Makale

BİR BAYRAM YAZISI

BİR BAYRAM YAZISI

Hüseyin Hilmi ARSLAN

Bu yazıda bayramdan bahsedeceğim, umarım. “Umarım” diyorum çünkü “bayram” gibi bol çağrışımlı bir kavramı anlatmaya başladığınızda bu kavramın kelime anlamından başlayıp eski ve yeni bayramlara, çocukluğumuzun bayramlarından çocuklarımızın bayramlarına, bayramların bireyler üzerindeki diriltici etkisinden bir toplumu ayakta tutan onarıcı gücüne, daha nelerden nelere atlamak ve bunları belli bir üslup ve ahenkle verebilmek hâliyle çaba istiyor. Aslına bakarsanız bir bayram gününde eski bayramların tatlı hatıralarının izlerini dimağında hâlâ taşıyan, her bayram olduğu gibi bu bayramda da ruhu çocuksu bir neşe hisseden siz sevgili okurlara uzun uzadıya bayramın diyalektiğini yapmak oldukça gereksiz. Elbette yaşamak yazmaktan mühimdir.

Peki, ne yapmalı o zaman; yapmayı planladığı ziyaretleri tamamlamış, köydeki dededen kalma evinin balkonuna oturmuş ve bilgisayarı kucağına almış bir yazar olarak? Demlenen çayı içmemek gibi bir şey olur değil mi? Çayım yok ama olsun, iki satır bir şeyler yazmak iştiyakı içimdeyken yazmamak olmaz. Ama öyle laf olsun diye değil, tarihe bir not düşmek için belki.

“Eski bayramlar” diye başladığımız cümleler aslında çocukluğumuzun bayramlarıdır. Benim eski bayramlarım, modern çağın getirdiği “az insan, çok huzur” söyleminde yansıyan bunalımlı bakış açısının aksine “çok insan, çok neşe; çok insan, az tasa” barındıran bayramlardı. Mecburi birkaç hâl dışında babamın hep memlekete uzak beldelerde çalışıyor olmasına rağmen her bayram dedemin ve babaannemin yanında olurduk. Bu durum onlar ilçe merkezine taşındığı yıllarda da devam etti, dedem vefat edene kadar. Hamdolsun ki uzun yıllar boyunca dedemin çınar gibi gölgesinde bayram yaptık.

Benim eski bayramlarım neşenin kalplerimizden doğup gözlerimizde ışıdığı zamanlardı. Bayramdan birkaç gün öncesinden dedemin evinde toplanırdık. Amcalarım, yengelerim ve onların çocukları. Hanımların telaşlı bayram hazırlıklarına babam ve amcalarımın dış işleri yetiştirme koşturmaları eklenirdi. Biz çocuklar ise bir yandan oyunların envaiçeşidini oynarken diğer yandan da verilen buyrukları, bazen isteksiz bazen de sırf birbirimize caka satmak için heyecanla yapardık. Bayram gecesi odaların bir köşesine yapılmış gusüllüklerde ocakta kaynatılmış sularla birer ikişer yıkanır, eğer oda sayısı evde kalacak aile sayısına yeterse kendi odamızda, yetmezse hanımlar ve beyler ayrı olacak şekilde ayarlanmış odalarda yer yataklarında yatardık. Genelde erkek tarafı bir iki cümleden sonra sessizliğe bürünürdü ama hanımların odasından ışıklar kapatılmış olarak desibeli gitgide azalsa bile uzun bir süre sohbetler devam ederdi. Babaannemin okuyup üflediği surelerle dalardık uykuya. Hiçbir zaman kuşluk vaktinde sırtı yere gelmemiş dedem, bayram sabahı daha erken kalkardı. Onun kalkması demek artık çocuklar dâhil hiç kimsenin yatmaya devam edememesi demekti. Dedem ev halkı geciktikçe önce abdest alırken çıkardığı sesleri yükseltir, evde hareketlilik olmazsa tekbirler, salavatlar getirmeye başlar eğitimsiz ama yanık sesiyle ilahiler söylerdi. Hâliyle evde uyanmayan kimse kalmazdı. Dedem, genelde camide vaaz verecek olan babamla sabah namazını camide kılmak üzere evden herkesten önce ayrılırdı. Biz ise abdestlerimizi alır namaza yeni yeni alışmaya başladığımız o çağlarda uykulu uykulu kılardık sabah namazını. Eski bayramlarımın en heyecan duyduğum yeri bayramlık kıyafetlerimi giydiğim zamandı. Nasıl heyecanlanmayayım? Memur çocuğu olmamıza rağmen yeni kıyafetler genellikle sadece bayramlardan önce alınırdı o zaman. Bu bizim için müthiş bir andı diyebilirim. Sonra birer ikişer evden ayrılır camiye geçerdik. İmam efendinin “iki salla bir bağla, üç salla bir eğil” şeklinde yaptığı bayram namazı tarifinin ardından “uydum imam-ı azize” diyerek namaza dururduk. Bizim yerimiz belliydi camide, caminin en neşeli yeri bize ayrılmıştı, tahta merdivenle çıkılan üst katta fıkır fıkır saf tutardık. Namazın ardından sevk-i tabii ile köyümüzün en önemli geleneğini yaşatmak değil yaşamak üzere mezarlığa gider orada okunan Kur’an’ı dinlerdik. Ardından köyün hocası ve en yaşlısı başta olmak üzere yaş sırasına göre bayramlaşma başlardı. Bu arada eklemeden geçmeyeyim, bu sıra köyümüz insanın âdeta ömür skalası gibidir. Her bayram biraz daha ön sıralara geçtikçe yani arkamızdaki kalabalık çoğalıp önümüzdekilerin sayısı azaldıkça büyüdüğümüzün, yaşlandığımızın biraz daha farkına varırız. Bayramlaşmanın ardından herkes kendi yakınlarının kabrini ziyaret ederdi. Bu ziyaretler bizi geçmişe bağlardı her zaman, dedem önde biz arkada kabrini bildiğimiz en büyük dedemizden başlayarak birkaç kabir dolaşırdık. Ağa dedemizi, gazi dedemizi ve diğerlerini bu ziyaretlerle yâd ederdik. Ruhları şad olsun. Sonra eve döner aile içi bayramlaşmamızı yapardık. Dedemin güleç yüzüyle her birimiz için ayrı ayrı bellediği söyleyişlerle elini öperdik, mesela dedem beni görünce mutlaka daha dört beş yaşlarında Erzincan Refahiye’de bizi ziyarete geldiğinde kendisine söylediğim “Dede beni de götüren mi he mi?” lafını türkü yapar söylerdi, kız kardeşimi görünce de “Selanik içinde müftü kızıyım, ağ kâğıt üstünde kara yazıyım” diye başlayan eski bir muhacir ağıdını söylerdi. Bayramlaşma merasimi bitince yer sofralarında hep beraber kahvaltı yapılırdı. Sonrası malum küçüklerin şeker toplama yarışları, başka zaman zorlasan gidilmeyecek yerlere gidip kapı çalmalar, güler yüzle açılan kapılardan uzatılan şekerliklerin içinden en güzelini seçmek için itişmeler. Böyleydi işte sadece yirmi dört saatini anlatabildiğim eski bayramlarım.

Peki ya şimdi? Aslında şimdilerde bayramlaşma sırasındaki sıramız biraz önlere kaydı ve ziyaret ettiğimiz kabirlere sevgili babam dâhil yenileri eklendi, hepsine rahmet olsun. gündemimize pandemi de girdi malumunuz. Artık bayram ziyaretleri telefon sohbetleriyle, görüntülü aramalarla yapılıyor ama buna da şükür. Pandemi aramıza mesafeler koysa da bayram gönüllerdeki mesafeleri kaldırıyor. Allah Teâlâ bizleri ve çocuklarımızı bayramsız bırakmasın vesselam.