Makale

Aşkla terbiye olunmak

Aşkla terbiye olunmak

Dr. Ülfet Görgülü
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Üç yavru kelebek ilk kez ormanda uçmaya çıkarlar. Uzaklarda ateş yanmaktadır. Kelebekler orada ne olduğunu merak ederler. Teker teker uçmaya, gidip ne olduğunu anlamaya ve dönüp birbirlerine anlatmaya karar verirler. Önce birinci kelebek uçar. Ateşe yaklaşmaya çekinir, uzaktan bakar ve geri döner. Ne gördüğünü soran arkadaşlarına; “Orada çok yoğun bir duman vardı.” der. Sıra ikinci kelebektedir. O biraz daha cesur çıkar, ateşe daha yakın mesafeden bakar. O da dönüp gelir. Gördüklerini; “Çok kuvvetli bir ışık ve biraz da sıcaklık vardı.” diyerek anlatır. Şimdi de üçüncü kelebektedir uçma sırası. Üçüncüsü uçar, uçar ve kendisini ateşin ortasına atar. Geri dönüp anlatamaz ne gördüğünü, ama en iyi o anlar orada ne olduğunu…

Aslında aşk; anlatılabilen değildir, anlatılamayanın etrafında dolaşmak da değildir. Aşk, olmaktır, pişmektir, yanmaktır. Tıpkı “Aşk nedir?” diye soran kimseye Hz. Mevlana’nın; “Ben ol da gör.” dediği gibi.

Tek hece ve üç harften oluşan bu kısacık sözcük üzerine asırlardır neler yazılıp söylenmiş. Yazması kolay, yaşaması ise oldukça zor hatta bir ömre bedel… Kur’an’da geçmiyor diye bu kelime, kimileri dönüp yüzüne bakmasa, kaldırıp bir kıyıya atsa da, “aşk”ın yeri hep gönüller olacaktır.

Kur’an’da geçen şekliyle “hub/mehabbe” gönül toprağına dikilmiş ilahî bir tohumdur. O tohumu fidan ve yedi veren ağaç haline getirmek de kulun gayretine bırakılmıştır.

Sevgi/muhabbet önce Yaratan’dan yaratılanadır. Yaratma dediğimiz eylem, Vedud olan Yaratan’ın muhabbetinin tezahüründen başka bir şey midir ki? Kur’an’ın, insanla buluşma gecesinin ilk hatırasında dikkatimizi çektiği önemli bir noktadır bu. “O, insanı alaktan yarattı.” (Alak, 2.) Alaktan yaratılmak insana özgü bir özellikse eğer, bunu sadece döllenmiş hücre/kan pıhtısı/et parçası olarak biyolojik yönüyle anlayıp izah etmenin maksadı anlamada yeterli olmayacağı ortadadır. O halde alaktan yaratılmak, ilgi, sevgi ve alaka ile yaratılmaktır aynı zamanda.

Bütün âlem de sevilen bu insana sunulmuş bir hediye, ilahî bir ikramdır. Teşekkürü nasıl olmalıdır bu ilahî lütfun dersek; “...İman edenlerin Allah’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir.” (Bakara, 165.) ayetini tedebbür ve tezekkür edeceğiz o halde. Kulun Rabbine muhabbeti hangi seviye ve derecede olmalı ki gönül buhurdanlar gibi tütsün, Yaratan’ın sevdasıyla ateşte pişsin ve güller yeşersin gönül bahçesinde. Ham iken pişsin, yansın.

Aşk, sadakat ister, bedel ödetir aşığa vuslat yolunda. O güzelliğin hayranı olanlardan İbrahim (a.s.), İsmail (a.s.), Musa (a.s.), İsa (a.s.) ve diğerlerinin özellikle de Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz’in ödediği gibi.

Güneşin, ayın, yıldızların Rabbi olan o güzeller güzelini göremeyen gözlerdeki perdeleri açmak için değil miydi, İbrahim (a.s.)’in ölümü göze alarak, hayatı hiçe sayarak, kavminin putlarını bir bir kırması? Meftunu olduğu bu güzelliğe sırtını dönüp de putlara ilahlık atfedenlerdeki akıl tutulması karşısında hayretler içindeydi Hz. İbrahim. Sevgilinin uğrunda ateşle sınandığından mıdır acep bilinmez, Nemrut’un yaktırdığı ateş söndü, ama İbrahim’in bağrındaki ateş için için yanmaya devam etti. Etti de Yüce Rabbimiz halilini bize, “Çünkü İbrahim çok içli ve Allah’a yönelen bir kimseydi.” (Hud, 75.) diyerek duyurdu. O gözünü ve gönlünü öylesine vermişti ki Mevlası’na şartlar onu Harran’dan Filistin’e, Filistin’den Hicaz’a yollara düşürürken, onun pusulası hep aynı yönü gösteriyordu: “...Ben, Rabbime hicret edeceğim.” (Ankebut, 26.)

Yüce Resulümüz de yollara düşmüştü defalarca. Hani bir vakit “Medine” olma fırsatını hiç düşünmeden tepen ve âlemlere rahmet Hz. Peygamber (s.a.s.) ayaklarına kadar gelmiş iken, o ayakları kanlara bulayarak gönderen Taif halkının bu incitici, onur kırıcı tavrına karşılık ellerini açıp yalvarmıştı da: “Ya Rabbi, kuvvet ve kudretimin en zayıf haliyle, elimdeki çare ve vasıtaların en basitiyle, insanların gözünde ifade ettiğim en hafif şahsiyetimle senin huzurunda sana yalvarıyor, sana sığınıyorum. Ya Erhamerrahimin! Sen sıkıntı ve zulüm altında zayıf düşmüş olanların Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun?...” diyerek rahmeti ilahiyi ihtizaza getirmişti. Bu kadarcık bir nazdan sonra hemen niyaz eyleyip; “Gerçekte benim üzerime çöken bir musibet ve eziyet, şayet senin bana karşı bir gazap ve öfkenden gelmiyorsa, ben buna aldırış etmem ve gönülden tahammül ederim…” diyerek (İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, II, 68.) sevginin bedelsiz olmayacağını öğretiyordu cümle varlığa.

Taif’te aradığını Yesrib’te bulunca, gözyaşlarıyla vedalaşıp ana yurduna, dağlara tırmanıyordu bir gece vakti hicret yoldaşıyla. Sebeblerin tükendiği o noktada mağara arkadaşını: “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber” (Tevbe, 40.) diyerek teselli ederken, sevgi ve sadakatini canı pahasına ispat edenleri Rablerinin bir başına bırakmadığını, kahrı lütfa, narı nura çevirdiğini seyrediyordu kâinat Sevr dağındaki o küçücük sığınakta…

Zira âşık için asıl kahır ve ızdırap, maşukun rahmet nazarından mahrum kalma, nar-ı cehim ise gönülde o sevdadan dûn olmadır. Maşuk için çekilen çile ise aşığa zillet değil, rahmetin ta kendisidir. Bilir ki aşık; “Kuyuya atılmadan/Kervana katılmadan/Kul olup satılmadan/Sultanlık arzulanmaz.” Geçse de ele, o sultanlığın hayrı olmaz. İlim, mevki, makam pişirmez insanı, pişmemişse şayet aşk ateşinde, ham ise eğer hamlığını artırır ancak.

Aşk! Bir hece ve üç harf. Kalemini gönül hokkasındaki aşk mürekkebine daldıranlar ne divanlar yazdılar, ne kasideler, güfteler döktüler kağıda. “Nûn. And olsun kaleme ve satır satır yazdıklarına” (Kalem, 1.) Kalem ateş, kelam ateş oldu, nice sinelerde küllenmiş ateşleri tutuşurdu. Ve besteledi âşıklar âteşîn sözleri ateşten notalarla. Sazın teline değil, gönül teline dokundurarak can buldu ve can oldu besteler…

Aşk Kays’ın gönül kapısını çalmıştı bir zamanlar. Kapıyı açtığına pişman oldu mu ki adı Mecnun’a çıkınca? Gerçi Kitabu’l-eğani’de denir ki: Babası onu alıp Kâbe’yi ziyarete götürmek ister. Beytullah’ı ilk görüşte yapılan dua makbuldür diye duymuştur. İster ki sevgili yavrusu dua etsin de kurtulsun onu dillere düşüren bu aşk illetinden, Leyla derdinden. Kâbe’ye yaklaştıklarında; “Bak oğlum” der, “Az sonra gireceğiz Beytullah’a. Kurtuluşun inşallah orada, yalvar Allah’a.” Mecnun geçer Kâbe’nin karşısına, açar ellerini ve başlar Yaratan’ına niyaza: “Ya Rabbi, içimdeki bu sevdayı öylesine artır ki, bende benden bir şey kalmasın.”

Rahatsızlanır yine bir gün Mecnun ve hacamatçıya gider kan aldırmaya. Tabibin, sırtına bıçağı her dokunduruşunda “ahh” diye feryat eder Mecnun. Tabip dayanamaz; “Kalıbının adamı değilmişsin” der, “Onca sevdaya katlandın da, dayanamadın şu kadarcık acıya.” Cevap verir Mecnun: “Ben canım yandığı için feryat etmiyorum. Lakin vücudumun her zerresini Leyla kaplamış, o incinecek, onun canı yanacak diye korkuyorum.”

Vücudunun her zerresini haz, egoizm, ihtiras ve bilumum heva ve heves kaplamış, sevdasını dahi karaya/kana bulamış modern zamanların insanına ne söyler Mecnun’un feryadı bilemem… Fakat cümle Leyla’lardan geçip Mevla’ya gönül bağlayanlar doğudan, batıdan ve her cihetten vech-i Hakka nazar edip (Bakara, 115.) göklerde, yerde ve tüm yaratılmışlarda O’nun sonsuz kudret ve azametini temaşa eyleyenler Zat-ı Kibriya’nın huzurunda yokluklarının idraki içinde “İlla Hu” deyip secdeye vardılar...