Makale

“RESULÜLLAH’IN SÜVARİSİ”: MİKDÂD B. ESVED

“RESULÜLLAH’IN SÜVARİSİ”: MİKDÂD B. ESVED

Doç. Dr. Yaşar AKASLAN

Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Mekke’nin dayanılmaz işkencelerle dolu günleriydi. Kimsesiz müminlerin, sebepsiz yere yakalanıp eziyet edilmek üzere işkence mekânlarına götürüldüğü bu dönemde, iman etmiş bir genç vardı. Bu korkusuz delikanlı Müslüman olduğunu daha fazla gizleyememiş, imanı uğruna çekeceği tüm işkencelere kendini hazırlamıştı. Kureyşliler, zaman zaman onu ulu orta yakalayıp elbiselerini soyarak ateşte kızdırılmış demirden yelek giydirir, saatlerce hatta günlerce kızgın güneşin altında bekletirlerdi. En acımasız işkencelere maruz kalmasına rağmen gencin direnci daha da artardı. Bu manzarayı gören işkenceci müşrikler daha da kinlenir, çılgına dönerlerdi.

Medine’nin kapıları Müslümanlara açıldığında müminler gruplar hâlinde Medine’ye hicret ettiler. Bu kimsesiz sahabi de nihayet Medine’ye varmıştı. Birkaç arkadaşıyla birlikte yeni ayak bastığı Medine’nin yokluk günlerinde karnını doyurmak istedi. Kalacak yeri de yoktu. O kadar açtı ki mecalsizlikten kulakları duymuyor, gözleri neredeyse görmüyordu. Yanına vardıkları Allah Resulü onları alıp mescide götürdü. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kapısında birkaç keçi duruyordu. Misafirlerine, “Haydi bakalım! Onları sağın ve sütü aramızda paylaşalım!” buyurdu. Aç ve yorgun misafirler keçileri sağmaya başladılar. Herkes sağıp payına düşen sütü içerken Allah Resulü de aynı şekilde bu sütten içiyordu.

Resulüllah her gece bu misafirlerinin yanına gider, kimseyi uyandırmadan henüz uykuya dalmayanlara işittirmek üzere sessizce selam verirdi. Ardından mescide geçer, gece namazı kılardı. Namazı müteakiben önceden sağılmış olan ve kendi hissesine düşen sütü, kabından içerdi. Bir gece vakti, kendi payına düşen sütü içen delikanlıya şeytan vesvese vererek “Nasıl olsa Muhammed’e ziyaret için ensar gelip hediye ikram ediyor. Bu yüzden senin sağdığın bu süte ihtiyacı yok!” diye fısıldadı. Şeytanın vesvesesine aldanan ve hâlâ karnı aç olan sahabi dayanamayıp Resulüllah’ın hakkı olan sütü de içti. Ancak içer içmez tüm ruhunu bir pişmanlık duygusu kapladı. Boş durmayan şeytan şu sözlerle vesvesesine devam etti: “Yazıklar olsun sana! Muhammed’in sütünü de içtin. Bak şimdi gelip hissesine düşen payı göremezse sana beddua edecek, sen de helak olup gideceksin. Hem dünyan hem ahiretin mahvolacak.” Arkadaşları istihkaklarını içip uykuya dalmışlardı. Onu ise bir türlü uyku tutmuyordu. Üzerinde, ayaklarını örttüğünde başını, başını örttüğünde ise ayaklarını açıkta bırakacak kadar kısa bir örtü vardı. Derken Allah Resulü her zamanki gibi gelip kimseyi rahatsız etmeden selam verdi. Mescide geçip namaz kıldı. Ardından kendisine ayrılan sütü içmek üzere geri geldi. Sütün bulunduğu kabı açtı. Ancak bir şey göremedi. Ellerini semaya kaldırdı. O sırada suçluluk psikolojisi içinde Resulüllah’ı gizlice gözleyen sahabi, şeytanın vesvesesinin etkisiyle “Eyvah! Allah Resulü şimdi bana beddua edecek ve ben helak olacağım.” diye içinden geçirdi. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dudaklarından dökülenler şu dua cümleleriydi: “Allah’ım! Beni doyuranı sen doyur! Beni susuz bırakmayanın susuzluğunu sen gider!” Kendini suçlu hisseden sahabi duayı duyar duymaz sevinçten ne yapacağını bilemedi. Üzerindeki örtüyü beline bağladı ve bir bıçak alıp keçilerin en semizini Resulüllah için kesmeye karar verdi. Keçilerin yanına vardığında gördüklerine inanamadı. Hepsi de sağılacak hâldeydi. Süt sağdıkları kabı alıp üstü köpükle kaplanıncaya kadar tüm keçileri sağdı. Allah Resulü’ne ikram etmek üzere kabı götürdüğünde Resulüllah’ın “Bu gece sütünüzü içtiniz mi?” sorusuyla karşılaştı. Heyecanlı sahabi içtiklerini söyleyip “Ey Allah’ın Resulü! Buyurun için!” dedi. Hz. Peygamber kana kana içtikten sonra içinde süt bulunan kabı ona verdi. Bu ikramı geri çeviremeyen sahabi bir yandan sütü içiyor bir yandan da yaşadığı bu garip olaydan dolayı gülmekten kendini tutamıyordu. Onun, üzerinde sıkıca bağlanmadığı anlaşılan örtü bulunduğu hâlde gülmeye devam ettiğini gören ve tebessüm eden Resulüllah, “Dikkat et! Bir yerin açılmasın!’ buyurarak meseleyi açıklamasını ondan istedi. Kendine gelen sahabi olan biteni anlattı. “Bu, sadece Allah’ın bir rahmeti ve ikramıdır. Keşke arkadaşlarını da uyandırsaydın onlar da süt içselerdi.” buyuran Resul-i Ekrem’e cevap sadedinde o sahabi şunları söyledi: “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki ben, bu olayı seninle yaşadıktan sonra onların sütü içip içmemesine hiç aldırmam.” (Müslim, Eşribe, 31)

Yaşadığı bu hatırayı bize nakleden bahtiyar sahabi Mikdâd b. Esved’dir. Aslen Yemenli olan Mikdâd, nübüvvetten 25 yıl önce Kinde kabilesinde dünyaya gözlerini açtı. Küçük yaşlarından beri korkusuzluğu ve haksızlık karşısındaki tahammülsüzlüğü ile tanındı. Delikanlılık çağlarında bir gün Kindelilerin liderlerinden olan Ebû Şemr b. Hucr ile aralarında bir münakaşa cereyan etti. Yaşanan haksızlığa dayanamayan Mikdâd olaya sessiz kalamadı ve Ebû Şemr’i yaraladı. Olayı duyan Kindeliler ayaklandılar ve Mikdâd’ı linç etmeye kalktılar. Mikdâd da Mekke’ye kaçmak zorunda kaldı. Mekke’ye geldiğinde Esved b. Abdüyeğûs onu himâyesine aldı ve daha sonra da evlat edindi. Bu sebeple o, Mikdâd b. Amr olarak değil, Mikdâd b. Esved olarak tanındı. Evlatlık hukukunu belirleyen ayetin nüzulüne kadar insanlar Mikdâd’a daima “İbn Esved” şeklinde hitap ettiler. Ayetin nüzulünden sonra ise Mikdâd babasına nispet edilerek “İbn Amr” olarak çağrıldı.

Bedir Savaşı öncesiydi. Dostlarının düşüncesini önemseyen Hz. Peygamber (s.a.s.), savaş hususunda istişare etmek üzere ashabını toplamıştı. Mikdâd söz aldı ve topluluk adına şu tarihî konuşmayı yaptı: “Ey Allah’ın Resulü! Allah sana ne emrediyorsa sen onu yap! Allah’a yemin ederim ki biz hep senin sağında, solunda, önünde ve arkanda olacağız. Biz asla İsrailoğullarının, peygamberleri Musa’ya: Ey Musa! Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada seni bekliyoruz, dedikleri gibi demeyeceğiz. Bizden duyacağınız ancak şu söz olacaktır: Ya Resullallah! Sen git, biz de arkandan gelelim! Sen yürü, biz de seninle beraber yürüyelim.” Mikdâd b. Esved’in (r.a.) bu özveri içerikli cümleleri üzerine Hz. Peygamber çok memnun oldu ve ona dua etti. Bu diyaloğu imrenerek takip eden İbn Mes‘ûd daha sonra şunları söyler: “Mikdâd görüşünü belirttiğinde Allah Resulü o kadar memnun oldu ki… Allah’a yemin olsun! İçimden dedim ki, keşke bu sözlerin sahibi ben olsaydım! Ne olurdu bu sözleri ben söyleseydim de Resulüllah’ın duasını ben alsaydım!” (Ebü’l-Feth Seyyidünnâs, Uyûnü’l-eser, 1:247) İbn Mes‘ûd yine Mikdâd hakkında şunları dile getirir: “Mikdâd’ın öyle hâllerine şahit oldum ki onun dostluğunu yeryüzündeki hiçbir şeye değişmem.” (Ebû Nu‘aym, Hilyetü’l-evliyâ, 1:172)

Mikdâd; kimsesizliği, hayatının türlü sıkıntılarla geçmesi, daima bir asker olarak seriyyelerde ve savaşlarda hazır bulunması gibi sebeplerle yaklaşık 40 yaşına kadar evlenmeye imkân ve vakit bulamadı. Bir gün Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) “Mikdâd! Baksana yaşın kırk oldu. Hâlen evlenmeyecek misin?” sorusuna “Evlenecek kız bulsam durmam elbette! Sen kızını benimle evlendirsen olur mu? Kızına talibim!” şeklinde cevap verdi. Böyle bir cevabı beklemeyen Abdurrahman b. Avf öfkelendi ve ona kırıcı laflar söyledi. Bu sözlere içerlemesine rağmen Mikdâd tek kelime etmedi. Üzgün bir şekilde Hz. Peygamber’in yanına vardı. Durumu fark eden Resul-i Ekrem meseleyi sorduğunda, yaşadığı hadiseyi anlattı. Hz. Peygamber tebessüm edip şöyle buyurdu: “Mikdâd! İster misin, seni ben evlendireyim?” Üzgün Mikdâd bu soru karşısında çok heyecanlandı. Kendisine damadı olmasını münasip gören Allah’ın elçisiydi. Daha ne isteyebilirdi ki? Böylece Resulüllah, amcası Zübeyr’in kızı olan Dubâa ile Mikdâd’ı evlendirdi (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 3:149).

Kimseyi incitmeyen, hiç kimse hakkında peşin bir yargısı bulunmayan Mikdâd, herhangi bir meselenin iç yüzünü bilmeden hüküm verilmemesi gerektiğini Resulüllah’tan öğrendiğini şu ifadelerle dile getirirdi: “Ben, bir insanın son nefesini nasıl verdiğini bilmedikçe onun hakkında iyi ya da kötü bir laf etmem. Zira Allah Resulü bu konuda insan kalbi kadar değişken bir şeyin olmadığını söylemişti.” (Ebû Nu‘aym, Hilyetü’l-evliyâ, 1:175)

Savaş meydanlarının aranan bahadırı Mikdâd, üstesinden gelemeyeceği işlere daima mesafeli durdu. Örneğin yöneticilikten hep uzak kalmaya çalıştı. Nitekim bir defasında Hz. Peygamber (s.a.s.) onu bir bölgeye idareci olarak vazifelendirmişti. Görevini tamamlayıp döndüğünde Resulüllah “Ey Mikdâd! İdareciliği nasıl buldun?” diye sordu. “Ya Resulallah! Bu, benim yapacağım iş değilmiş. Bizzat yaşadım. Herkes etrafımda pervaneydi. Âdeta tüm insanlar emrime amadeydi. Herkes gözüme girmeye çalıştı. İnsanların bu hâllerini görünce anladım ki yaşadığım müddetçe ben idarecilik yapamayacağım!” (Ebû Nu‘aym, Hilyetü’l-evliyâ, 1:174)

Savaş meydanlarının kahraman süvarisi 33/653 yılında Medine’nin kuzeybatısındaki Cürf’te rahmet-i Rahman’a kavuştu. Medine’ye kadar omuzlarda getirilen naaşı, Hz. Osman’ın (r.a.) kıldırdığı cenaze namazının ardından Cennetü’l-Bakî‘ya defnedildi (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 3:150).