Makale

EDEBİYATA YANSIYAN IŞIK: MABETLER

EDEBİYATA YANSIYAN IŞIK: MABETLER

Sema BAYAR

Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya
Giriyor birbiri ardınca, ilahi yapıya
Tanrının mabedi her bir taraftan doluyor
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor

Yahya Kemal Beyatlı

İnsanoğlu zamana ve mekâna meftun yaratılmıştır. Kalpleri yatıştıran, gönle sükûnet veren mekânlar onun en kıymetli sığınağıdır. Boğazında bir yumru düğümlendiğinde nefes aldığı, göğsündeki kasvete arzıâlem dar geldiğinde ferahladığı mekânların başında mabetler gelir.

İnsan; bireysel hayatının yansımalarının yanı sıra millî, dinî sebeplerle de zamana ve mekâna çeşitli anlamlar yükler. Mabetler insanın mekânla kurduğu kurbiyetin göstergeleridir. Bu kurbiyet ekseri, aidiyet formunda tezahür eder. Eserlerinde kültürel aidiyete vurgu yapan Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı” şiirine can suyu veren Süleymaniye Camii de Türk İslam medeniyetinin estetik zirveye ulaştığı bir semboldür. Yahya Kemal, mazi ve ati arasında bir köprü kurar, bu köprü Süleymaniye’nin nezdinde mücessemleşir: “Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum/ Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrurum”

Yahya Kemal kendini “Ne harabiyim ne harabatiyim, kökü mazide olan atiyim.” şeklinde tanımlarken aslında bir hakikate işaret eder. Yaşadığı inkıraz döneminde o, ne Batılılaşma adına köklerine neşter vurmuş ne de nostaljinin hülyasına dalarak zamanın ruhuna sırt dönmüştür. Yakup Kadri’nin anlattıklarına göre Yahya Kemal, Hugo’dan, Baudelaire’den, Verlaine’den her kelimenin her mısranın ritmine fonetiğine azami riayet ederek ezberden şiirler okuyan havsalası müthiş geniş ve dünya edebiyatına vâkıf bir ediptir. Yine o divan edebiyatına da son derece vâkıftır. Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda çağdaşları eski edebiyata sırt dönerken onun divan edebiyatına olan ilgisini şöyle anlatır: “Hele, mektep kitaplarımızla birlikte kapayıp bir kenara attığımız Baki gibi, Nedim gibi divan edebiyatı şairlerimizi, birinin Kanunî Süleyman’a mersiyesini, öbürünün Sâdâbad şarkılarını okumak suretiyle bize o akşam ilk defa Yahya Kemal tanıtmıştı diyebilirim…”

Yahya Kemal, çağdaşı pek çok edibe nazaran kökleriyle bağlarını koparmamış, divan edebiyatının zengin hazinesinden beslenmiş bir yazardır. Bu sebeple onun nice divan şairiyle ruh akrabalığı vardır. Bu şairlerden biri de Malkaralı Nev‘î Yahya’dır (v.1599). Nev‘î Yahya daha on yedisinde eğitimi için İstanbul’a gelmiş, hocasının peşinden yolu Edirne’ye düşmüş bir divan şairidir. Plevne’de klasik Osmanlı mimarisinin veciz örneklerinden biri olan Mihaloğlu Süleyman Bey Camii’ne ithafen yazdığı kaside, bugün ayakta olmayan mabet için tarihe düşülmüş bir not, bir vesika, o efsunlu havayı günümüze taşıyan bir belge niteliğindedir.

“Anun tahmîr olundı toprağı misk ü gül-âb ile

Taşı elmâs-ı terdür toprağıdur anber-i sârâ

Menârı gülşen-i zühd ü salâha serv-i bâlâdur

Mü’ezzinler o serv üzre misâl-i bülbül-i gûyâ”

(Onun toprağı gülsuyu, misk ile yoğrulmuştur; taşı elmas, toprağı halis amberdendir. Minareleri gül bahçesinin iyiliğe uzanan servileridir; müezzinler o serviler üzerinde bülbül misali söyler.)

Nev‘î Yahya ve Yahya Kemal, aralarındaki dört yüz yılı aşkın süreye rağmen aynı ruhun serencamını yaşarlar. Millî ve dinî değerleri yüreklerinin derinliklerinde hisseder, kelimeleri o değerlerin peşi sıra koştururlar. Nev‘î’yi cuşa getiren de Yahya Kemal’e Kendi Gökkubbemiz’i yazdıran da o değerler manzumesidir. Bu sebeple her iki edibin yazınında mabetlerden süzülen ilahi ışığın yansımaları görülür.

Yahya Kemal, Osmanlı kültürünün harmanlandığı Üsküp’te yetişmiş, edebiyata ve musikiye ilgisi Nakşibendi dervişi olan annesi Nakiye Hanım’ın vasıtasıyla pekişmiştir. Nakiye Hanım’ın oğluna bıraktığı bir miras da “Muhammediyye” okuma geleneğidir: “Annem çok Müslüman bir kadındı. Muhammediyye okur, bana Kur’ân öğretirdi… Bizim millî terbiyemizde Kur’ân’dan sonra Muhammediyye ve Yunus Emre ilahileri gelmektedir.” Yahya Kemal’in çocukluk hatıralarında silinmez izler bırakan Muhammediyye’nin müellifi, Nev‘î Yahya’nın anne tarafından atası Yazıcıoğlu Mehmed’dir. Her iki şairin ruh akrabalığı bununla da kalmaz. Nev‘î’de de Yahya Kemal’de olduğu gibi “rindlik” hâkimdir. Ayrıca vatan sevgisi de her iki edibin ortak vurguları arasındadır. Mabetler ise hem kadim bir geleneğin, hem de millî ve dinî değerlerin mümessili olarak her iki şairin yazınında yer bulur.

Nev‘î, yaşadığı dönem itibarıyla Mimar Sinan gibi nice dehanın tevhidi yorumladığı mabetleri seyretmiş, onları överken mübalağa sanatının sınırlarında gezinmiştir. Yahya Kemal ise ecdadımıza daha realist bir hayranlık beslemiş, Nev‘î’ye benzer bir tarih şuurunu eserlerine taşımıştır. Bu idrakin mihenk taşı da camilerdir. O, “Ezansız Saatler”le edebiyatımızda derin izler bırakmıştır. Yine her iki yazar şehit ve gazilere, bilhassa akıncılara yakınlık duyarlar ve sık sık şiirlerinde tarihî şahsiyetleri zikrederler.

Mabetlerin Türk edebiyatına yansımasından bahis açıldığında Mehmet Akif’i zikretmeden geçemeyiz. Kimi sanatçılar için verdikleri eser onun kişiliğinden, kimliğinden ayrı düşünülemez. Bu durum Akif’in sanat anlayışı söz konusu olduğunda şaşmaz bir hakikate denk düşer. Akif yazdıkları ve yaşadıklarıyla, düşünceleri ve söylemleriyle tek bir hakikatin izdüşümlerini gözler önüne serer:

“Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim

İnan ki her ne demişsem, görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”

Akif de eserlerinde kendini ince ince dokumuştur. O, fikrî dünyasını şiirleriyle tahmir etmiş bir vatan şairidir. Şiirinde kendini belli eder, satır aralarında gezinir, gönül kırgınlıklarını da zaman zaman uğradığı sukûtuhayali de yarınlardan ve Yaradan’dan ümidini de şiirine taşır:

Vatan şairi, “İstiklal Marşı”nda Yaradan’a şu satırlarla niyazda bulunur.

“Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli

Değmesin mabedimin göğsüne nâ-mahrem eli.

Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli

Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli”

Akif için mabet sadece dinî bir sembol değildir, o tevhidin olduğu kadar birliğin, dirliğin ve bilhassa bağımsızlığın da remzidir. Bu nedenledir ki canını, vatan uğruna feda etmeye hazırlanan şairin tek gayesi, ezanların aziz vatanın semalarında yükselmeye devam etmesidir. Akif’in Safahat’ına baktığımızda da benzer şekilde camilerin Türk toplumunun millî ve manevi değerlerini omuzlanan simgelere dönüştüğünü görürüz. Safahat, “Fatih Camii” şiiriyle başlar. Her mısrasını, her bir kelimesini ilahi kelamın gölgesinde terennüm eden şair, “İstiklal Marşı”nda nasıl ki “Korkma!” diyerek söze başladıysa uzun soluklu eserine de Kur’an-ı Kerim’in ilk suresi “Fatiha”nın gölgesinde “Fatih Camii” şiiriyle başlamıştır. “Fatih Camii” şairin şiir poetikasını da anlatan bir çekirdek metindir. Şairin nezdinde Fatih Camii, Türk İslam medeniyetinin sembolüdür. Türk İslam medeniyeti zirvesini İstanbul’da yaşamış, Fatih Camii de bu medeniyetin kalbi mesabesine yükselmiştir.

Şiir, sabaha karşı henüz karanlık bir gaflet örtüsü misali şehri perdelerken fecrin doğuşuyla mabedin o muhteşem görünüşünü tasvirle başlar. Karanlık ilhad ve dalaleti simgelerken mabet, çağları aşan tevhit akidesinin ihtişamlı bir mümessili olur. Akif’in şiirlerinde eşya cansız bir varlık değildir. Her varlık lisanıhâl ile Hakk’ı tesbih etmektedir. Seher vaktinin rahmani bereketinde de Fatih Camii kendi lisanında zikrine başlamış ve heybetiyle şairi mest etmiştir. Minareleri ilahi meclise uzanan kollar, pencereleri sır perdesini aralayan gözlerdir. Mabedin lahuti derinliği Akif’in mısralarında makes bulur.

“Bu bir ma‘bed değil, Mâ‘bûd’a yükselmiş ibadettir;

Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr”

Fatih Camii bu mısralarda bir mabetten çok daha öte, Allah’a yükselmiş bir ibadet, ilahi olana vasıl olmuş bir nazar olarak anlatılır.

Fatih Camii sadece Mehmet Akif’i değil çağdaşı pek çok edibi de derinden etkilemiştir. Bu ediplerden biri de Yakup Kadri’dir. “Bir öğle sonu, akşama doğru, büyük camilerimizden birinde tenha bir köşede, bir sütun dibinde oturduğum zaman kendimi uhrevi bir mıntıkaya ermiş zannederim. Fatih Camii’nde bilmem neden, her yerden ziyade ruhaniyet vardır; ruhum orada dini murakabenin azami huzuruna varır. Burada ruhum, her türlü tehlikeden ve asrın her türlü cefasından korunmuştur.”

Doğuda hayat biraz şiir biraz düştür. Alphonse de Lemartin büyük doğu gezisindeki gözlemlerine dayanarak “Şarkta her şey biraz şiirdir.” der. İstanbul’un semalarında yükselen ezanlar, göğe uzanan minareler, köşe başlarında ansızın karşınıza çıkan ve yaşamla iç içe geçmiş ebedî istirahatgâhlar hepsi kudret eliyle yazılmış bir şiirin mısraları gibi ahenk içindedir. Millî şairler ve edebiyatçılar kadar yabancı yazarlar da İstanbul’un, Bursa’nın, Edirne’nin o efsunlu havasından nasiplerine düşeni almışlardır.

Kalem erbabını tesiri altına alan bir diğer mabet Bursa’daki Yeşil Cami’dir. Yeşil Cami, bilhassa şarkiyatçılar arasında tesir etmiş, onun ruhani havasını soluyanlar kaleme kâğıda sarılarak hislerini kelimelere dökmüşlerdir. Pierre Loti’nin 29 Mayıs 1894 tarihli notunda Yeşil Cami’nin lahuti derinliğinden yazarın ne derecede etkilendiğini açıkça müşahede edebiliriz: “Yeşil Cami’nin imamları, sabah karanlığında oturmuş, gündüz düşlerine başlıyorlardı. Yeni doğan güneşin ilk saatleri, onları alışkın oldukları mekânlarında, huşu uyandıran taraçanın kenarında, asırlık çınarların altında bir araya getirmişti. Arkalarında caminin mermer cephesi yükseliyordu. Ayaklarının altında da, hayranlıkla seyre dalmış gözlerinin önünde, baştan başa yeşilliğe gömülmüş Bursa şehri, ovaların deryasına iniyordu usul usul.”

Fransız yazarlardan Andre Gide de Yeşil Cami’ye gönlünü kaptırmış bir başka yazardır: “Bir dinlenme, berraklık, denge yeri, kutsal bir gök mavisi, kırışığı, buruşuğu olmayan bir mavi; mükemmel bir zihin sağlığı… Ey cami! Nefis bir Tanrı’nın mekânısın sen.” Gide’nin mekân algısı kutsal olanla ilintilidir ve böylesi etkileyici bir mabet onun ifadesiyle “Nefis bir Tanrı” için imar olunabilir.

Gide’ın tesir ettiği şair ve yazarlardan Rainer Maria Rilke ise Ulu Cami’nin meftunlarındandır: “Bir gün için buraya, Müslümanların Mekke’den sonra en çok ziyaret ettikleri bu kutsal kente geldim. Düzlüklerin üzerinde, Ulucami’nin çevresine, Peygamberin ashabından Sidi Okba’nın (Hazreti Ukba) kurduğu kent, çeşitli yıkılışlardan sonra hep yeniden kalkınmayı başarmış. Geniş boyutlu Ulucami’nin koyu renkli sedir ağaçlarından oymalarla süslü kubbelerini, çeşitli kıyı kentlerinden, eski Roma kolonilerinden getirilmiş yüzlerce taş sütun taşıyor; koyu kül rengi bulutlarla kaplı göğün üstünde, kar gibi beyaz kubbeler ve sütunlar göz kamaştırırken, yer yer açılan bulutlar, üç gündür avaz avaz bağırarak yapılan dualar sonunda yağmur getirdi. Bu, yere yapılmış gibi duran, yuvarlak kemerli surlarla kuşatılmış beyaz kent, düşsel bir vizyon gibi önümde uzanıyor. Surların dışında, çepeçevre, sayıları her gün biraz daha artan mezarlar uzanmakta... Kendi kentlerini sarmış gibi yatan sessiz ölüler… Burada, İslam’ın sadeliği ve canlılığını harika bir biçimde hissediyorsun. Peygamber daha dün yaşıyormuş gibi kent hep onun egemenliğinde…”

Millî yazarlarımızdan müştekriklere, gezgin seyyahlardan şairlere kadar nice edip her biri birer sanat eseri olan camiilerden etkilenmiştir. Mabetlerin ışığı hatıratlara yansımış, şairlerin mısralarında makes bulmuş, nice edibin hikâyesinde kimi zaman bir çağı, kimi zaman insanın ruh âlemini anlatan bir imgeye dönüşmüştür.