Makale

BİR YAŞAM TARZI OLARAK VEFA

BİR YAŞAM
TARZI OLARAK VEFA

Kaan H. SÜLEYMANOĞLU

Mevlana Celaleddin-i Rumi, insanı bir ağaca, kalubelada Rabbine verdiği ahdi de ağacın köküne benzetir. Vefasız kişi ise kökü çürümüş ağaçtan farksızdır; ondan ne meyve gelir ne de hayır!

İnsanı yeryüzündeki diğer canlılardan ayıran vasıflardan biri de onun bütün hayatını bir değerler silsilesi etrafında dizayn etmesidir. Her istediğini yapmaması, her canının çektiğine elini uzatmaması, her aklına geleni söylememesi onu varlık âleminin en üst mevkisine, eşref-i mahlukat makamına çıkartır. İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak sadece değerli bir varlık değil, kendisinden değer üretmesi beklenen bir varlıktır. İnsan olmak dikkati, rikkati, ihtimamı, fedakârlığı, diğerkâmlığı ve bunların nihai hedefi sayabileceğimiz vefayı bir ödev olarak beraberinde getirir. Vefa sadece insanın üretebileceği bir değerdir.

Peki, nedir vefa? İyiliğe iyilikle, sevgiye sevgiyle, sadakate sadakatle, dostluğa dostlukla mukabele etmektir. Hatırlamak gerekir ki kişinin vefası, onu var edene karşı takınacağı tavırda tebarüz eder. İnsanlar, gündelik hayatlarında bile en ufak ikram ve iltifat karşısında kendilerini borçlu hissederler. Bizlere hayat, akıl ve kalp gibi emsalsiz nimetler bahşeden Rabbimize karşı minnetimizin, vefamızın ne ölçüde olması gerektiğini buradan çıkarabiliriz. Her şeyden önce unutmamak gerekir ki ahde vefa, ilahi bir emirdir. Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Akitleri/sözleşmeleri yerine getirin.” (Mâide, 5/1) ve “Ahde vefa gösterin; çünkü ahit, sorumluluk doğurur.” (İsrâ, 17/34) ayetleri vefanın Müslümanlar için bir lüks değil, mükellefiyet olduğunu gösterir.

Vefa: Elest Bezmine Sadakat

Kulun Rabbine karşı vefası, kendisine bahşedilen nimetleri nasıl ve ne yolda kullandığı sorularına vereceği cevapla ortaya çıkar. Aklını tevhit, kalbini sevgi, hayatını iyilik uğruna, doğruluk yolunda kullanan kimse Yaradan’a karşı vefalı bir tavır takınmış demektir. Allah Telâlâ’ya vefa, kelime-i tevhitte vücut bulan anlayışın, yani Allah’tan başka bütün ilahları reddetmenin, ilah yerine geçen zaafları ve hırsları terk etmenin, kısacası tevhit inancına sadakatle bağlanmanın adıdır. Unutmamak gerekir ki ahdine en çok vefalı olan Yüce Allah’tır. O, yolunda mücadele edenlere, canını ve malını feda edenlere Kur’an’da ebedî cennet vadederken, “Allah’tan daha fazla sözüne kim bağlı olabilir!” (Tevbe, 9/111) buyurarak vefanın en yüce mertebesinin kendi katında olduğunu haber verir.

Kulların kalubelada Rabbine verdiği sözün, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna verilen “Evet!” (A’râf, 7/172) yanıtının elbette birtakım yükümlülükleri, gereklilikleri olacaktır. Taberi, bu ahdin iman, tasdik, ikrar ve amel şeklinde dört kelimeyle özetlenebileceğini söyler. Allah’ın birliğine inanmak, imanın; peygamberin sözlerini doğrulamak, tasdikin; mesajını kabul etmek, ikrarın; buyruklarını yerine getirmek, amelin göstergesidir. Mevlana ise aynı şeyi şu güzel beyitle ifade eder: “Dosta karşı vefakâr ol; vefa, elest meclisinin borcunu ödemektir; korkarım ölürsün de borçlu gidersin.”

Bir Vefa Abidesi:

Hz. Peygamber

Vefalı insan beklentisiz, fedakâr, zor günlerde terk etmeyen, dostlarını yalnız bırakmayandır. Hz. Muhammed (s.a.s.), bu erdemlerin hepsinin kendinde toplandığı üstün bir ahlaka sahipti. Allah Resulü, hayatı boyunca ümmetini öncelemiş, ümmetinin derdiyle dertlenmiş, sevinciyle sevinmiştir. Onun pek çok meşakkate, ümmetini cehennem azabından korumak uğruna göğüs gerdiğini unutmamalıyız.

Hz. Peygamber, nübüvvetinden önce de sonra da verdiği sözlere sadık kalmış, bu özelliği dolayısıyla sadece Müslümanların değil, düşmanlarının bile takdirine mazhar olmuştur. Peygamberlik sonrası dönemde onun ahdine sadakat ve vefa davranışına en güzel örnek, yol arkadaşlarına karşı takındığı özverili tavırdır. O, nübüvveti boyunca sahabilerin ihtiyaçlarını hemen gidermeye çalışmış, hiçbirini herhangi bir konuda yarı yolda bırakmamış, hastalıklarıyla yakından ilgilenmiş, şehit düştüklerinde ailelerine, çocuklarına sahip çıkmış, onları koruyup kollamıştır. Kendisi vefalı olmuş, vefayı tavsiye etmiştir. Enes b. Malik, Allah Resulü’nün her hutbesinde muhakkak şu nasihatleri kullandığını aktarmıştır: “Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur!” (Hadislerle İslam, cilt 3, s. 293)

İslam, müminleri kardeş kılarak onları vefa zinciriyle birbirine bağlamıştır. Hatta din bağını kan bağının üzerinde tutarak bunu pekiştirmiştir. İslam’ın ilk çağında ensar ve muhacirler arasında parıldayan bu kardeşlik ilişkisi, tarih boyunca Müslümanların arasındaki vefa ve kardeşlik ilişkisine örnek oldu. Onların birbirine davranışı, kardeşin kardeşe vefasına en güzel örnek olarak tarihe geçti. Hatta Kur’an tarafından övüldü. Hicret sonrası herkesi birbirine zimmetleyen Allah Resulü, muhteşem bir vefa ve işar örneğinin yaşanmasına zemin hazırladı. Bu kardeşlik daha sonra öyle bir hâl alacaktı ki Yermuk Gazvesi’nde yaralanan Müslümanlar, çölün kavurucu sıcağında kendilerine uzatılan su dolu kırbanın bir başka sahabiye götürülmesini isteyecekti. Huzeyfe (r.a.), o sahneyi anlatırken, “Hayatımda birçok hadiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde; bunların birbirlerine karşı bu derecedeki diğerkâm, fedakâr ve şefkatli hâlleri, yani son nefeslerini de hayatlarındaki gibi fazilet içerisinde vermeleri ve ‘Ancak Müslüman olarak ölünüz.’ ayet-i kerimesinin şuuru ile hayata veda edebilmeleri, gıpta ile seyredip hayran olduğum en büyük iman celâdeti olarak hafızamda derin izler bıraktı.” İşte bu vefayı ashabına öğreten, Hz. Peygamber’in bizzat kendisiydi.

Peygamber Rehberliğinde

Değer Üretmek

Yazımızın başında insanın değerlibir varlık olmanın ötesinde değer üreten bir varlık olduğunu söylemiştik. Bunun yolu, merkezî bir değerin etrafında davranışların gelişip serpilmesidir. Ancak o zaman başkalarının sıradan gördüğünü değerli, önemsiz bulduğunu önemli hâle getirmek mümkündür. Hz. Peygamber’in vefakâr tavırlarının özünde insana ve onun iyi eylemlerine yönelik takındığı mültefit tavır söz konusudur. İnsana verdiği önem sayesinde, herkes unuttuğunda o unutmamış, herkes kaybettiğinde o bulmuş, herkes göz ardı ettiğinde o görmüştür.

Habeşistan hicretinden yıllar sonra, Habeş kralının elçileri Allah Resulü’nün huzuruna gelmişti. Efendimiz, elçilerle bizzat kendisi ilgilendi, onların hizmetini gördü. Sahabeden bazı kimselerin, elçilere hizmeti kendilerinin de yapabileceğini söylemesi üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: “Bunlar Habeşistan’a göç etmiş olan ashabıma yer göstermiş, ikram etmişlerdir. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.” (Beyhakî, Şuabu’l-îmân, VI, 518; VII, 436.)

Vefa, Peygamberimizin bütün hayatını bir baştan bir başa dolduran inceliğin adıydı. Hz. Aişe’nin rivayet ettiğine göre bir keresinde yaşlı bir kadın Allah Resulü’nü ziyaret etmiş, Efendimiz ile yaşlı kadının arasında çok samimi bir sohbet geçmişti. Bunun üzerine Hz. Aişe validemiz, “Ey Allah’ın Resulü, bu kadına çok alaka gösterdiniz, kim olduğunu merak ettim?” diye sormuş, Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştu: “Hatice hayattayken bize gelip giderdi…” (Hâkim, I, 62/40) Bu küçük hayat kesiti, Peygamberimizin vefasının sadece nübüvvetinin ilk yıllarında onu teselli eden, ona destek çıkan biricik eşi Hz. Hatice’ye yönelik kalmayarak onunla geçirdiği günlere, o günlerde kendilerini ziyaret eden bir yaşlı kadına kadar halelenerek ulaşmıştır. Resulüllah’ın benzer bir ilgiyi de Ravza’yı temizleyen siyahi kadına karşı gösterdiği rivayet edilir. Bir gün Allah Resulü o kadını Ravza’da göremeyince yanındakilere, “Nerede bu kardeşiniz?” diye sormuş, vefat ettiği haberini duyunca, “Niye bana haber vermediniz?” diyerek kabrini sormuş, oraya giderek dua etmiştir (Buharî, Cenâiz, 67).

Nübüvveti boyunca ümmetini düşünen Peygamberimize karşı bizler vefa borcumuzu, hayatlarımızı onun getirdiği değerlerin, emir ve yasakların çerçevesinde tanzim ederek ödeyebiliriz. O bir keresinde, “Sakın (günah işleyerek) mahşer gününde yüzümü kara çıkarmayın! (Beni mahcup etmeyin!)” buyurmuştur (İbn-i Mâce, Menâsik, 76). Ümmeti olmakla müşerref olanlara düşen görev, onun emanetine, mesajına, sünnetine sadakattir. Nitekim kendisi de bunun nasıl olacağını veciz bir şekilde ifade etmiştir: “Size iki şey (emanet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz: Biri, Allah’ın kitabı Kur’an; diğeri resulünün sünneti!” (Muvatta’, Kader, 3)

Yaşam Tarzı Olarak Vefa

Vefa bir seciyedir. Onu hayatın içinde cüzlere ayırmak mümkün değildir. Allah’a karşı vefa, Resulüne karşı vefa, ebeveyne karşı, akrabaya karşı vefa ne kadar önemliyse bir toplumun teşekkülünde, var oluşunda emeği geçenlere karşı da vefalı olmak gerekir.

Vefa, bizlere yapılan iyiliği unutmamak, o iyiliğin gerektirdiği şekilde mukabelede bulunmaktır. Bir insanın dünyaya gelmesinde, büyüyüp yetişmesinde en çok emeği olanlar şüphesiz ki ebeveynleridir. Çünkü onlar uykusundan, kendi vaktinden, ihtiyaçlarından fedakârlık ederek çocuklarını önceleyerek büyütmüşlerdir. Çocuklar ise bu iyiliğe ve cömertliğe karşı hayatları boyunca ebeveynlerine karşı vefa göstermekle mükelleftirler.

Bugün konuştuğumuz dilin kemale ermesinden tutun içinde yaşadığımız kültürün teşekkülüne kadar pek çok âlimin, idarecinin, emekçinin, kültür insanının katkısı vardır. Onların başında elbette şehitler gelmektedir. Mehmet Akif Ersoy’un, “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? / Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!” dizeleriyle dikkat çektiği o mana yiğitlerine karşı vefa çok önemlidir. Söz gelimi Anadolu’nun kapılarını bizlere açan ordulardan bu toprakları hilm ve selametle yoğuran Horasan dervişlerine, İstiklal Harbi şehitlerinden 15 Temmuz şehitlerine varıncaya kadar hepsi aynı amacın aynı mefkûrenin hizmetinde olan kahramanları unutmamak, onların hayatlarını feda ettikleri değerleri yüceltmek suretiyle vefa göstermek hepimizin boynunun borcudur.

Şunu da eklemek gerekir ki vefanın zıttı cefa ve nankörlüktür. Vefa tıpkı merhamet gibi öğretilebilir, öğrenilebilir bir ahlaki seciyedir. Eğitimin en doğru, en kestirme yolu doğru örnek olabilmektir. Gelecek nesillerden vefa bekleyenler evvela kendileri vefalı davranmalıdırlar. Ve vefayı parçalayarak, seçmecilik yaparak hayata geçirmek onun ruhuna aykırı bir tutumdur. Vefanın parçalanması imkânsız cüzlerden oluştuğunu, birine vefalıyken diğerine vefasız olmanın, bir durumda vefalı davranırken öbür durumda vefasız davranmanın kısa vadede vicdanları teselli edeceğini ama uzun vadede vefasızlığın toprağını süreceğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Vefa kesintisiz ve yüce bir ahlakın en önemli göstergesidir.

Yazımıza Mevlana’nın bir sözüyle başlamıştık. Yine onun bir beytiyle son verelim: “Kökleri yerli yerinde; dalları, kolları ve kanatları ise aşk yüzünden göklerde göklere yücelmiş vefa ağaçları vardır. Vefalıların bal gibi vefaları bu aşktan kaynaklanmaktadır.”