzurun ve iyiliğin meyvelerini insanoğluna sunar.