Makale

GEÇMİŞ TECRÜBELERİMİZ ŞİMDİKİ İLİŞKİLERİMİZİ NASIL ETKİLER?

GEÇMİŞ TECRÜBELERİMİZ ŞİMDİKİ İLİŞKİLERİMİZİ NASIL ETKİLER?

Cihan Uluç
Psikolog/Psikoterapist

İnsan, hafızasıyla kaimdir. Bu sayede var olur ve ayakta durur. Bir anlığına hafızamızı yitirdiğimizi ve hiçbir şey hatırlamadığımızı düşünelim. Bizi biz yapan her şeyin hayatımızdan çekileceğini ve soluk alıp veren bir cesede dönüşeceğimizi öngörmek hiç de zor olmaz. Hatırlamak bu kadar hayatiyken, bazen “Keşke hâlâ bu denli taze ve sanki yeni yaşanmış gibi hatırlamasam.” dediğimiz anlar ve anılar da olabilir.

Bizler anılarla yaşıyoruz ve onlar da kabaca üçe ayrılıyor: Olumlu anılar, nötr anılar, olumsuz anılar.

Olumlu anılar; iyi oluş hâlimizi destekleyen, hayat pratiği içerisinde bir şeyleri başarmamıza ve aşmamıza kaynaklık eden anılardır. Örneğin, daha önce topluluk önünde bir konuşma yapmanız icap etmiş ve bunu da son derece başarılı bir şekilde gerçekleştirmişsinizdir. Konuşma sonunda olumlu geri bildirimler almış; bunu kendinizi gayet iyi, yeterli ve başarılı hissettiğiniz bir anı olarak kaydetmişsinizdir. Bu olumlu anı, o günden sonra gerçekleştireceğiniz tüm topluluk önünde konuşma deneyimlerine kaynaklık eder. Böylece günden güne olumlu bir anı ağı oluşur ve artık daha az kaygılanarak konuşmalarınızı yapmaya başlarsınız.

Nötr anılar; hatırladığımızda negatif bir çağrışımı olmayan, zararsız anılardır.

Olumsuz anılar ise her hatırlandığında (tetiklendiğinde) sizi hem duygusal hem bedensel olarak etkileyen, moral ve motivasyonunuzu düşüren, yaşama enerjinize darbe vuran anılardır. Bu anılara diğer bir deyişle “işlenmemiş anı” da denebilir. Bir türlü sindirilemeyen yemek gibi orada dururlar ve zaman zaman ağrı ve sızılarıyla sizi rahatsız ederler. Bunun günlük yaşamda çok sık tekrarlanıyor ve sürekli bir vesileyle kendini açığa çıkartıyor oluşu, bu anının travmatik değerde bir kayıt olduğunu düşündürebilir.

Anılar hakkında bu uzun girizgâhtan sonra bu yazıda ilişki perspektifinden yaklaşarak geçmişteki tecrübelerimizin güncel ilişki(leri)mize etkisini tartışmaya çalışacağız.

Geçmiş tecrübelerimiz derken özellikle doğumumuzdan başlayarak evlilik hayatına kadar yaşadıklarımızın tamamını ve bunların ilişkimiz üzerine etkisini kastediyoruz. Bu tecrübelerin içerisinde çeşitli nedenlerden dolayı boşanma ya da nişan atma gibi yaşantılar olabileceği gibi yapılan araştırmalar neticesinde etkisi ortaya konulan nasıl bir çocukluk geçirdiğimiz ve bu dönemde ebeveynlerimizle yaşadıklarımız da olabilir. Dünyaya bakıma muhtaç hâlde geliriz bir annenin kollarına yani bir ilişkiye doğarız. Dünyanın nasıl bir yer olduğuna ise çok küçük yaşlarda bu ilk ilişkiye göre karar veririz. Örneğin, kaygılı bir annenin kollarında dünyaya gelmişsek hayatı büyük oranda kaygı verici bir biçimde algılarız. Yine biz, ilk bakım verenlerin ve ebeveynlerimizin o anki ihtiyaçlarımızı fark edip etmemesine göre dünya algımızı şekillendiririz: “Evet, dünya güvenli bir yer ya da hayır, dünya tehlikelerle dolu tekinsiz bir yer.” gibi.

Yeni Bir İlişkiye Boş Levha (Tabula Rasa) Olarak mı Başlarız?

Geçmiş, gelecek ve şimdi insan zihninde yan yana yaşar. Bu yüzden geçmiş asla geçmiş değildir. Oradadır ve çeşitli vesilelerle ona verilecek rolü bekler. Doğal olarak yaşadığımız olumsuz tecrübeler, yeni kuracağımız ilişkiyle doğrudan bağlantılıdır. Geçmiş tecrübeler yeni seçimlerimizi etkilediği gibi, farkında olmadan ilişkimize taşıdığımız eski düşünme alışkanlıklarımız ve çocukluk yaralarımız bizatihi ilişki pratiğimizi belirler. Bu nedenle travmatik değerde olan yaşantılarımızla ne kadar yüzleşebilir ve onları çözümleyebilirsek evlilik ilişkimizde de o kadar temiz bir gözlüğe sahip oluruz.

İnsan, İnsanın Yurdu Olabilir mi?

Aile ve çift ilişkileri alanında çalışan uzmanlarca “Niçin bir araya geliyoruz, neden yakınlık ihtiyacı duyuyoruz, eş seçimimizi etkileyen unsurlar neler?” gibi sorular başat bir araştırma konusu olmuştur. Niçin evlendiğimiz konusunda herkesin bir açıklaması olabilir. Örneğin; yakışıklıydı/güzeldi, meslektaştık, aynı memleketliydik, hayata benzer bir noktadan bakıyorduk gibi... Bu açıklamalarda genelde eş seçiminin bilinçli bir tercih olduğuna dair atıf vardır. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar bunun böyle olmayabileceğini söylüyor. Eş seçimini ve yakınlık kararını beynimizin muhakemeden, mantıktan, tutarlılıktan sorumlu tarafı olan bilinçli kısmı değil de aslında temelde hayatta kalmayı önceleyen, anıların ve duygusal kayıtların olduğu kısım olan ilkel beyin kısmı tarafından yapıldığı ortaya konmuştur.

Bu kapsamda ortaya atılan teorilere kısaca bir bakış atacak olursak; “Biyo-Mantık (Bio-logic) Kuramı”, eşimizi soyumuzu devam ettirmek için içgüdüsel olarak seçtiğimizi savunur. Diğer bir yaklaşım ise “Değiş-Tokuş (Ex-change) Kuramı”dır. Bu kurama göre; eş seçerken fiziksel çekicilik, mali statü, sosyal sınıf gibi kriterleri göz önünde bulundurarak dengimiz olan kişilere yakınlık hissederiz. Âdeta ortaklık kurmak için bir araya gelen iki şirket gibi davranırız. Çiftlerde neyin birbirini çektiği konusunda görüş ortaya koyan bir diğer kuram ise “Persona (Maske) Kuramı”dır. Bu teori, olası eş adayımızı kendimize dair hissettiğimiz benlik saygısına göre seçtiğimizi savunur. Yine bu noktadan yola çıkarak eş seçimini ve neden birbirimize yakınlık hissedip evlendiğimizi açıklamaya çalışan güncel ve kapsamlı teorilerden biri de “İmago Kuramı”dır. Bu kurama göre, doğduğumuz andan itibaren ebeveynlerimizin tüm iyi niyetine rağmen çocukluk yaraları alırız. Her şey mükemmel olsa dahi anne karnı gibi bir tür cennet hâlinin yaşandığı, istemenin dahi olmadığı mükemmel bir yerden “kusurlu” bir dünyaya geliriz. Bazen annemiz yorgun olabilir, bize talep ettiğimiz ilgiyi, sıcaklığı her zaman gösteremeyebilir. Her ağladığımızda hızlıca yanımıza gelemeyebilir ya da keşif sürecinde olduğumuz gelişim evresinde (18-36 ay) serbest bırakılmaya olan ihtiyacımız kaygılı anne-babamız tarafından tam olarak karşılanmamış olabilir. Bunların her biri gelişim dönemlerindeki çocukluk yaralarını oluşturur. Bu yaralar da yetişkin olduğumuzda eş seçimimizi etkiler. İmago Kuramı, eş olarak seçtiğimiz kişilerin anne babalarımıza benzer hisleri ve durumları bize yaşatacak kişiler olduğunu söyler. Eş olarak çocukluğumuzda bize bakım veren kişilerin iyi ve kötü özelliklerine benzer kişileri seçiyoruz. Çiftlere nasıl tanıştınız diye sorulduğunda genelde “İlk gördüğümde onu, yabancı biri gibi değil de sanki yıllardır tanıyormuşum gibi hissettim.” gibi cümleler duyarız. Bu yaklaşıma göre anne baba ya da bize çocukluğumuzda bakım veren kişilerin hissettirdiği duygulara benzer kişiler bize daha yakın ve çekici gelir. Bunun nedeni ise aslında iyileşmeye dair dürtümüzdür. Bir parmağımız kesildiğinde nasıl bedenimiz tüm gücüyle önce kanı durdurmaya sonra oluşan yarayı iyileştirmeye programlıysa ruhsal dünyamız da aldığımız yaraları iyileştirme eğilimindedir. Anne babamıza benzer kişileri eş olarak seçiyoruz, çünkü iyileşmek istiyoruz!

Son söz olarak, evlilik ilişkimizde bizi tetikleyen, alt üst eden, duygusal olarak sarsan durumların çoğunluğu -karşı tarafı suçlama eğilimimizin aksine- kendimizle ilgilidir ve her biri bizim için büyüme düğümüdür. Bu düğüm çözüldüğünde ruhen büyüdüğümüzü ve geliştiğimizi hissederiz. Bu açıdan bakıldığında evliliği bir iyileşme serüveni olarak görmek mümkündür ve bilinçli bir gayretle insan, insanın yurdu olabilir.