Makale

Var oluşu anlama ve anlamlandırma zekini: Tefekkür

Var oluşu anlama ve anlamlandırma zemini: Tefekkür

Dr. Yaşar Yiğit
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi


Yüce Allah’ın saygın bir varlık olarak yarattığı insanla doğrudan ilintili olan tefekkür, irfan, tezekkür ve hikmet kavramları gündeme geldiğinde öteden beri ön kabul ve sahip olunan birikimin niteliğine göre söz konusu terimlere ya da aktivitelere anlam/lar yüklenmiştir. Hangi anlam yüklenirse yüklensin söz konusu kavramların “insan” ve “akıl” ile ilgili hatta iç içe olduğu bilinen bir husustur. Diğer taraftan söz konusu kavramlar sıradan bir düşünme ve düşüncenin, bilinç ya da farkındalığın, anlam ve anlamanın da ötesinde içkin/aşkın manalar içeren kavramlar olarak dikkat çekmektedir. Makalemizin sınırları şüphesiz çeşitli ilmi disiplinlerde önemli bir hacim teşkil eden bu kavramları derinlemesine analiz etmeye elverişli değildir. Tefekkür; yalın anlamıyla düşünmedir, vakıa ya da varlığı kavramaya, anlamlandırmaya yönelik özgün bir dinamizmdir. Bu ameliyenin muhteviyatında hikmet bilgisi, ilim, irfan ve tezekkür gibi birikimlere âdeta ruh ve icaz katan önemli enstrümanlar mevcuttur. Zira bu unsurlardan soyutlanmış tefekkür ameliyesinin “varlık”ı ya da “var oluşu” anlamlandırmada yavan ve yetersiz kalacağı açıktır. Bu itibarla tefekkür yalın bir fikirden ziyade gönül buudlu hikmet ve irfan ile yoğrulmuş derinlemesine düşünmeyi/düşünceyi ifade eder.

İnsanoğlu tarih boyunca hayatı başta olmak üzere her daim “varlık”ın anlamı ve esrarını keşfetme, araştırma, sorgulama gayret ve çabasında olmuştur. Bu arayış ve keşf, medeniyetlere, sanat ve kültürlere zemin hazırlamış süreç içinde insanlık havsalamızı zorlayan bir potansiyele ulaşmıştır. Bu serüvende tefekkürün ya da aklî melekeleri olumlu ve anlamlı kullanmanın ayrı bir yeri ve önemi olmuştur. Zira varlığın esrar ve hikmetinin keşfedilebilmesinin temelinde bilgi ve birikimin yanı sıra, “varlık” üzerinde derinlemesine tefekkürün ayrı bir değeri vardır. Bu yüzden tefekkürün sıradan bir düşünme pozisyonu ya da yetisi olarak telakki edilmesi isabetli olmaz. Nitekim her insan şöyle ya da böyle düşünür ama, her düşünen kimse mütefekkir olarak nitelendirilemez. Zira tefekkür belli bir ilmi birikimin yanı sıra, aklın bütün zihinsel yetenek ve dinamikleriyle ilintili bir eylem/durum olarak algılanmalıdır.

Şüphesiz düşünme ve tefekkür, insanı diğer canlılardan ayıran en belirgin niteliklerdir. Belki de bu nitelikler, insanı insan yapan en önemli olgulardır. Öyle ki, her iki nitelik de insanlığın tarihi kadar eski ve köklüdür.

İslam dini, kişileri hemen her konuda akıllarını kullanmaya davet eder. O denli ki, Kur’an-ı Kerim’de hemen her sure ve sayfada değişik köklerden türemekle birlikte, insanlar düşünmeye, evreni ve içindekileri ibret nazarıyla okumaya, ders çıkarmaya, Allah’a imana yönlendirilir. (Bkz. Abdulbâkî, Muhammed Fuad, el-Mu’cemu’l-Müfehres, “ F-k-r”, “ A-k-l”, “A-b-r”, “N-z-r”, “D-b-r (Tedebbur)” , “Z-k-r” mad.) Bu bağlamda bilinçsizce hayat, doğru veya yanlışı aramaksızın/araştırmaksızın körü körüne taklit yerilir. Öz bir ifadeyle aklın meyvesi olan tefekkürün terki hoş karşılanmamıştır. Zira tefekkürün terki beraberinde bilinçsizliği, dahası insanın kendini ve yaratanını unutuşunu beraberinde getirmektedir. Diğer taraftan insanlık tarihi, geçmişten günümüze değin insanın önünü açan, medeniyetler inşa etmesinin en önemli aracı olan aklın ve dolayısıyla tefekkürü terkinin her zaman geri kalmaya, karanlığa, sosyal ve toplumsal yapıda açıklar vermeye mahkum oluşa zemin hazırladığına çokça tanık olmuştur. Bireysel bazda da tefekkürün terkinin insanın “varlık” ve “var oluş” bilincinden uzaklaşmasına neden olacağı açıktır. Bu sebeple olsa gerek ki, insanın kendisini kuşatan evreni ve içinde vuku bulan harikulade olayları tefekkür/müşahede etmesi ilahî mesajlarda her daim öğütlenir. Zira onun varlık âleminde etkin bir konuma sahip oluşu bu müşahede ve tefekküre endekslidir. Nitekim, “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Âl-i İmran, 190-191.) buyrularak insanın her koşulda yakın ve uzak çevresinin içerdiği esrar ve hikmeti tefekkür etmesi ve bu bağlamda evreni ve içindekileri yaratanı tezekkür etmesine vurgu yapılmaktadır. Doğru bir eksene oturmuş tefekkür ve tezekkürün neticesi de şüphesiz isabetli olacaktır. Diğer taraftan aklın varlığı ya da aklî melekelere sahip oluş evrende meknuz olan esrar ve ibretin keşfi için yeterli değildir. Bu itibarla Yaratanın mahlukatı anlamsız yaratmadığını tevlit edecektir tefekkür ve tezekkür… Hakikaten insan sadece kendi yaratılışını ve hayatını tefekkür ve tezekkür etse, bu tefekkür ve tezekkürün ortaya çıkaracağı veriler/duygular, ona hayatı anlamlandırmada yeteri kadar fikir verecek ve yol gösterecektir. İlahî kudret tarafından onun yaratılış ve hayat startının “ahsen-i takvim” çizgisinde verilmesinin ne denli hikmetlere mebni olduğuna şahit olunacaktır. İşte Şeyh Galib’i;

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen/Merdûm-i dide-i ekvan olan âlemsin sen” dedirten bu hakikat düzleminden neşet eden tefekkürdür. Böylesi irfan zeminli bir ufuk, insanı yiyen, içen, konuşan bir varlık olarak nitelendirmenin ötesinde, âlemin özü ve kâinatın gözbebeği olarak anlamlandırmaya sevk eder akıl sahiplerini.

Tefekkür, evreni ve daha da özele inerek varlığı muhteşem bir biçimde okuyuşun adıdır. Evrende mana değil manalar keşfedebilmenin ön koşuludur tefekkür. Yaratıcı kudreti ve O’nun sınırsız gücünü anlamlandırabilmektir tefekkür ve tezekkür…Nihayet tefekkür kendini tanımanın ve bu tanıma sonucunda evrene bakışın Yunus’umuzun diliyle;
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır
Okumaktan mana ne, kişi Hakkı bilmektir

Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir” dizelere dökülüşünü tevlit edecektir.

Çağımızda servetlerin, şehvetlerin, kural ve sınır tanımayan nefislerin, makamların, dünya haz ve lezzetlerinin, cehaletin perdelediği akıl ve gönüllerin, sosyal ve toplumsal ilişkilerde ne denli sıkıntılar ortaya çıkardığı malumdur. Gerçek şu ki, bölgesel ve global düzeyde insanlığın yaşadığı acı, sıkıntı ve huzursuzlukların temelinde önemli ölçüde tefekkür eksikliğinin, hayatı ve yaratılış amacını böylesi bir perspektiften değerlendirmede yoz ve yobaz bakışların/yaklaşımların yattığı ifade edilebilir. Oysa çağımız insanı olarak ders ve ibret alacak muazzam bir tarihsel birikime ve tecrübeye sahibiz. Ama bu tecrübenin doğru okunmasında ve hayata geçirilmesinde, insanlık olarak damıtılmış, süzülmüş tefekkür ve tezekküre ihtiyacımız olduğu açıktır. Hemen her kesimi bir yönüyle etkisi altına alan dünyevileşmenin alabildiğine nüfuz ettiği çağımızda kendimizi bu bağlamda test etmemiz, sorgulamamız ve ilahî öğretiler çerçevesinde durum tespiti yapmamızın kaçınılmaz olduğu kanısındayız. Zira insanlık olarak sorgulama bilincinin gelişmesi ve varlığı, bugüne ve geleceğe dair daha isabetli adımlar atılmasına zemin hazırlayacaktır.
İslam dininde ilme, bilgi ve tefekküre ne denli önem verildiği izaha gerek duyulmayacak ölçüde açıktır. Yüce Kur’an’ın ilk emrinin oku oluşu (Alak, 1-2.), söz konusu ayetlerin hemen akabinde “yaratılışa” ve medeniyetlerin inşasında âdeta kilit konumunda olan “kalem”e vurgu yapılması oldukça manidardır. Anlamlı bir tefekkür, her şeyden önce “okuma” ve “kalem”e dayanır. Dolayısıyla tefekkür ameliyesi belli bir birikimin ürünüdür. Ancak kısaca işaret etmek gerekirse, yalın okuma ve kalem her şart ve koşulda beraberinde tefekkürü celp etmeyebilir.

Tefekkür, aklın işlevsel oluşunun en belirgin kriteridir. Tefekkürün terki ya da kullanılmaması bilinçsizce taklit, hurafe ve vehimlere inanmayı beraberinde getirecektir. Bu nedenledir ki Yüce Kitabımızda bir taraftan aklın kullanılması öğütlenirken hatta emredilirken (bkz. Bakara, 164, 170,171; Sebe’, 46; Rûm, 8; Yûnus, 101; Târık, 5,6; Âl-i İmrân, 7.) diğer taraftan aklın kullanılmayıp başkalarını bilinçsizce taklit edilmesi yerilmiştir. Nitekim “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun.” denilince, “Hayır” atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız.” derler; ya ataları bir şey akl edemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (Bakara, 170.) ayetinde bu hususa işaret edilmektedir.

Tefekkür, özellikle dinî geleneğimizde önemli bir yer tutan zikirle de yakından ilgilidir. Zikir, hatırlamadır, hatırda kalmadır. “Öyleyse yalnız beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152.) ayeti bu hususa âdeta tercüman olmaktadır. Diğer taraftan Yüce Rabbimizin insanlığa hayat rehberi, inananlara rahmet ve şifa olarak gönderdiği Kur’an-ı Kerim’in bir adının da “zikir” oluşu oldukça anlamlıdır. Zira öğüt ve tavsiye anlamına da gelen “zikir”, bir tefekkürdür, bir hatırlamadır/hatırlatmadır, farkında oluştur, fark edilmektir, farkına varmadır. “Sizi uyarması ve sizin de Allah’a karşı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir kişi aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir (vahiy ve öğüt) gelmesine şaştınız mı?” (Araf, 63.), “Dediler ki: “Ey kendisine Zikir (Kur’an) indirilen kimse! Sen mutlaka delisin!” (Hıcr, 6.) ayetlerinde geçen “zikir” terimi, Kur’an-ı Kerim’i ifade etmektedir. Kelamullah ile kozmik düzenin/varlığın/var oluşun/hikmet ve amacını zihin ve gönül dünyamızda harmanlayarak ilahî bir ufukla tefekkür ederiz. Onun hikmet ve hayat yüklü mesajları ile evreni, insanı, imanı, kitabı, kendimizi okumak, tefekkür etmek farklı bir anlam ve haz verir bizlere… Evren ve içindeki esrara tefekkür yolculuğu, vukufiyet bir başkadır Kelamullah ile…

Hatırlamaya, farkındalığa sahip oluş, öncelikle kişinin kendisini tanıması ve hatırlaması süreci ile başlar. Onun içindir ki, tasavvufi geleneğimizde değer bulan, “kendini bilen Rabbini bilir” sözü oldukça manidardır. Kendisinin farkında olmayan insan, nasıl varlığı/başkalarını fark edebilir ki…? Bu konumdaki insanın tefekkür ve tezekküründen söz edilebilir mi? Merkezden çevreye bağlantılı bir fark ediş…Kendisini fark edemeyen insan her şeyden önce farkındalık yeteneğini fonksiyonel hâle getiremediğinden yaratılışı ve esrarını bilgi zeminli irfan ve hikmet perspektifiyle tefekkürden aciz ve uzak kalacaktır. Bu uzak kalış, “terk etmeyi” ve “terk edilmeyi” beraberinde getirecektir. “Andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 9-10.) ayetleri, bu paralelde tefekkür edildiğinde, arınmanın/tezkiyenin bir anlamda tanımayı beraberinde getireceği sonucu mülahaza edilebilir. Bu nedenle insanın öncelikle kendisini tanıması tabii bu sıradan bir tanıma değil varlığı ve esrarını anlamanın/algılamanın en önemli aşaması hatta temeli olacaktır. İnsanın kendisini ve bu bağlamda evrenin esrarını keşif, bilginin asıl amacı, bilgi de bu tefekkür ve keşfin temel aracıdır. Kendini bilen/hakîm insan, Evrenin yaratıcısı Hakîm Allah’ı bulacaktır. O’nu bulan her şeyi bulmuş, O’nu kaybeden de şüphesiz her şeyi kaybetmiş olacaktır. Herhalde bu amaçla olsa gerek ki büyük filozof Eflatun, insanlığa “kendini bil” diye haykırmıştır. Bu haykırış, “Ne istediğini bil, kendi kapasiteni, sınırlarını, zayıflıklarını, acziyyetini bil, diğer insanların seni nasıl algıladıklarını bil. Kendi isteklerinin ve niyetinin farkında ol. Ayrıca etrafında olup bitenlerin bilincinde ol. Her alanda farkında oluşun derecesini artır.” (Özkan, Zülfikar, Bilgeliğe Yöneliş, İstanbul 2003, s.57.) şeklinde yorumlanabilir. Bütün bunlar gösteriyor ki, evreni ve esrarını bilgece okumanın odağında insanın kendisini bilmesi yatmakta; kendini tanımanın yolu da şüphesiz bilgi ve tefekkürden geçmektedir.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse tefekkür, insanın “var oluşu”, “varlık”ı ve evrenin gizemlerini keşfedebilmesi için gerekli en önemli eylemdir. Böylesi önemli bir eylem de şüphesiz belli bir ilmi birikimin yanı sıra, irfan ve hikmet arayışını da gerekli kılmaktadır.