Makale

GÜNEY AFRİKA’DA BİR OSMANLI ÂLİMİ: EBUBEKİR EFENDİ

GÜNEY AFRİKA’DA BİR OSMANLI ÂLİMİ:
EBUBEKİR EFENDİ

Koray ŞERBETÇİ

Takvimler 1488 senesini gösterdiğinde Portekizli denizci Bartolomeu Dias, Afrika Kıtası’nın en güneydeki ucunu geçen ilk Batılı oldu. Artık önünde yepyeni bir okyanus ve Hindistan’a giden bir yol vardı. Bu heyecanla buraya Fırtınalar Burnu adını verdi.

Fakat Portekizli Dias’ın amacı ne saf macera ne de ilim aşkıydı. Onun tek gayesi emrinde olduğu Portekiz kralı II. Joao’nun emriyle doğuya ve oradaki baharatlara ulaşılabilecek bir deniz yolu bulabilmekti. Dias, burnu keşfettiğini krala haber verince âdeta sömürgecilik çağının gongu vurulmuş ve buradan yayılan acı ses köleleştirilen ve sömürülen pek çok yerli insanın acı haykırışlarına dönüşmüştü. Sömürge hayalleri kuran Portekiz kralıysa Dias’ın bulduğu ismi beğenmeyerek bu noktaya Ümit Burnu adını verecekti.

İşte bu topraklara doğru yaklaşık dört yüz sene sonra bir kişi daha yola çıktı. Diaz kadar iddialı değildi. Kendi hâlinde bir İslam âlimiydi. Mütevazı bir deniz yolculuğuyla İstanbul’dan Güney Afrika’ya doğru gidiyordu. Ama omuzlarındaki görevi manevi anlamda çok ağır ve iddialıydı. Güney Afrika’daki Müslümanlara ve diğer insanlara İslamiyet’in ışığını taşıyor ve onlara gerçek ümit kavramının ne olduğunu anlatmaya gidiyordu. Bu kişi Ebubekir Efendi idi.

Kimdir Ebubekir Efendi?

Bugünkü Kuzey Irak’ta bulunan eski bir Osmanlı eyaleti olan Şehrizor’da dünyaya geldi. Bütün İslam âlimleri gibi ilk tahsilini kendi yöresinde yaptıktan sonra ilim peşinde o da dolaştı. Önce İstanbul’a gitti ardından da Bağdat’a giderek tahsilini burada tamamladı. Fakat son karar kıldığı nokta ailesiyle birlikte yerleştiği Erzurum oldu. Burada talebe yetiştirmek ve ilmini anlatmak için medrese hocalığı yaparken bir felaket kapıyı çaldı; kıtlık.

1862 yılında bölgeyi kasıp kavuran kıtlık gerçekten bölge halkına zor günler yaşatıyordu. Ebubekir Efendi de ahalinin sesi olan bir Osmanlı uleması olarak durumu arz etmek ve yardım istemek için İstanbul’a gitti. Ama tam o sırada Londra’dan İstanbul’a bir mektup gelmişti.

Bilindiği üzere Sultan Abdülaziz yurtdışına seyahat eden ilk Osmanlı padişahıydı. Bu ziyareti esnasında tanışma fırsatı bulduğu İngiltere kraliçesi Victorya şimdi bir mektupla kendisinden yardım istiyordu. Peki, neydi bu konu?

Güney Afrika o sıralarda bir İngiliz kolonisiydi. Burada gerek yerli halktan gerekse de Hindistan ve Güney Doğu Asya’dan gelmiş Müslümanlardan oluşan bir İslam toplumu vardı. Fakat Güney Afrika’da yaşayan Müslümanlar, İslam dinini hakkıyla öğrenemedikleri için zaman zaman birbirleriyle hiç olmadık nedenlerden dolayı çatışma ve çekişmeye düşüyorlardı. Durum koloni yönetimi tarafından kraliçeye bildirilmiş, kraliçe de Müslümanların halifesi olan Sultan Abdülaziz’e başvurarak buradaki Müslüman ahaliye dinî anlamda rehberlik edecek bir âlim göndermesini istemiştir. İşte tam mektubun ulaştığı günlerde Ebubekir Efendi de İstanbul’a gelmiştir. Artık ilahi iradenin takdirinin gerçekleşme zamanıdır.

Uzaklara yolculuk

Böylece Ebubekir Efendi, Osmanlı Devleti tarafından Güney Afrika’daki Müslümanlara dinî eğitim vermek ve manevi konularda rehberlik etmek için görevlendirildi. Görevi kabul eden Ebubekir Efendi bunun üzerine 1862 senesinde önce Londra’ya, ardından da Güney Afrika’ya doğru yola çıktı.

İstanbul’dan resmî görevle gelen İslam âlimi 1863 yılında Cape Town’a ulaştığında hem bölgenin İngiliz genel valisi hem de Müslümanlar kendisine büyük bir alaka gösterdiler. Hemen bir ev tahsis edildi. Ayrıca İngilizceye tam vâkıf olmadığından Arapçayı ve yerel dili bilen bir tercüman bulundu.

Ebubekir Efendi bölgeye yerleştikten sonra Müslümanları gözlemlemeye başladı. Aslında ilk bakışta sorun yoktu. Müslümanlara ait sekiz cami ve dokuz mescit bulunmaktaydı. Bu mescitlerin cemaatleri başlarındaki imamlar tarafından yönlendirilmekteydi. Ayrıca diğer kasaba ve köylerde de mescitler bulunmaktaydı. Ama bir süre sonra Ebubekir Efendi işin hiç de iç açıcı olmadığını anladı.

Zira bölgedeki Müslümanların dinî bilgisi, kitabi olmaktan çok uzaktı. Bölge Müslümanlarının İslam kültür ve ilim merkezlerine uzaklığı ve iletişimsizlik sonucu burada İslam’ın farklı yorumları oluşmuş fıkhi ve itikadi birtakım yanlış uygulamaları yerleşmişti.

Bu durumu İstanbul’a yazdığı mektupta hayretle ve üzüntüyle şöyle dile getiriyordu: “Bu taraf ehl-i İslam arasında niza ve kıtale sebep olan dinî meseleleri tahkik eyledim. Bunların ekserisi şeriata nispet kabul eder şeyler olmadıktan başka tuhaf şeyler kabilindendir.”

Öyle ki Müslümanlar İslamiyet’in fıkhi, akidevi esaslarıyla bağlantılı olmayan çok küçük meselelerden dolayı birbirlerini suçluyor, küfürle itham ediyor ve aralarında şiddete dönen çatışmalar çıkıyordu. Örneğin sakalını kesenin kâfir olup cenaze namazının kılınmayacağı, bıyıklarını tıraş etmeyenlerin Müslüman sayılmayacağı, cenaze defnedilirken başının mı yoksa ayağının mı önce toprağa konulacağı türünden anlamsız tartışmalar ciddi sorunlara sebep oluyordu. Dahası yerel dinî liderler ilmî bir rehberlikten öte birer aşiret reisi hâline gelmişlerdi.

Peki, ne yapılacaktı?

Cehalete karşı ilim

İşte, Ebubekir Efendi bu cehaleti ortadan kaldırmak için önce eğitime ağırlık vermesi gerektiğini düşündü ve işe buradan başladı. Cape Town’ın merkezinde erkek çocukları için bir okul açtı. Önce çocuklara Kur’an okumayı öğretti. Sağlam bir Kur’an-ı Kerim eğitimi alanları hoca olarak istihdam etti.

Fıkhi zemini güçlendirmek için de derslerin eksenine Ebu Hanife’nin el-Fıkhü’l-Ekber’ini yerleştirdi. Sadece çocuklara dönük değildi bu eğitim. Bilhassa yetişkinler için de akşamları ayrı bir program oluşturdu. Ahaliyi bilgilendirmek için pazar günleri Rûhu’l-beyân tefsirinden vaaz veriyordu. Ayrıca hanımlar için de bir okul açtı.

Halkın ruhunu kavramak

Ebubekir Efendi Anadolu’dan Afrika’nın uzak köşesine gelmiş bir âlimdi. Kendi kültürel coğrafyasıyla görevlendirildiği bu coğrafya bambaşka dünyalardı. Her ne kadar Müslümanlık noktasından bir kardeşlik varsa da yerel kültürlerin insan zihnindeki tahakkümü de inkâr edilemez bir gerçeklikti. Ebubekir Efendi bunun çok iyi farkındaydı. Bu nedenle sadece vaaz kürsüsünden halka seslenmenin yetmeyeceğini anladı. Buranın insanını tanımalı ve onları ruhundan kavramalıydı ki görevini hakkıyla yerine getirebilsin.

Öncelikle dil konusunda adım attı. Yerel dillere ve İngilizceye hâkimiyetini güçlendirdi. Bölgedeki sorumlu yöneticiden izin alarak İslami tebliğ faaliyetlerine başladı. Seyahatlere başlayarak çevre illerdeki diğer Müslümanları ziyaret etmeye başladı.

Fakat ahalinin ilgisinin işleri kolaylaştırmasının yanında yerel dinî liderlerin kendisine şiddetle karşı koyması da bu tebliğ faaliyetlerini zorlaştırmaktaydı. Bu yerel imamların, çoğunluğu halk üzerinde eksik fıkhi bilgileriyle tahakküm kurmuşlar, İslam toplumunu birbiriyle çatışan mikro topluluklara dönüştürmüşlerdi. Ebubekir Efendi’nin en mühim meselesi ilim yoluyla toplumdaki parçalanmışlığı gidermek oldu. Ancak hem ahalinin kalbini kazanması hem yerel yöneticilerin desteği hem de daha önce hacca gidip inançlarındaki karışıklığı gideren bilinçli Müslümanların yardımlarıyla bu güçlükleri halletmeyi başardı.

Dahası Ebubekir Efendi gerçekten ilginç bir işe de imza attı. Ahaliye İslamiyet’in hakikatini daha kolay ulaştırmak için Beyan-ı Din adını verdiği bir kitap kaleme aldı. Bu kitap tarihte Afrika’nın yerel dillerinden birisiyle yazılmış ilk kitaplardan birisi olarak tarihe geçti ve oryantalist Mia Brandel-Syrier tarafından İngilizceye de tercüme edildi. Elbette bu gayret İstanbul tarafından fark edildi ve kendisine Osmanlı Devleti tarafından dördüncü derece Mecidi nişanı verildi.

İdeallerin zaferi

Ebubekir Efendi eserler de kaleme aldıktan sonra İstanbul’a gitti. Amacı bu kitapların bastırılıp bölgede daha çok Müslümana ulaştırılması için destek istemekti. O yıllar Osmanlı-Rus Savaşı’nın bunaltıcı günleri olmasına rağmen kendisiyle ciddi ilgilenildi ve gereken yardım yapıldı. Maarif Nezareti yani Eğitim Bakanlığı kitaplardan 1500’er adet basılmasına karar verdi.

Ebubekir Efendi İstanbul’dan dönüşünden sonra da çalışmalarını sürdürdü. İdealist bir Osmanlı âlimi olarak bir yandan Afrika’nın uzak ucundaki Müslümanları aydınlatıp birleştirtirken diğer yandan da kişisel olarak görev yaptığı bu topraklara âdeta kök salıyordu.

Ebubekir Efendi burada önce Hollandalı bir hanımla, sonra da İngilizlerin meşhur kaptanı Cook’un akrabası ve gemi inşaat ustası olan Jeremiah Cook’un kızıyla olmak üzere iki evlilik yaptı. İkinci evliliğinden Ahmed Atâullah, Hişâm Ni‘metullah ve Ömer Celâleddin adlarında üç oğlu olmuştu.

Tüm bu gayretli yaşam içerisinde takvimler 1880 yılını gösterirken ecel bu değerli âlimin de kapısını çaldı. Osmanlı âlimi Ebubekir Efendi Cape Town’da vefat etti ve buraya defnedildi.

Ebubekir Efendi omuzlarına aldığı bu manevi vazife için elinden geleni yaptı ama vefatıyla bu faaliyet bitmedi. Burada kurduğu aile ocağından yetişen oğulları babalarından aldıkları ilim meşalesini parlatmaya devam ettiler.

Örneğin İslami ilimlere vâkıf olan büyük oğlu Ahmed Atâullah Efendi, 1884’te Kimberley’de açılan ilk Osmanlı okulunun müdürlüğüne tayin edildi. Bu dönemdeki çalışmaları nişanlarla ödüllendirilen Atâullah Efendi daha sonra Osmanlı Devleti’ni temsilen Singapur’a diplomat olarak da görevlendirildi. Yine Mekke’de tahsil gören küçük oğlu Hişâm Ni‘metullah Efendi de çeşitli dönemlerde görevler alarak bölgedeki ilim hizmetlerini sürdürdü.

Kısacası Ebubekir Efendi Güney Afrika’daki faaliyetleriyle, hem bölgedeki Müslüman topluma bir şuur ve yeni bir kimlik kazandırmış hem de Müslümanlar arasındaki birliği tesis etmiştir. Kurduğu, açtığı okullar bölgedeki İslami eğitim kuruluşların öncüleri olmuştur.

XV. asırda arzularıyla yola çıkan kolonicilerin Ümit Burnu dediği bu beldeye XIX. asırda manevi sorumlulukla yola çıkan Ebubekir Efendi, varlığı ve faaliyetleriyle en uzak köşedeki Müslümanlar için aslında ümidin kendisi olmuştu.