Makale

CENAZE NAMAZI

CENAZE NAMAZI

Abdurrahman ALKAN

Merkez Camii’nin minarelerinden yükselen sela, yorgun bir kuşun kanadında süzülerek kırmızı kiremitli evlerin üzerine bir ağıt gibi yayıldı. Mustafa Hoca’yı kırk yıldır tanıyan insanlar, caminin avlusunu çevreleyen çınar ağaçları, şadırvandaki çeşmeler, kubbeye konan kuşlar, tarazlanan bir kalbin iç kırıklarını bildiler.

Bu dokunaklı sese kimse kayıtsız kalamadı. İnsanlar, anlaşmış gibi davete icabet etti. Mütevazı şehrin dar sokaklarından, caddelerinden, dış mahallelerinden kara kışın soğuğuna aldırmadan camiye doğru sessiz bir yürüyüş başladı.

Dükkânını kapatan esnaf, inşaat işçileri, traktörlere binip gelen köylüler, öğretmenler, liseli gençler, askerler, polisler, ilçeden ve ilden resmî sıfatlı kişiler, korumalar, gazeteciler; caminin içini, son cemaat yerini, avluyu ve şadırvanı doldurdu. Saflar hiç olmadığı kadar sıklaştırıldı. Avluda adım atacak yer kalmadı. Böyle bir kalabalığa ilk kez tanık oluyordu cami. Küçük ilçe, tarihî günlerden birini yaşıyordu.

Öğle namazının son sünnetini bitirenler, tesbihata kalmadan camiden çıkmaya başladı. Yüzlerinde ağır bir ciddiyet ile ayakkabılarını hızlıca giyerek avluya çıktılar.

Kararsız kar taneleri, Merkez Camii’nin avlusunda saf tutan cemaatin üzerinde uçuşuyor; ömrü nihayete erenler, kiminin saçına, kiminin yüzüne, kiminin duaya açılan ellerine konuyor, eriyip birer su damlacığına dönüşüyordu. Tabiatta hiçbir şey yok olmuyor, bir hâlden başka bir hâle geçiyordu. Tıpkı kırmızı beyaz bayrağa sarılı şu tabuttaki gencin bedeninin vatana, imana, tarihe, şehadete dönüşmesi gibi.

Yoğun kalabalığa rağmen avlunun her yerine manevi bir sükûnet hâkimdi. Herkes imamı bekliyordu. Mustafa Hoca, camiden yavaş adımlarla çıktı. Üzerinde beyaz cübbesi, iri endamıyla ağır ağır ilerledi. Herkes iki yana açılarak yol veriyordu.

Musallanın yanına vardı. Tabuta usulca dokundu. Birkaç saniye öylece kaldı. Avluyu dolduran cemaatten çıt çıkmıyor, herkes ona bakıyordu. Yer gök susmuştu. Avlunun, sokakların, ilçenin nefesi kesilmişti. Yağan karın sesi duyuluyordu neredeyse. Mustafa Hoca, kalbinin atışlarının duyulacağından endişelendi. Bir ara sendeler gibi oldu. Eliyle Türk bayrağı sarılı tabuta tutundu. Kendini topladı. Boğazına gelip dolanan düğümü yutkundu. Cübbesinin iki yakasını düzeltti. Cemaate döndü. Bütün gözler kendisindeydi. Sesinin karıncalanmasını yavaşça temizledi.

Kardeşlerim, dedi; ağır, tok ve kederli bir sesle. Bu topraklar için canını feda eden bir kahramanımızı son yolculuğuna uğurluyoruz. Bazı coğrafyaların kaderi kederle, kanla, acıyla, şehadetle karılmıştır. Bizimkisi onlardan. Bir vatan nasıl ayakta kalır bilmek isteyenler şu gencecik bedene baksınlar. “Vatan sağ olsun.” boş bir söz değildir. Zira anasız, babasız yaşanır ama vatansız yaşanamaz.

Sözlerini tamamlayan Mustafa Hoca gözlerini, kendisini keder sinen bakışlarla dinleyen cemaatin üzerinde gezdirdi.

Ey cemaat! Merhumu nasıl bilirdiniz?

İyi bilirdim. Hem de çok iyi. Kucağıma aldığım günü, dün gibi hatırlıyorum. Yumuşacıktın. Dokunmaya korkuyordum. İnsanlığın ilk günü gibi, ilk nefesi gibi kokuyordun. Her doğumla birlikte tazelenen hayat gibi.

O günden bugüne hiçbir kötülüğünü görmedim. Kimseyi incittiğine, kimsenin hakkını yediğine şahit olmadım.

Her şeyinle seni en iyi ben biliyordum. Ne zaman kızar, ne zaman sevinir, ne zaman üzülürsün hepsini bilirdim. Misketin kaybolduğunda, plastik topuna diken battığında, öğretmeninin sorduğu bir soruya cevap veremediğinde, takımın yenildiğinde moralin bozuk olurdu. Mavi önlüğünün düğmelerini açmış, yere bakarak, kaşlarını çatıp önündeki taşlara ayağınla vura vura gelirdin. Yürüyüşünden anlardım. Çantanı hızlıca balkonun merdivenlerine atıp bahçedeki köpeği sevmeye başlardın. Beni yalnız bırakın, demekti bu.

Koşarak gelip babaannene sarıldığında, kardeşine şakalar yapıp annene şirinlik gösterdiğinde anlardım ki o günkü maçta en az üç gol atmış, öğretmeninden kocaman bir aferin almışsın. Camide kamet getirdiğini gören yaşlı biri, aferin yavrum, deyip başını okşamış, bakkaldan bir çikolata alıp eline tutuşturmuş.

Güzel bir ömürdü seninki. Bir bahar günü gibi berrak, güneşli. Canlandıran, mutluluk veren. Ama kısa. “Şöyle bir esivermiş gibi.” Bir görünüp bir kaybolan güzel şeyler gibi. Daima özlenecek. Ardından konuşulacak. Ah edilecek. Şimdi terkinde tertemiz bir hayatla ayrılıyorsun buradan. Bir süvari gibi aşıp gidiyorsun dağları. Ardında tozlu yollar bırakarak. Bizi bırakarak.

Ey cemaat! Bu kardeşinize haklarınızı helal eder misiniz?

Sen helal et hakkını bana. Hafız adam ağırbaşlı olur diyerek hep yaşının üstünde olgunluk bekledim senden. Bırak çocuğu oynasın, gülsün, eğlensin ne olacak? Annen, sağduyuluydu. Her anne gibi. Kalbiyle düşünüyordu. Sonra futbola merak sardın, korkuyordum bir sakatlık olursa, bir yerin incinirse diye. Tamam, demiştim gönülsüzce. Lise takımının kaptanıydın. Final maçınızı izlemeye gittim biraz çekinerek. Uzaktan seyrettim seni. Güzel oynuyordun. Arkadaşların arasında saygı uyandırıyordun. Kaptandın işte.

Maçın sonunda ilçe kaymakamının elinden kupayı aldığın zaman gözlerindeki sevinci, ta uzaktan görebiliyordum. İçim bir hoş olmuştu. Keşke daha yakından izleseydim de sen de benim gözlerimdeki mutluluğu görebilseydin. Bir genci kırmaya değmeyecek şeylerdi bunlar. Anladım. İyi ki anladım.

Bazen camiye gelir, müezzinlik yapardın. Cübbemi giyip mihraba ilerlerken kamet getiren sesin duvarlardaki hüsnühatlar üzerinde dolaşır Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’in (r.a.) üzerinden geçerken iyice çocuklaşır, caminin çinili kubbesine yükselir, avizelerden aşağıya süzülerek billur bir su gibi serpilirdi. Ben, o anlarda dünyanın en bahtiyar insanı olurdum. Sadece bununla bile hakkını çoktan helal ettirmiştin. Bütün haklarını helal ettirerek, hepimizi borçlu kılarak gidiyorsun.

Er kişi niyetine…

Koca cami birden boşalıverdi. Camiden en son ben çıktım. Her şeyi yavaş yavaş yaptım. Cübbemi, sarığımı düzelttim. Büyük kubbeye, mihraba, vaaz verdiğim kürsüye baktım bir süre, onlardan medet umarak. Oyalanacak bir şeyim kalmamıştı. Birkaç saniye ne yapacağımı bilemeden öylece kalakaldım. Şaşkın ve acemi. Bir yabancı gibiydim yıllarımın geçtiği camide. Önümde uzun ve meçhul bir yol gibi uzanan halılara baktım. Yürüdüm. Ayakkabılarımı giydim. İçi oyulmuş yıkılmaya hazır bir ağaç gibiydim. Adımlarımı zor attım. Yürümeyi unutmuştum. Bir mahkûm, son yolculuğuna çıkıyordu. Bir kuş son şarkısını söylüyordu. Bir sürgün, şehrine son kez bakıyordu.

Bir an kaçıp gitmek istedim buralardan. Yaşıma başıma bakmadan. İçimde kanatlanmak için çırpınan kuşun peşinden. Yaşadığım kötü bir rüyadır belki. Gidersem uyanırım. Her şey düzelir. Bu kalabalık dağılır. Sen çıkıp gelirsin bahçe kapısından çocuk gülüşünle. Mevsim değişir. Bahar yayılır bahçemize. Erik ağacı beyazlara bürünür. Pencere önündeki menekşeler gülümser. Bir çift güvercin kanatlanır mavi gökyüzüne. “Bütün saadetler mümkün olur.”

Olmadı. Olamazdı. Kaçamazdım. Gidemezdim. Herkes avluyu doldurmuş beni bekliyordu. Sen, musallaya uzanmış duruyordun bir selvi gibi. Yaprakları daha ilkyaz yeşili. Nasıl giderdim? Geldim işte yanına.

Biraz önce metanetimin kalan son kırıntısıyla konuştum. Vatan dedim, şehadet dedim. Metin gözüksem de dokunsalar yıkılıverecektim. Belki de artık görevi bırakmalıyım.

Bunca yıllık imamım. Kaç cenaze namazı kıldırdım bu avluda. Şu taşın üzerine kimler gelip uzanmadı... Hepsinin namazını saygı üzere kıldırdım. Bu musalla taşının önünde, yıllarca acılı insanları ayetlerle, hadislerle, hikmetli sözlerle teselli ettim. Sadece bir cami görevlisi gibi davranmadım. Dostça sarıldım onlara. Acılarını can-ı gönülden paylaştım. Şimdi bu sözleri, kendim için söylüyorum. İnsanın kendi yarasını sarması ne zormuş. Şu an, yaşadığım bambaşka bir şey. Yıllardır okuduğum, su gibi ezberlediğim dualar, ayetler dillerime dolanıyor. Okuduğum duaların, söylediğim sözlerin dilimi yakması ilk oluyor böyle. Her sözüm ciğerime dokunuyor. İçimde bir yerleri acıtarak çıkıyor. Elimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Kıldırdığım bütün cenaze namazlarının acısını hepsini birden hissettim. Ateş, düştüğü yerde yangınmış. Anladım. Belim büküldü. Yaşlandım.

Şimdi böyle herkesin önünde, bir başıma… Dipsiz bir uçurumun kenarında gibiyim. Bir adım ötem yok. Yunus peygamber gibi. Balığın karnındayım. Sebeplerin sustuğu yerde. Gece ve deniz etrafımı sarmış. Dalgaların içinde boğuluyorum. Sesimi kimseler duymuyor. Duymayacak. Balığın, denizin, karanlıkların sahibine sesleniyorum, onun gibi. Her şeyin maliki sensin. Sana iltica ediyorum. İnayetine muhtacım.

Sesler geliyor ötelerden. Yaklaştıkça tanıyorum onları. Benim seslerim bunlar. Yıllardır kubbelere, avludaki çınar ağaçlarına, minarelerden yayılan ezanlarıma, şadırvanın serinliğine sinmiş seslerim. Büyük hakikate tercüman oluyorlar. “Onlara ölü demeyin.”

Uçurumun kenarından çekip alıyor beni bu sözler. Kalbim ferahlıyor. İçimin yanıp kavrulmasından, kalbimin atmaktan vazgeçmesinden, nefesimin bitivermesinden kurtarıyor. Dayanağım, sığınağım, mecalim oluyor. Gayyalara düşmekten kurtarıyor. Gökten bembeyaz bir sükûn iniyor. Her yanımız beyazlar içerisinde. Göklerden karlar mı yağıyor yoksa melekler mi?

Bir bahar bahçesindeyiz birden. Hiç bilmediğim çiçekler, hiç görmediğim renklerle açmış. Başka iklimlerin başka mevsimlerin çiçekleri. Kelimelere sığmayan asude bir ülke.

Sen oradasın. Dostlarınla. Senin gibilerle. Bembeyazlar içerisinde. Her türlü kaygıdan azade oturup konuşuyorsunuz, gülüyorsunuz. Yanınıza gelmek istiyorum. Yaklaşamıyorum. Aramızda bir engel var. Oysa ne kadar yakınız. Beni görmüyorsunuz. Sesleniyorum. Beni duymuyorsunuz. Sonra herkes neşeyle kalkıyor.

Sen de gidiyor musun, ciğerparem, oğlum?