Makale

EDEBİYATA YANSIYAN YÜZLEŞME

EDEBİYATA YANSIYAN YÜZLEŞME

Berna ATAGÜN

Don Kişot onca macera yaşadıktan sonra ruhundaki coşkuyu daha fazla taşıyamayıp hastalanınca yatağında geçmişini sorguluyor, hayatı boyunca inandığı şövalyelik tanımıyla ve ona yel değirmenlerini birer dev gösteren bilinçaltıyla yüzleşiyordu. Raskolnikov, Sonya’nın mum ışığıyla aydınlanan odasında dizlerini çökmüş işlediği cinayeti itiraf ederken vicdanından ziyade kendi için birini öldürmenin ne demek olduğuyla yüzleşiyordu. Alyoşa Karamazov, genç yaşında içindeki Karamazov ruhunu keşfedip tanıyınca onunla yüzleşiyor ve onu alt etmenin yollarını arıyordu.

Dimitri Karamazov, mahkeme salonunda babasını öldürmekle yargılanıyorken kendini babasını öldürme düşüncesiyle yüzleşmiş buluyordu. İvan İlyiç, hastalığının artık iyice şiddetlendiği dönemlerde yatağında ölümü beklerken hayatının merkezine yerleştirdiği memuriyet yılları ve bunun sonuçlarıyla yüzleşiyor, bir yandan da içeriden gelen sağlıklı, canlı, neşeli insan seslerini korkunç bir yalnızlıkla, yüzü divanın arkalığına dönük yatarken dinliyordu.

İnsanlığın yüzyıllardır üzerinde konuştuğu pek çok roman karakterinin kendiyle çetin yüzleşmelere girdiğini, bu süreçte ise onların yalnız ve acı çekiyor olduklarını, bunun karşılığında ise onların kendilerine hiç olmadığı kadar yaklaştıklarını görürüz.

Edebiyat tarihinin unutulmaz karakterlerini böylesine gerçekçi kılan belki de onların kendileriyle yüzleşme cesaretleri ve bu uğurda çektikleri acılardı. Bu karakterlere ev sahipliği yapan klasik eserler, içlerinde güçlü yüzleşme örnekleri barındırmanın yanında aynı zamanda okuyucuyu kendiyle yüzleştirmektedir de. Okuyucu kendini kâh karakterin yerine koymuş onun adına seçimler yapıyorken kâh da karakterin ayak izlerini usulca takip edip onun nefesini içinde hissediyorken bulur. Her iki durumda da esere kendini açanlar için yüzleşme muhtemeldir. Bununla birlikte diyebiliriz ki okuyucu kendiyle yüzleştiği metinlerde evrensel sancılar diye nitelendirebileceğimiz duygularla karşılaşır ve onları tecrübe eder. Söz konusu metinleri aşmak ve dahası o metinlerle bir şeyleri aşmak oldukça değerlidir. Yüzleşme dediğimiz şey de bu metinlerin ayrılmaz parçasını oluşturur.

Bir kavramı veya nesneyi tanımlamak zor olduğunda belki de en iyisi onun ne olmadığını konuşmaktır. Öyleyse soralım: Yüzleşme ne değildir? Mesela diyebiliriz ki insanın içindeki irili ufaklı boşluklara yerleşmiş zıtlıkları, hayatının belli dönemlerinde fark etmesi yüzleşme demek değildir. Aslında bahsettiğimiz bu fark edişleri bütün insanlığın bir şekilde kıyısından geçtiği veya geçeceği duraklar olarak konumlandırmak işimizi kolaylaştırabilir. Bazen iyisinizdir, bazen kötü, bazen mutlu, bazen hüzünlü, bazen suskun, bazen geveze, tıpkı yaşlı bir denizin dalgaları gibi. Neticede bir ömür boyu tutarlı ve dengeli olamayız. Ayrıca kendi içimizdeki anlık değişimleri tespit edince de onlarla yüzleşmiş olmuyoruz. Evet onları görünür kılmış oluyoruz ama bu, tek başına bir yüzleşme sayılmaz. Aksi durumda yüzleşmeyi yüzeyselliğe indirgemiş oluruz ki bu da pek işlevsel olmaz. Yüzleşmeyi daha çok içimizdeki iniş ve çıkışları şekillendiren sebeplerin kaynağına gitmekle ilişkilendirebiliriz ve tabii böyle bir durumda neyle karşılaşabileceğimizi bilmek için ona yeterince yaklaşmak kaçınılmaz olacaktır.

Yüzleşme her ne kadar eleştiriyi gerekli kılsa da şunu belirtelim ki yüzleşme amansızca yapılan özeleştiri değildir. Zira kastettiğimiz özeleştirinin altında dışarıya yansıtılmayan öfke, yetersizlik hissi veya pek çok şey olabilir. Aslında insanın kendini eleştirmesinden ziyade başkalarında görünce doğru bulmadığı bir davranışı, bizzat kendisinin de gerçekleştiriyor olduğunu fark etmesi çok daha yakındır yüzleşmeye. O hâlde denilebilir ki yüzleşme bize başkasından yansıyan gerçekliğimizdir. Zira başkasında kendimizi görebildiğimiz anda işler değişmeye başlar. İnsanlarda bizi rahatsız eden ve adını koyamadığımız şeyler içimizde kabullenmediğimiz veya bir türlü yüzleşemediğimiz gerçekliğimiz olabilir. Bu hâliyle yüzleşme, insanın tarih boyunca pek de karşılaşmak istemediği ve karşılaşmamak için de kör kuyulara hapsettiği; üstüne taşlar, dikenler ve çöpler attığı o asırlık, yerinden kalkmaz, köhne, paspal toz ve kir içindeki aynayı bir anlamda kendine tutabilmesidir. Tabii insan o aynada az çok neler görebileceğini bildiğinden bir atımlık mesafedeyken bile kafasını kaldırıp yüzleşmeye gitmek istemez veya bunu erteler ya da sınırları zorlar ve o aynada hiç de olmayan şeyleri gördüğüne önce kendini sonra başkalarını inandırabilir. Çarpıtılmış yüzleşme diyelim buna. Aldatıcı ve yanıltıcı olduğunu da ekleyelim.

Yüzleşmenin gerçekte ne olup olmadığı konusunu daha uzun uzun konuşabiliriz. Ama bazı temel soruları da unutmayalım. Örneğin; insan kendiyle yüzleşebilir mi? Hem sonra bu mümkün mü? Hadi mümkün diyelim. Gerekli mi? İnsanın hayatında ne olup bitmiştir ya da ne bir türlü bitememiştir de konu yüzleşmeye kadar gelmiştir? Öyle ya yaşayıp gitmek, kabul etmemek, mümkünse inkâr etmek çok daha pratiktir. Yüzleşmenin huzuru ve mutluluğu baltaladığına inananların sayısı az mı? Neticede yüzleşmemek demek; görmemek, bilmemek, sorumlu hissetmemek. Az mı? Eşilecek bir avuç toprak, ayıklanacak birkaç parça ıvır zıvır, edilecek üç beş laf el altında beklerken nasıl bir güç insanı yüzleşmeye götürmüştür? Ne olmuştur da perdelenmiş bir karanlık ışıkla rahatsız edilebilmiştir? İnsan ne bulmayı beklemiş, dahası ne bulabilmiştir o karanlıkta? İnsanın ısrarla yüzleşmeyi tercih etmesinde bir tür keşfetme ihtiyacı veya çılgın bir cesaretin etkili olduğu söylenebilir mi? Kim bilir belki de insan, hayatın o büyük resminde kendinden pek çok parça bulunduğunu fark ettiğinde bunları takip ederek bütüne ulaşabilmek için sıkı bir arayışa başlıyordur ve bu arayış en nihayetinde yüzleşmeyle noktalanıyordur. Bununla birlikte kendini gerçekleştirmek isteyenlerin mi yoksa her seferinde gittiği kapılardan dönenlerin, geri çevrilenlerin, o kapılarda dikilip kalanların mı böylesine bir arayış içerisinde olduğunu söylemek zor doğrusu.

Diyelim ki bir şekilde bu yola girildi süreç nasıl işleyecek? İnsan kendiyle yüzleşmeye hazır olduğunda bir sorgulama mı başlayacak? Eşyaya, mekâna, zamana ve duygulara dair. Ya sonra? Sorular yeni sorularla mı pekiştirilecek? Cevapsız kalan bir soru yeni bir soruyla mı teselli edilecek? Peki bizi yüzleşmeye götüren sebepler orada kalmamız için yeterli olacak mı?

Şayet her şey olup biter ve bir şekilde kendiyle yüzleşebilmeyi başarırsa insanın önce katıksız bir ikiyüzlülükle karşılaşması muhtemeldir. Zira kendi çirkinliği, zayıflığı, acizliğidir onu bekleyen. Yavaşça yamalar çıkarılır, sargılar açılır, fazlalıklar atılır. O an tüm gerçekliğiyle karşı karşıyadır insan. Sessizlik bile nefesini tutmuştur. Biri uzaktan baksa hüzünlü bir sahne der buna. İnsan o sahnede her ne görüyorsa bu yalnızca kendine ayan ve aşikârdır. Tek kişiliktir koltuk, tek bir hissedarı vardır. İnsanın baktığı da bildiği de kabullendiği de kendinedir. Açıklanacak ya da kanıtlanacak bir durum yoktur ortada. Zaman artık yavaşlamıştır. Uzaklardan gelen uğultu, her hesaplaşmayla birlikte başlayan rüzgârın son kıpırtılarıdır. Zor ve sancılı geçen sürecin nekaheti başlamıştır. Yüzleşme sarsmış ve afallatmıştır ama işte öğretmiştir. İnsanı insana gizleriyle öğretmiştir. Belki de bir sonraki yüzleşme denemesine cesaret veren şey de budur. Raskolnikov’a diz çöktüren, Don Kişot’u hasta eden, İvan İlyiç’i öldüren, Alyoşa’yı Alyoşa yapan, Dimitri’yi akıllı eden belki de budur: İnsanın kendine bir adım daha yaklaşma tutkusu.