Makale

"TEBSIRATÜ’L-EDİLLE’DE" BÜYÜK GÜNAH MESELESİ

YALÇIN, E. "Tebsıratü’l-Edille’de" Büyük Günah Meselesi"
Diyanet İlmî Dergi 57 (2021): 317-348

"TEBSIRATÜ’L-EDİLLE’DE"
BÜYÜK GÜNAH MESELESİ
THE MAJOR SIN ISSUE IN "TABSIRAT AL-ADILLA"

Geliş Tarihi: 30.11.2020 Kabul Tarihi: 01.03.2021

Araştırma makalesi / Research article

EBUBEKİR YALÇIN
DR.
MEB, ÖĞRETMEN

ADIYAMAN MİMAR SİNAN ORTAOKULU MÜDÜRÜ

orcid.org/000-0001-2345-6789

eyalcin1967@hotmail.com

ÖZ

Kelâm ekollerince tartışılan konulardan birisi Müslüman olduğu halde büyük günah sahiplerinin âhiretteki cezalarının durumudur. Bu konu, büyük günah (mürtekibu’l-kebîre) meselesi adıyla incelenmiştir. İnsan doğası gereği her zaman kendisi için çizilen sınırlar içinde kalmaz. Beşerî duygular, hırs ve öfke gibi zafiyetler onun kanunları çiğnemesine yol açabilir. Bu bağlamda bir Müslümanın dinî yasaklardan bir veya birkaçını işlemesi halinde dünya ve âhirette durumunun ne olacağı önemli teolojik sorunlardandır.

Hicrî 4. asırda Orta Asya’da yaşamış olan Ehl-i sünnet âlimlerinden Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille fî usûli’d-dîn adlı eserinde öncelikle mü’min, kâfir ve fâsık kavramlarının tanımları üzerinden büyük günah meselesini incelemektedir. Nesefî’ye göre inanmak bir şeyin doğruluğunu veya yanlışlığını kalben onaylamaktır. Geniş anlamıyla İslâm akaidinin inanç esaslarını tasdik etmektir. İnancını muhafaza ettiği sürece bir müminin büyük veya küçük işlediği suçlar, Allah’ın isteğine bağlı olarak ya bağışlanır ya da suçuyla orantılı olarak cezalandırılır. Ancak büyük günahları hafife alır veya helal görürse bu avantajdan yararlanamaz ve inkârcılar gibi muamele görür.

Anahtar Kelimeler: Kelâm, Büyük Günah, Ebu’l-Muîn Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, Bağışlanma, Azap.

ABSTRACT

One of the issues discussed by the schools of kalam is the state of the punishment of those who have major sins in the hereafter, even though they are Muslim. This subject has been studied under the name of the major sin (murtakib al-kabira) issue. Human nature does not always stay within the boundaries drawn for itself. In this context, what will happen to a Muslim in the world and the hereafter if he commits one or more of the religious prohibitions is one of the important theological problems.

Abu al-Mu’in al-Nasafi is one of the scholars of Ahl al-Sunnah who lived in Central Asia in the 4th century of the Hijri. In his work titled Tabsirat al-Adilla fi Usul al-Din, he primarily examines the major sin issue through the definitions of the concepts of believer (mumin), unbeliever (kafir) and rebellious (fasiq). According to Nasafi, believing is confirming the truth or wrongness of something by heart. Major or minor sins committed unintentionally by a believer can be forgiven or punished by Allah (swt). However, if one underestimates major sins or regards it as lawful, he/she cannot benefit from this advantage and is treated like deniers.

Keywords: Kalam, Major Sin, Abu al-Mu’in al-Nasafi, Tabsirat al-Adilla, Forgiveness, Torment.

The Major sIn Issue In "TABSIRAT al-ADILLA"

SUMMARY

One of the issues discussed by Schools of Islamic Theology is the situation of the punishment in the hereafter of those who make prohibitions that are considered a great sin by religion, even though they are Muslims. This issue has been studied under the name of the major sin (murtakib al-kabira) issue. Because of its structure, human beings cannot fully comply with the rules that have always been established. Human emotions, such as ambition and anger, which are found in a person, can lead to him breaking prohibitions. From this point of view, if a person who believes in the religion of Islam commits one or more of the prohibitions, determining the provision related to him is seen as an important consideration.

The debates on the major sin issue in the Islamic geography, it started due to the deaths that occurred after Osman (as) was martyred. The killing of a believer is prohibited by Islam. It has been reported that those who commit this crime will be punished forever in Hell. Likewise, actions such as adultery and taking interest are among the major sins prohibited by Islam.

Three different views emerged among the madhhabs regarding the situation of those who committed major sins: First; a person who commits a great sin loses his characteristic of being a believer. For this reason, he is punished infinitely in Hell. This opinion belongs to the Kharijites. According to the second view those who commit major sins are not believers, they are not unbelievers, and they are from the class of the sinners, which is a class between the two. If such a person repents for his mistake, his guilt is forgiven and his punishment is lifted. However, if he dies without repent, his punishment in the hereafter will be eternal, but his punishment will be lighter than the punishment of an unbeliever. This opinion also belongs to Mu’tazila.

The third view belongs to the Ahl al-Sunnah and one of the scholars who defended it, Abu al-Mu’in al-Nasafi. Nasafi’s views on people who committed major sins were examined in his greatest work, Tabsirat al-Adilla fi Usul al-Din. The Turkish version of this book has not been published yet. We have it in Arabic. Nasafi evaluates this issue based on two main criteria in his book. The first is the analysis of the concepts, the other is the interpretation of the verses shown as evidence.

According to Nasafi, a believer, which is the basic concept of the issue, is a person who confirms the principles of the religion of Islam. Confirming a judgment takes place with the heart. Likewise, denial can happen with the abolition of this confirmation. Therefore, a person who commits a haram deed is not considered an unbeliever, even if his heart continues to confirm it. However, he is called a fasiq because he went astray. Fasiq means someone who goes outside the determined rule in terms of meaning. For this reason, it does not mean the opposite of a religious believer.

In Islam, it is very important to obey Allah’s orders and prohibitions. True believers are defined as those who believe in Allah (swt) and do good deeds. Therefore, believers are expected to obey the rules determined by Allah and to do good deeds throughout their life. However, it is also possible for people to sometimes commit sins because of some reasons. Nasafi thinks that a Muslim person will not commit major sins very often. According to him, when a believer commit sin, he both fears Allah and hopes that Allah will forgive him. This mood of that person can cause Allah to forgive him. Likewise, according to Nasafi, a believer’s good deeds are more than his bad deeds. It is the greatest good for him to believe. Also, the believer fulfills many orders of Allah and worships Him. For this reason, even if he goes to hell due to his crime, his punishment ends after a certain period of time.

Among the evaluations of Nasafi on the subject, the condition that those who commit sins should not underestimate the ban and not accept it as halal draws attention. If a person commits a sin by accepting the prohibitions of Allah as lawful or taking lightly, although he says he is a believer, that person’s faith is doubtful. Therefore, it is difficult for such a person to be seen as a believer and to be forgiven. According to him, only the unbeliever does not obey any of the prohibitions of Islam.

GİRİŞ

Tebsıratü’l-edille fî usûli’d-dîn adlı eser, Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin kelâma dair en hacimli ve muhtevalı eseridir. Nesefî, 438 (m. 1047) yılında Türkistan’ın Nesef şehrinde doğmuş ve 508’de (m. 1115) Buhara’da vefat etmiştir. O, Mâtürîdî mezhebinin büyük âlimleri arasında sayılmaktadır. Müellif bu eserinde inanç esaslarını geniş bir şekilde ele almış ve semantik bir metot kullanarak tartışmıştır. O, özellikle Ehl-i sünnet düşüncesine aykırı olan görüşleri aklî ve naklî delillerle çürütmeye ve Ehl-i sünnetin görüşünün doğru olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Nesefî, Tebsıratü’l-edille’de büyük günah meselesini (mürtekibü’l-kebire) "esma, ahkam, va‘d ve vaîd" bölümü altında ele almaktadır. Müellif söz konusu eserinde konuya genişçe yer ayırmakta, Ehl-i sünnetin görüşlerini âyetlere dayanarak açıklamaya ve temellendirmeye çalışmaktadır. Özellikle de karşıt görüşte olan Mu‘tezile’nin konuyla ilgili ileri sürdüğü delillerin yanlışlığını âyetlerin bütünlüğü içinde ele alarak ortaya koymaktadır. Makalemizde ağırlıklı olarak Nesefî’nin büyük günah sahiplerinin âhiretteki cezalarının ebedî olmadığı yönündeki görüşlerini nasıl ispatlamaya çalıştığı üzerinde duracağız. Çalışmamızda Tebsıratü’l-edille’nin Hüseyin Atay ve Şaban Ali Düzgün tarafından tenkitli olarak neşredilen Ankara-2003 baskısını esas aldık. Ayrıca müellifin diğer iki eseri olan Bahrü’l-kelâm" ile "Kitâbü’t-Temhîd li kavâidi’t-tevhîd adlı kitaplarına da müracaat edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah Teâlâ’nın insanlar için seçtiği dinin İslâmiyet olduğu belirtilmekte ve ona uyulması istenmektedir: "…Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim…",1 "Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti."2

Kur’ân’da dini inkâr eden ya da dinin kurallarına uymayanların âhirette birtakım cezalarla cezalandırılacağı beyan edilmekte; hatta bazı suçlar için söz konusu cezanın bitmeyen bir süreklilik arz edeceği, yani sonsuz olacağı haber verilmektedir. Bununla beraber Allah’ın merhametinin bir eseri olarak bazı suç ve cezaların da affedileceği âyetlerde bildirilmektedir. Ancak birçok insan, Allah tarafından bildirilen dini kabul ettiği halde kişisel, psikolojik, ekonomik ve ictimaî birtakım nedenlerle, belirlenmiş olan kuralların dışına çıkarak büyük ya da küçük diye adlandırılan birçok günah ve suç işleyebilmektedir. İnsanlardan, işlediği günahından pişmanlık duyarak bir daha yapmayacağına söz verenler olduğu gibi, bu durumu önemsemeyen, davranışında ısrarla devam eden kimseler de bulunmaktadır. Hatta işlediği günahından ömrünün sonuna kadar tevbe etmeden vefat edenler de bulunabilir.

Hz. Peygamber hayatta iken Müslümanların inançları hakkındaki soru ve sorunlar bizzat kendisi tarafından açıklanır ve düzeltilirdi. Ancak Osmân b. Affân’ın (ö. 35/656) hilafeti ile başlayan iç karışıklık, onun şehit edilmesiyle daha da büyümüştür. Alî b. Ebî Tâlib (ö. 40/661) döneminde Müslümanlar arasındaki tartışmalar karşılıklı çatışmaya dönüşmüş ve yapılan savaşlarda binlerce Müslüman şehit olmuştur. Öldürme hâdiseleri, İslâm toplumunda i‘tikadî tartışmaların ve farklı yorumların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kur’ân’da Müslümanların özellikleri açıklanırken genel olarak "inanmak" ve "sâlih amel" yüz’den fazla âyette birlikte zikredilmiştir. Bu özellik, inanmış olanların öldürülmesi özelinde ve daha sonra diğer büyük günahların hükmü konusunda tartışmalara yol açmıştır. Konuyla bağlantılı olarak dinin emir ve yasaklarına uymanın "imanın" bir parçası olup olmadığı meselesi gündeme gelmiş ve devamında büyük günah işleyenlerin mümin olma vasfını kaybederek cehennemde ebedî kalabileceği noktasına kadar ulaşmıştır.3

İslâm inanç esaslarını derlemeye çalışan kelâmcılar, günah işleyen kimselerin nasıl isimlendirilecekleri, bunların "mümin" olarak nitelendirilmelerinin doğru olup olmadığını tartışmışlardır. Ayrıca işledikleri günahlarına karşılık âhiretteki durumlarının nasıl olacağı da meselenin kapsamı içinde incelenmiştir. Bu noktada özellikle bazı âyetlerde zikredilen ve belli başlı büyük günahlar kısmından sayılan suçları işleyenlerin âhiretteki cezalarının sürekli olup olmayacağı hususu, üzerinde en çok durulan konular arasında yer almıştır. Haricî mezhebinin düşüncesini benimseyenler büyük günah işleyenleri kâfirlerle bir tutarak, cehenneme gideceklerini öne sürmüşlerdir. Mürcie mensupları ise ister büyük ister küçük olsun hiçbir günahın müminin durumuna zarar vermeyeceğini iddia etmişlerdir. Mu‘tezile, büyük günah konusunda daha farklı bir yoruma giderek, söz konusu kişinin ne mümin ne de kâfir olduğunu, onun fâsık olduğunu, bu mertebenin iki yer arası bir yer (el-menzile beyne’l-menzileteyn) olduğunu savunmuştur.4

Ehl-i sünnet âlimleri, inandıktan sonra inancının gereğini yerine getirmeyi çok önemsemekle birlikte konuyla ilgili dinî metinleri bütünlük içinde ele alarak, insanın fıtratı gereği hata yapabileceğini, beşerî zafiyetlerine mağlup olabileceğini de göz önünde bulundurmak suretiyle konuya yaklaşmışlardır. Onlara göre Ehl-i kıble olan insanlar, yasaklanan şeyi inkâr etmedikçe ya da hafife almadan yaptıkları takdirde Allah’ın rahmetine ve bağışlamasına nail olabilirler, sadece günah işlemekle mümin olma ayrıcalıklarını kaybetmezler. Kısaca onlara göre amel imanın bir parçası olarak değerlendirilmemiştir.5

Dinimizin esaslarına göre, inandıktan sonra mümkün olduğu kadar inancının gereğini yerine getiren, ancak beşerî bazı zafiyetler sebebiyle kesinlikle yasaklanmış olan ve mahiyet itibariyle büyük günah olarak değerlendirilen suçu/suçları işleyenlerin durumları ile inandıktan sonra inancının gereğini yerine getirme konusunda hiçbir hassasiyeti olmadığı için büyük günahlar da dahil birçok suçu işlemiş olanların cezalarının devamlılığı açısından araştırılması önemlidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de "bir mümini öldürmek" ve "Allah’a ve Peygamberine itaatsizlik etmek" gibi ağır suçları işleyenlerin cehennemde ebedî kalacağı yönündeki bilgiler,6 bu meselenin tartışılmasının temel nedenlerinden birisi olmuştur.

Allah’ın küfür ve şirk dışındaki bütün günahları affedeceği bildirilmiştir: "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, ondan başkasını dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan büsbütün sapıtmıştır."7 Bu bilgiye göre kişi, Allah’a şirk koşmadığı sürece hiçbir günahın cezasının ebedî olmayacağı düşünülebilir. Ancak zahirde birbirinden farklı bu iki sonucun telif edilmesi ve tevhit ilkesi çerçevesinde temellendirilmesi gerekmektedir. Ayrıca günahı hafife almak veya helal görmek durumlarının bu kapsamda araştırılması gereken önemli noktalar olduğunu düşünüyoruz. Bu meselenin vuzuha kavuşturulması Müslüman toplumunda "mümini öldürmek" ve "zina etmek" gibi büyük günahları işleyen kimselerin yaptıklarının âhiretteki cezalarını düşünmeleri açısından da büyük önem taşımaktadır. Yapısı gereği, insanın yapacağı davranışlarla ilgili yaptırım veya ödülü önceden bilmesi, onunla ilgili bilgi sahibi olması söz konusu eylemi yapıp yapmama konusunda önemli bir etkiye sahiptir. Bununla birlikte hayatının belli bir bölümünde birçok kötülük yaparak suç işlemiş olan bir kimsenin günün birinde geri dönüş yaparak yeni bir sayfa açmayı düşünmesinde, bağışlanabileceği yönündeki bilgi büyük bir rol oynayabilir. Her şeye rağmen Allah’ın kendisine merhamet elini uzatabileceği şeklindeki inancı insanın yaratılıştaki minnet duygusunu harekete geçirebilir.

1. BÜYÜK GÜNAH MESELESİYLE İLGİLİ BAZI KAVRAMLAR:

1.1. Ehl-i Kıble:

Kâbe’nin bulunduğu yön8 anlamına gelen kıble, namazda yüzün döndürüldüğü yerin ismi9 olarak tanımlanmıştır. "…Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin...";10 "Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir"11 âyetlerindeki emirler ile kıblenin Mekke’deki Mescid-i Haram olduğu bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmiştir.

Müslümanlar arasında bir takım fikrî ve mezhebî görüş farklılığı olmuştur. Ancak dinin esas direği sayılan namazda Kâbe’ye yönelmek ortak bir görüş halini almış, âdeta Müslümanların asgari müştereği olmuştur. Böylelikle bir kimsenin Müslüman olduğunun temel göstergelerinden birisi olduğu için namazda Kâbe’ye yönelenlere veya bu inancı benimseyenlere "Ehl-i Kıble" adı verilmiştir.12 Burada dikkat çeken nokta gerek i‘tikâdî, gerekse amelî konularda aralarında farklılık olsa da aynı kıbleye dönerek namaz kılmak ya da bunun böyle olması gerektiğini kabul etmek İslâm dairesinin en geniş çerçevesi olarak kabul edilmiştir. Bu temel şartı kabul etmeyenler ise i‘tikadî alanda yapılan tartışmalara dahil edilmemiş, onlar farklı bir kategoride değerlendirilmiştir. Ehl-i Kıble, İslâm dairesi içinde oldukları ve küfre girmedikleri kabul edilen Müslüman zümreleri ifade eder.13 İşte günah işleyenlerin durumunun tartışıldığı meselede de bu kavram özellikle vurgulanmıştır. Bununla söz konusu tartışmanın Müslüman toplulukları arasında yaşandığına işaret edilmiştir.

١.٢. Büyük Günah:

Farsça kabahat, hafif suç anlamına gelen günah, dinî bakımdan suç sayılan iş veya davranış olarak tanımlanmıştır.14 İnsanı haktan başka tarafa meylettiren günah kelimesi, cünâḥ sözcüğü ile ifade edilmektedir.15 Günaha, peşinden gelecek kötü akıbet kastedilerek zenb ve ceza da denilmiştir.16 Vicdanen ve hukuken kaçınılması gereken şeylere günah (ism ) denir.17 İnsanı Allah’tan uzaklaştıran şeye "zenb" denir.18 Kısaca günah, mükellefin meşru olmayan bir şeyi yapmasıdır.19

Günah kavramı, Kur’ân’da kebîre (büyük günah) ve sağîre (küçük günah) olmak üzere iki niteleme ile zikredilmiştir.20 Günahların hepsi büyük günah değildir. Nitekim "…Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârı, fâsıklığı ve (İslâm’ın emirlerine) karşı çıkmayı da çirkin göstermiştir."21 âyetinde fısk ve isyan farklı şeyler olarak zikredilmiştir. Arapça dil bilgisine göre birbirine atfedilen şeylerin ayrı manalar olması gerekir. Burada büyük günah fısk kapsamında olanlardır. İsyan ise küçük günahtır.22

Âlimlerin çoğuna göre Allah, büyük ve küçük günahların neler olduğunu ayrıntılı olarak açıklamamış; fakat büyük günahlardan kaçınmayı emretmiştir. Şâyet büyük günahlar belirlenmiş olsaydı, kul onlardan kaçınmayı yeterli görürdü. Böylece küçük günahlara karşı dikkatsizlik ve onları önemsemede gevşeklik olabilirdi. Nitekim Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu tam tayin edilmemiştir ki Müslümanlar bütün gecelere dikkat etsinler.23

Kur’ân’da belirtilmemekle beraber âlimler tarafından büyük ve küçük günahların neler olduğu belirlenmeye çalışılmıştır. Bu tespit yapılırken bazı ölçüler esas alınmıştır; günah-ceza açısından yapılan değerlendirmelerde, Allah ve Resûlü tarafından dünyada cezası, âhirette de azabı bildirilmeyen günahlar, küçük günah olarak tanımlanmıştır. Tevbesiz affedilme noktasından yapılan tanımlarda, tevbe etmeden affedilmesi umulan günahlar küçük günah, tevbe etmeden affedilmesi kabul görmeyen günahlar da büyük günah sınıfına dâhil edilmiştir. Bu tanıma göre, şirk ve küfür dışındaki bütün günahlar küçük günah gurubunda görülmüştür. Bir diğer ölçüt de ceza ve tehdit unsurlarıdır. Buna göre gerek kitap gerek sünnette karşılığında ceza ve azap tehdidi söz konusu olan günahlar, büyük günah olarak değerlendirilmiştir. Bunlar şiddetle yasaklanan ve çirkin diye adlandırılan yasak fiillerdir. Küçük günahlar ise böyle dünyalık bir ceza ve âhiret azabı bildirilmeyen günahlar olarak tespit edilmeye çalışılmıştır.24

Müslüman âlimlerin bazıları da ismen zikredilerek büyük günah sınıfına dahil edilecek tavır ve davranışların ancak dinin kesin delilleriyle bilinebileceğini savunmuşlardır. Buna göre büyük günahların zikredildiği şu hadisi şerif ön plana çıkmaktadır: "Ebû Hüreyre b. Sahr ed-Devsî’den (ö. 58/678) rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yedi helâk edici şeyden kaçının." Bunlar nedir ey Resûlullah diye sorulunca: "Allah`a şirk koşmak, sihir yapmak, Allah haram kıldığı halde bir kimseyi haksız yere öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, düşmana hücum anında harpten kaçmak ve namuslu, kendi halinde mümin kadınlara zina iftirası atmaktır buyurdular."25 Bu bakış açısına göre büyük günahlar ancak bu ve buna benzer hadislerde zikredilen fiillerle sınırlı olup, diğer günahlar küçük günah olarak değerlendirilmiştir.

١.٣. İstihfaf ve İstihlal:

Sözlük anlamları hafife almak ve helal saymak olan bu kavramlar, Hz. Muhammed’in getirdiği vahyi ve bu vahiyden zorunlu olarak çıkarılan dinî hükümleri söz ve davranışlar yoluyla küçümsemek ve hafife almak anlamlarına gelmektedir.26 Dinî emir ve yasaklara karşı tutumlar ile bunların yerine getirilip getirilmemesi noktasındaki hassasiyet, o işe verilen önem ve atfedilen kutsiyet ile doğrudan ilişkilendirilmiştir. Bir şeyi önemsediği halde yapmamak ile önemsemeden yapmak arasında büyük fark olduğu herkes tarafından kabul edilen bir durumdur. Din tarafından yasaklanan fiilleri yapan kimselerin âhiretteki durumlarının tartışıldığı mürtekibü’l-kebîre meselesinde hafife alma veya helal görme noktası büyük bir öneme sahiptir. Zira açıkça inkâr eden kimsenin durumu dinî naslarda açıkça belirtilmiştir. Ancak inkâr etmediği halde emir ve yasaklara uymayanların hükmü bu kadar açık değildir. Failin bu konudaki titizliği ve bakış açısı, ancak kişinin kendisi tarafından sorgulanabilir. Bir başkasının bu konuda karar verme şansı yoktur. Ancak âlimler tespiti fâile bırakmak suretiyle ortaya bir ölçü koymaya çalışmışlardır.

Dinî emirlerin gerek sözle gerekse davranışlarla hafife alınması ya da alay konusu edilmesi kişinin, varsa imanını kaybetmesine ve küfre girmesine sebep olacağı itikat kitaplarında açıklanmıştır.27 Bu sebeple dinen suç sayılan bir eylemin sonucu, o suçu işleyen kimsenin kalben ve zihnen taşıdığı değer yargısıyla doğrudan ilişkilidir. Gerçekten istemeden yapmak ile yaparken herhangi bir pişmanlık, ürperti ve rahatsızlık duymadan yapmak arasında fark vardır. İşte büyük günah meselesinde de bu duruma dikkat çekilerek, ona göre hükümler bina edilmiştir. Dinin emir ve yasaklarını hafife almak, değersiz görmek ya da alay konusu etmek inkâr ile bir tutulmuştur.28

٢. BÜYÜK GÜNAH İŞLEYEN KİMSENİN İMAN DURUM

Kebîre konusunda mezhepler arasında yaşanan tartışmanın esas noktasını, dinen büyük günah sayılan fiilleri işleyen kimsenin mümin sayılıp sayılmayacağı hususu oluşturmaktadır. Zira mümin sıfatını taşıma özelliği ahirette cezalandırma konusunda ve bu cezanın sürekli/ebedî olup olmaması noktasında oldukça önemlidir.

Kalben İslâm inancını tasdik ettikten sonra, bunu diliyle ikrar edip diğer insanlara güven veren bir kimse, şâyet dinin emir ve yasak çerçevesinin dışına çıkarak birçok günah işlerse teklif bağlamında hangi durumda kabul edilir? Böyle bir kimsenin günahına karşılık ceza durumu nedir? Günahı affedilip cennete mi gider, yoksa cezasını çekmek üzere cehenneme mi gider; cezası günahı ölçüsünde belli bir zamanla mı kayıtlıdır yoksa sürekli mi olur?

Dinî ıstılahta mümin, iman sahibi olan, yani Hz. Muhammed’e gönderilmiş olan dini tasdik eden, onaylayan kimsedir. Ehl-i sünnete göre iman ise kalp ile tasdik,29 dil ile ikrardır.30 Ayrıca bu tanıma başka ekollerce "organların hayatta inancına uygun amel işlemesidir" şeklinde ilave de yapılmıştır.31 Mu‘tezile, imanı marifet, dil ile ikrar ve amel şeklinde tanımlamıştır.32

Mu‘tezile, büyük günah işleyen bir kimsenin ne mümin ne de kâfir sayılamayacağını, bu ikisi arasında bir konumda bulunan fâsık sınıfına dahil olduğunu ileri sürmüştür. Mu‘tezile’nin kurucusu olarak kabul edilen Vâsıl b. Ata, (ö. 131/748) hocası Hasan el-Basrî’nin (ö. 110/728) büyük günah işleyen kimselerin durumuyla ilgili görüşüne karşı çıkmış ve yeni bir düşünce ortaya atmıştır. Bu düşünceye göre büyük günah işleyen kimse iman ile küfür arasında bir yerdedir. Zira iman etmek kişide güzel davranışların oluşmasına ve övülmesine neden olur, böylece o kişi mümin ismini alır. Ancak fâsık bir kimseye yani büyük günah işleyen kimsede övgüyü hak eden güzel davranışlar olmadığı için mümin denilemeyeceği gibi kâfir de denilmez, çünkü hem kelime-i şehâdeti söyler hem de diğer bazı iyi amelleri de vardır. Dolayısıyla büyük günah işleyen bir Müslüman, iman ile küfür arasında bir mertebededir.33

Mu‘tezilî kelamcı Kādî Abdülcebbâr, (ö. 415/1025) "büyük günah işleyen için iki isim arasında bir isim ve iki hüküm arasında bir hüküm vermek gerekir; bu isim fâsık ismi ve fâsık hükmüdür" demektedir. Ona göre büyük günah işleyen kendine özgü üçüncü bir konumda olup, ayrı bir hükme tabidir.34 Ona göre mümin, şer‘an medih ve tâzimi hak eden kimseye verilen isimdir. Büyük günah işleyen kimseler ise dinen övgü ve yüceltilmeyi hak etmezler. Mümin kavramını sadece sözlük anlamıyla açıklamak yeterli ve doğru değildir. Nitekim salât dua etmek anlamına gelir. Bu kavramın dindeki "salât" yani "namaz" tanımını alabilmesi için belirlenmiş kurallarla yapılan ibadete dönüşmesi gerekir. Bu da gösterir ki mümin tanımının oluşması için sözlük anlamından şer‘î mahiyete kavuşması gerekir ki medih ve tâzimi hak etsin.35 Kişinin imanının övgüye mazhar olabilmesi için sahibinin buna işaret eden büyük günahlardan ve bunların yerine geçen şeylerden uzak durması şarttır.36 Görüldüğü üzere Abdülcebbâr, mümin tanımını medih ve tâzim kavramları üzerine bina etmektedir.

Ehl-i sünnet düşüncesini savunan âlimler ise mümini, öncelikle sözlük anlamından yola çıkarak bir şeyi tasdik etme olgusundan hareketle tanımlamaktadırlar. Onlara göre iman, tasdikten ibarettir; bir başkasını haber verdiği konuda tasdik eden kimseye sözlükte mümin denir. İmanın dindeki anlamı ise bir kimsenin Allah katından getirdiği her şeyde Hz. Peygamber’i tasdik etmesidir. Bu şeklide tasdik eden kişi Allah katında mümindir.37 Bir kimse büyük günah işlerken, işlediği haramı helal görmediği ve dinî hükmünü hafife almadığı sürece, sahip olduğu tasdik durumu devam ettiği için mümin olarak değerlendirilir, demişlerdir.38

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, (ö. 333/944) Allah’ın dinî açıdan insanları iki sınıfa ayırdığını, bunlardan birisinin mümin, diğerinin kâfir olduğunu, aynı şekilde âhirette müminlerin yüzlerinin beyaz, diğerlerinin yüzlerinin siyah olacağını beyan ettiğini kaydeder. Aynı şekilde ona göre Allah, insanları bu konuda üç sınıfa ayırmamıştır. Âhirette de insanlardan bir gurubun cennette, diğer gurubun cehennemde olduğu belirtilerek39 üçüncü bir zümreden bahsedilmemiştir. Dolayısıyla büyük günah sahiplerinin fâsık adıyla üçüncü bir gurup halinde değerlendirilmesi, Allah’ın taksimatına uygun değildir.40 Bu açıklamalar, Ehl-i sünnetin amel etmeyi imanın bir cüzü saymadığının ifadesidir.

٣. BÜYÜK GÜNAH İŞLEYEN KIMSENIN CEZALANDIRILMA DURUMU

Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen Müslüman bir kimse, tevbe etmeden ölürse cehennemde ebedî olarak kalır. Ancak böyle bir kimsenin azabı kâfirinkinden daha hafif olur. Kādî Abdülcebbâr, "Hiç mümin, fâsık gibi olur mu? Bunlar (elbette) eşit olmazlar."41 âyetinin fâsık ile müminin cennette eşit olmadıklarına delil olduğunu söyler. Ona göre eğer fâsık, mümin olarak değerlendirilmiş olsaydı, cennette de eşit olurdu. Ayrıca "Yoldan çıkanlar ise, onların varacakları yer ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve kendilerine: Yalandır deyip durduğunuz cehennem azabını tadın! denir."42 âyetinden, fâsıkın cezasının bitmesi veya bir şefaat edicinin şefaati ile cehennemden çıkmasının mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Şâyet böyle bir şey söz konusu olsaydı o zaman "onlar çıkmak istedikleri zaman iade olunmazlar" demek gerekirdi. Böyle düşünmek Allah’ın söylediğini yalanlamak anlamına gelir.43

Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen bir Müslüman tevbe etmeden ölürse yapmış olduğu iyiliklerin ve yerine getirdiği ibadetlerin kendisine bir faydası olmaz. Ancak büyük günahlardan kaçınırsa, küçük günahları tevbe şartı olmaksızın af olunur. Zira cehennemde azap görmek büyük günah işleyenlere mahsustur, akıl bu bilgiyi bize verir. Aklın gerekli gördüğü bu bilginin zıddına küçük günah sahiplerine Allah’ın azap etmesi caiz değildir.44

Büyük günah işleyenlerin cehennemde ebedî kalacaklarına dair getirilen delillerden birisi de "Kim ki bir mümini kasten öldürürse ebedi olmak üzere cezası cehennemdir."45 âyetidir. Mu‘tezile’ye göre bu âyet katilin cehenneme girmeyebileceğini ya da oradan çıkabileceğini söyleyenlerin görüşünü çürütmektedir. Çünkü Allah bu cezayı mümini öldürme fiiline karşılık olarak belirlemiştir. Söz konusu cezayı çekmeyen kimse bu ceza ile cezalanmış sayılmaz, bu da Allah’ın sözünün gerçekleşmediği ya da hâşâ O’nu yalan söylemekle itham etmiş oluruz. Bu ise imkânsızdır.46 Ayrıca Mu‘tezile’ye göre bu âyetin hükmü umumidir. Çünkü bu hükmün hususi olduğuna işaret eden bir karine ve kayıt bulunmamaktadır. Bu durumda hükmün herkesi kapsayacak şekilde yorumlanması bir zorunluluktur. Aksi halde bu hükmün Allah tarafından nesh edildiği anlamı çıkar.47

Haricîler, büyük günahlar işleyenlerin cehennemde ebedî kalacakları noktasında Mu‘tezile ile aynı düşüncededirler.48 Hatta onların çoğu, büyük günah işleyenlerin kâfir olduğu fikrini savunmaktadır. Haricîlere göre günahların hepsi isyan sayılma noktasında aynı vasfa sahiptir.49 Onlar bu görüşlerine esas delil olarak "Kim ki Allah’a ve Resûlü’ne isyan eder ve Allah’ın hududunu aşarsa cehennemde ebedi olarak kalır."50 âyetini ileri sürmüşlerdir. Hariciler ayrıca, el-Leyl 92/15-16; el-Bakara 2/24; el-Mâide 5/44; el-İnşikâk 84/7; el-Hâkka 69/25 gibi âyetleri de görüşlerine dayanak olarak göstermektedirler.51

Ehl-i sünnete göre, kasten bir mümini öldüren kişinin ebedi ateşte olmasının anlamı umumi değil, hususidir. Onlara göre burada kastedilen öldürülme, sırf Allah’a iman ettiği için inkârcılar tarafından öldürülen kimseler içindir. Dolayısıyla Müslümanların kendi aralarında savaşmaları ve siyasal nedenlerle birbirlerini öldürmeleri durumunda, Kur’ân’da halen onlar için "kardeşlerinizin arasını uzlaştırın" şeklinde kendilerinden bahsedilmezdi.52 Özet olarak verdiğimiz Ehl-i sünnetin görüşünü Nesefî’nin açıklamalarıyla daha geniş bir şekilde ortaya koymaya çalışalım.

٤. NESEFÎ’NİN BÜYÜK GÜNAH MESELESİNE BAKIŞI

Nesefî’ye göre imanın gerçekleştiği yer insanın kalbi ve zihnidir. İnsanın kalbi, maddi değil manevi bir varlıktır. Bu varlıktaki kabulün teşekkülü tasdik ile gerçekleşir; yok olması da aynı şekilde kalpteki tasdik ve onayın ortadan kalkmasıyla mümkündür. Bu ise bir şeye inanıp kabul eden birinin onu reddedip inkâr etmesiyle gerçekleşir. İman ile inkâr birbirine zıt şeylerdir. Biri varken diğeri yoktur. İkincinin varlığı, birincinin yok olmasıyla gerçekleşebilir; dolayısıyla zıttı gerçekleşmeyen bir şeyin varlığı ancak devamlılık arz eder. Örneğin bir kişi ayakta iken, oturmadığı sürece o kimse için ayakta olma adı ve vasfı devam eder. Dolayısıyla inkâr etmeyen bir kimse, mümin yani inanmış kimse diye adlandırılır. İnsanın yapısında iman ile inkâr arasında ikinci bir mertebe yoktur. Şâyet bir hususu kabul etme noktasında şüphe varsa zaten kabul yoktur ve orada imandan bahsedilemez; bu durum, küfür ve inkârdır. Bu bağlamda Mu‘tezile’nin ileri sürdüğü gibi insanda iki hal arasında bir hal (el-menzile beyne’l-menzileteyn) söz konusu olamaz.53

Anlaşıldığı kadarıyla büyük günah sahibi olan bir kimsenin mümin sayılamayacağı ve tevbe etmediği takdirde cehennemde ebedî kalacağı yönündeki görüşe yapılan itiraza baktığımızda buradaki esas noktanın iman ile mümin terimlerine yüklenen anlamla ilgili olduğu görülmektedir.

Gerek Mu‘tezile, gerekse Ehl-i sünnet, Allah’ın emir ve yasaklarının dışına çıkarak özellikle büyük günah sayılan suçları işleyen kimsenin fâsık olarak adlandırılması hususunda aynı görüştedir. Ancak fâsık kelimesine yüklenen anlam noktasında farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. Nesefî’ye göre fısk; lügatte, çıkmak demektir. Bu tanıma göre, kim ki Allah’ın emirlerinin dışına çıkarsa fâsık olur. Emredilen bir şeye pratikte muhalefet etmek, ona aykırı davranmaktan ibarettir. Dolayısıyla emrin dışına çıkan veya muhalefet eden kimsenin söz konusu emri inkâr ettiği söylenemez. Burada özellikle dikkat edilmesi gereken nokta, mutlak olarak inandığı bir hususu yerine getirmeyen veya aykırı hareket eden kimse, beyanı olmadığı sürece inkâr etmiş gibi değerlendirilemez. Bu yönüyle böyle bir kimsenin kâfir gibi cehennemde sonsuz olarak azap göreceği söylenemez.54

Büyük günah meselesindeki değerlendirmelerde dikkatimizi çeken önemli bir nokta, Allah’ın bir emrini yerine getirmekten kaçınan veya bir yasağını çiğneyen kimsenin kalbindeki imanın tezahür biçimine vurgu yapılmasıdır. Nesefî bu ayrıntıya ‘istihfaf’ (hafife almak) kavramıyla dikkat çekmektedir. O, görüşünü açıklarken; "büyük günah işleyen fâsık, inkâr ve istihfaf olmadan bunu yapmışsa tasdik durumu devam eder"55 demektedir. Bu cümlenin yapısı üzerinde daha ince düşünülürse, Allah’ın emir ve yasaklarını hafife alma fiili "ve" bağlacı ile inkâr fiili arasında bir bağlantı kurulmuş, yani atıf yapılmıştır. Arapça dilbilgisi kurallarına göre iki kelimeyi birbirine bağlamanın birkaç nedeni vardır. Bunlardan birisi, iki kelime arasında iştirak, yani aynı hükmü taşıma, diğeri de pekiştirme olduğunu vurgulamaktır.56 Bu bilgi ile bakıldığında hafife almanın inkâr ile ortak mana taşıdığı veya aynı hükmü ifade ettiği söylenebilir. Nitekim daha önce de işaret ettiğimiz üzere itikatla ilgili bazı eserlerde kutsalları söz ve davranışlarla hafife almanın kişiyi iman nimetinden mahrum bırakabileceği vurgulanmıştır.57

Nesefî’nin itiraz ettiği nokta, böyle inkâr ve hafife alma, ya da helal sayma söz konusu değilken, tam tersi, içinde Allah korkusu olduğu halde, beşerî birtakım zafiyetlerle Allah’ın emirlerinden bir veya birkaçına uymayan bir Müslüman, dinden çıkmış sayılmaz ve dini inkâr eden kâfir gibi cehennemde ebedî olarak ceza görmez. Aksi halde kişi ve olaylar hakkında yanlış hüküm verilmiş olur. Olmayan bir şey varmış gibi kabul edilmiş olur ki bu da yalan ve yanlış hüküm vermek anlamına gelir. Zira Müslüman toplumunda yapılan dinî muameleler, ortak yaşam biçimleri, dinî uygulamalar, kurban kesilmesi ve nikâhın kabul edilmesi gibi adetler imanın tasdik olduğunu gösteren delillerdir. Çünkü bu faaliyetlerin icra edilmesi onu onaylamaya bağlıdır. Aynı şekilde kabul edilen bir gerçekliktir ki iman, Hz. Muhammed’in Allah’tan getirdiği hususları tasdik etmektir. Bu konuda kişide tasdik olup olmadığı noktasında büyük günah işleyip, işlemediğine bakılmamaktadır. Yani günah işlese de bu kimselere inanmamış gözüyle bakılmamaktadır. Bu genel bakış açısı da kişinin mümin sayılması için büyük günahın bir engel olmadığını göstermektedir.58

Büyük günah işleyen kimsenin cezasının ebedî olduğunu savunanların öne sürdüğü delillerden birisi de Kur’ân’da bu kişiler hakkında "vaîd"in yani tehdidin varit olması hususudur. Onlara göre hakkında tehdit vaki olan kimse mümin sayılamaz, ona mümin denilmez ve müminin hükmü kendisinde uygulanmaz.59

Nesefî, Kur’ân’da kendisi hakkında tehdit söz konusu edilen kişilerin aynı zamanda mümin sayıldığını şu âyetlerle ispatlamaya çalışmaktadır: "Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de -yolcu olmanız durumu müstesna- cünüp iken yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın."60 Bu âyette, içilmesi yasaklanmış olan sarhoş edici içki içen kimselere "iman etmiş kimseler" yani "mümin" olarak hitap edilmiştir. "Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin."61 Burada da her iki gurup sınırı aşan olarak nitelendiği halde "mümin" adıyla zikredilmişlerdir. "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı."62 âyeti de konuyla ilgili diğer bir delildir. Nesefî’ye göre bu âyetlerde üç yönden büyük günah işleyenlerin mümin sayıldığı ve cezalarının ebedî olmadığına dair delil vardır. Birincisi büyük günah olduğu kesin olan kasten öldürme karşılığında kısas yapılması istenirken mümin ismi zikredilmiştir. İkincisi "Müminler ancak kardeştir."63 hükmünde ifade edilen ve iman ile gerçekleşmiş olan kardeşliğin kâtil ile maktülün sahipleri arasında söz konusu olduğu, âyetin devamındaki "Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir."64 açıklamalarıyla ortaya çıkmaktadır. Üçüncüsü aynı âyetin devamında "Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir."65 buyurulmakla söz konusu bu büyük günahı (öldürme fiilini) işleyen kişi Allah’ın cezayı hafifletmesinin ve merhametinin dışında tutulmamıştır.66

Büyük günah sahibi kimselerin mümin sayıldığına dair bir delil de Müslümanların çoğunun görüşüne ve uygulamasına göre Ehl-i Kıble’den olan bir kimsenin büyük günahının olup olmadığı araştırılmaksızın öldüğü zaman namazlarının kılınmasıdır. Aynı zamanda böyle kimselere istiğfarda bulunulmakta ve rahmet dilenmektedir.67 Daha önce de belirtildiği üzere Müslüman toplumundaki uygulamalar, kişinin mümin sayılması için muteber olan şeyin, hayatta iken dinî esasları tasdik etmiş olmasıdır.

Yukarıdaki âyetlerin delaletiyle, imanın büyük günahlarla değil, ancak inkâr yoluyla, yani dinî esasları yalanlamakla ortadan kalkacağının ortaya çıktığını ifade eden Nesefî, bunun sonucu olarak, bir kimsenin büyük günahla beraber imanın devam ettiğinin de kanıtlanmış olduğunu savunmaktadır. Durum böyle olunca birçok âyette müminlerin âhirette mükâfat ile ödüllendirilecekleri haber verilmektedir. Bu âyetlerden bazısı şunlardır: "İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara gelince, onlar için de konak olarak firdevs cennetleri vardır."68 "İman edip dünya ve âhiret için yararlı isler yapanlara gelince onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur."69 "Şüphesiz, iman edip, sâlih ameller işleyenler var ya; işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar."70 Nesefî, "büyük günah işleyenin mümin olduğu ve o kişinin bu günahının yanı sıra birçok iyi amellerinin olduğu da muhakkaktır"71 diyerek böyle kimseler hakkında hüsn-ü zanda bulunmaktadır.

Nesefî, Allah’a, elçisine ve getirdiği dine iman etmeyi en büyük hayr ve iyilik olarak görerek olaya başka bir pencereden bakmaktadır. Ona göre büyük günah sahibi bir Müslümanın hali şu şekilde değerlendirilebilir:

"Bir adam düşünün ki o hayırların en üstünü olan iman/tasdik ile karşınıza gelmiştir. Bununla beraber inkâr ve inat derecesine ulaşmamış bir de şerri/kötülüğü var. İyiliği, en büyük iyilik, salih amelleri sayılamayacak kadar çoktur; bununla beraber kötülüğü de en büyük kötülük değildir. Bu kimsenin sayısız iyilikleri yok sayılıp, çok olmayan belki de bir veya birkaç kez işlemiş olduğu günahtan dolayı cehennemde ebedi bırakılsa tam tersi kendisine va‘d edilen mükâfat verilmemiş olur. Çünkü burada hatalı bir kıyas vardır; söz konusu kişi inkâr derecesine ulaşmayan bir veya birkaç kötülüğü sebebiyle çok daha fazla olan sevaplarından faydalanmaktan mahrum bırakılmış olur. Günahı işleyen kimse aynı zamanda büyük bir kulluk bilinci olan günahın sonucundan da korkarak ve Yaratıcısının sonsuz rahmetiyle kendisini af edeceğini de umarak böyle bir hata yapmış iken cehennemde ebedi bırakılması, iyiliklerinin karşılığının azaltılması ve günahlarının karşılığının arttırılması anlamına gelir. Hâlbuki Allah Teâlâ iyiliklerin karşılığının on kat, kötülüklerin/günahların karşılığının ise bir kat verileceğini müjdelemektedir. Hatta misal yoluyla ifade ettiği haberde bire yedi yüz kat mükâfat vereceğini bildirmektedir: "Mallarını Allah yolunda harcayanların örneği, her başağında yüz tanenin bulunduğu yedi adet başak çıkaran bir tohum tanesi gibidir. Allah dilediğine katlayarak verir, Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, her şeyi bilmektedir."72 Hatta bununla yetinmeyerek müjdeyi daha da arttırmış ve iyiliğe vereceği mükâfatın daha fazla olabileceğini beyan buyurmuştur: "Allah dilediğine katlayarak verir."73

Büyük günah işleyenlerin cezalarına yönelik olarak âyetlerde geçen ebedî ifadesinin söz konusu günahı helal görmek suretiyle irtikâp edenlere mahsus olduğunu belirten Nesefî, bu durumun da ancak kâfirler için söz konusu olduğunu kaydeder. Zira haram ve yasağı helal saymak Allah’ın hükmünü inkâr anlamına gelir. Konuyla ilgili tartışmalarda en çok dikkat çekilen "Kim ki bir mümini kasten öldürürse ebedi olmak üzere cezası cehennemdir."74 âyetindeki ebedîlik tehdidi "bir mümini imanından dolayı öldüren kimse" içindir. Böyle bir düşünce, katli yapan kimsenin küfrüne sebep olacağı için bu tehdide muhatap olmuştur. Yani her kim ki bir mümini iman ettiği için öldürürse cezası ebedî olarak cehennemdir. Çünkü bu davranış inkârın tezahürüdür. Nesefî’ye göre mutlak olarak bir mümini öldürmenin kişiyi ebedî cehennemlik yapmayacağına, kısas âyeti delil olarak getirilebilir. Nitekim o âyette "Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir."75 denilmektedir. Devamında "Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir." buyurulmakla söz konusu bu büyük günahı (öldürme) işleyen kişi merhamet ve ehil kimse konumunda zikredilmiştir. Dolayısıyla bu âyette ifade edilen ebedî ceza, yaptığı fiili helal sayan kimse için söz konusudur.76 Daha önce de ifade edildiği üzere Allah’ın yasakladığı haksız yere öldürme fiilini helal sayarsa kâfir olur, böylece cehennemde ebedî kalma cezası kendisi için söz konusudur.

Sonsuz cezanın, dini inkâr edenlere mahsus olduğu belirtilirken inandığı halde dinî kurallara uymayanların âhirette cezalandırılacaklarıyla ilgili bilgileri içeren âyetlerin de mevcut olduğu bilinmektedir.77 Bununla birlikte günahkâr müminlerin cehennemdeki azaplarının ateş ile olup olmayacağı ve cehenneme girmelerinin şekli konusunda bazı farklı yorumlar da bulunmaktadır. Bu değerlendirmelerden birisine göre; günahkâr müminin cehenneme girmesi hesap yerinde hazır bulunması, cehennem azabının inananlara serin ve selamet olacağı şeklindedir.78 Ayrıca günahkâr müminlerin cehennemdeki azap müddeti ve şeklinin işlenen suçun mahiyetiyle ilgili olduğu da belirtilmektedir. İşte ebedî kaydı bulunmayan cezaların büyük günah sahibi müminler için düşünülebileceğine işaret eden Nesefî, bu kimselerin günahları miktarınca cezalandırılmalarının aklen mümkün ve dinen caiz olduğuna vurgu yapmaktadır. Mu‘tezile’nin iddia ettiği gibi büyük günahlardan kaçındıkları takdirde müminlerin cezalandırılmalarının caiz olmaması doğru değildir. Zira peygamber ve meleklerin müminlere istiğfarda bulundukları gibi müminlerin de birbirlerine istiğfarda bulunmaları teşvik edilmektedir.79 Kur’ân’ın birçok yerinde Allah, kendisini el-Gafûr, el-Gaffâr ve Gâfirü’z-zenb olarak isimlendirmektedir. Eğer müminlerin cezalandırılmaları caiz değilse onların cezalandırılmamasını istemek onlara zülüm yapılmamasını istemek anlamına gelir ki bu küfürdür. Aynı şekilde af edilmeye ihtiyacı olmayan kimse için af dilemek de anlamsızdır. Mağfiret etmek, suçundan dolayı cezalandırılması caiz olan birisini cezalandırmaktan vaz geçmektir. Eğer yaptığı iş cezayı gerektirecek bir şey değilse bunu cezalandırmaktan vazgeçmek affetmek sayılmaz ve buna mağfiret denilmez. Bu da gösteriyor ki kullardan bir kısmı cezayı hak edeceklerdir.80

Nesefî’ye göre peygamberlerin ve meleklerin müminler için istiğfarda bulunmaları ve Allah’ın bu vesile ile bazı günahkâr kulları bağışlamasının dini inkâr edenler için geçerli olmadığı noktasında icma‘ vardır. Dini yalanlayanların bu iyilikten yararlanmaları söz konusu değildir.81

Allah’ı, elçisini ve onun getirdiklerini inkâr etmeyen, bununla birlikte hafife alma ve helal görme söz konusu olmadan günah işlemiş olan müminlerin ölmeden önce tevbe etmemiş olsalar bile affedilebileceği Ehl-i sünnet tarafından kabul edilmektedir. Ancak hangi günahların veya kimlerin bağışlanacağı ya da affedilecek günahın şekil ve miktarının ne olduğu konusunda dinî bir delilin olmadığı belirtilmektedir. Açık olan şey şirk ve küfür dışındaki suçların bağışlanmasının Allah’ın dilemesine bağlı olduğu hususudur. Nitekim "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, ondan başkasını dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan büsbütün sapıtmıştır."82 buyrulmaktadır. Nesefî’nin bu konudaki görüşü şu şekilde özetlenebilir: İster büyük günah olsun, isterse küçük günah olsun, Allah dilediğine, işlediği suçun cezası kadar azap eder ki bu uygulama olursa O’nun adâleti olur. Sonra o kimse nihâyette cennete girer. Allah isterse de suç işleyen bazı kimseleri de fazlı keremi ve merhametiyle affeder, hiç cezalandırmaz. Son kısımla ilgili olarak "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi değerli bir yere koyarız."83 âyeti delil getirilmiştir. Bu âyette "yasaklanan" ibaresi bazı kıraat âlimleri tarafından "size yasaklananların büyüğünden" şeklinde okunmuştur. Ki bu yasaklanan şeylerin büyüğü de küfür suçudur. Dolayısıyla âyetin anlamı, "size yasaklanan küfür ve her çeşidinden kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı örteriz" şeklinde yorumlanabilir.84

Yukarıda yapılan açıklamalardan sınırı aşma hususunda müminler ile kâfirler arasındaki farka vurgu yapan bir noktaya işaret etmek isteriz. "Kim de Allah’a ve peygamberine itaatsizlik eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar, onun için alçaltıcı bir azap vardır."85 buyrulmaktadır. Bu âyet, büyük günah sahibi Müslümanların cezalarının ebedî olacağı görüşünde olanların referans aldıkları âyetlerden birisidir. İmam Mâtürîdî bu âyeti şöyle tefsir etmektedir: "Allah’a ve elçisine karşı gelen" cümlesinin "O’nun emrini emir, yasağını da yasak olarak görmeyen" anlamına gelmesi muhtemeldir, âyetteki "(Allah’ın) sınırlarını aşarsa" cümlesi de "O’nun dinini ve hükümlerini hak ve doğru olarak görmezse" anlamına yorumlanır.86

Nesefî de âyette kast edilen şeyin dinî hükümleri helal sayarak isyan olduğunu, bunun da kâfirler tarafından gerçekleştirildiğini savunmaktadır. Ona göre bu âyetin kâfirlere yönelik olduğunu gösteren bir işaret de hudut kelimesidir. Hudut, çoğul bir kelime olup, sınırlar anlamına gelmektedir. Bu kavramın kullanılmasından Allah’ın bütün sınır ve kurallarının ihlal edildiği anlamı çıkmaktadır. Hâlbuki müminler günah işleseler bile, bütün sınırları aşmazlar ve her konuda Allah’a karşı gelmezler. Dolayısıyla bu âyet delil gösterilerek büyük günah işleyen Müslümanların cehennemde ebedî kalacakları söylenemez.87

Mürtekib-i kebîre’nin mümin sayılmayacağını savunanların görüşlerine delil gösterdikleri naslardan birisi de "Hiç mümin, fâsık gibi olur mu? Bunlar (elbette) eşit olmazlar."88 âyetidir. Onlara göre bu âyette fâsık, müminden ayrı bir sınıf olarak bildirildiği için onun cennete girme durumu da müminin hükmünden farklıdır. Büyük günah işlediği halde tevbesiz öldüğü takdirde asla cennete giremez.89

Nesefî bu âyette zikredilen fâsık kavramının yorumunda mutlak fâsık ve mutlak olmayan fâsık ayrımına gitmektedir. Ona göre mutlak fâsık, kâfir ile eşdeğer olan, bütün yönlerden dine aykırı hareket eden ve hiçbir itaati bulunmayan kişidir. Dolayısıyla bu kişinin itaatle vasıflandırılacak hiçbir yönü yoktur; bu aynı zamanda kâfir sınıfındandır. Ancak mümin fâsık böyle değildir. Onun başta imanı ve kısmen de olsa itaati olduğu için bu kişi muti‘ sınıfına dâhildir. Âyette müminden farklı olduğu belirtilen fâsığın dini inkâr eden kimse olduğuna açıklık getiren bilgi söz konusu âyetin devamındaki cümlelerdir: "…Asılsız saydığınız cehennem azabını tadın!"90 Bilindiği üzere cehennemi asılsız saymak inkârın sonucu olup, büyük günah sahibi müminin böyle bir özelliği yoktur.91

Büyük günah işleyenlerin cehennemdeki azaplarının ebedî olduğu fikrini benimseyenlerin başvurdukları referanslardan birisi de vaîdi/tehdidi haber veren âyetlerin kapsamının genel olduğu, bu ifadelerden ayrıca bir tahsis ve istisna getirilmediği zaman, kapsamdaki bütün fertlere yönelik olduğu iddiasıdır. Bu görüşte olan Mu‘tezile’ye göre bu tür genel/umumi manadan bir şey dışarıda bırakılırsa bu sözden caymak ve yalan olur. Çünkü yalan, haber verilen şeyi olduğundan farklı bir hal üzere bildirmektir. Böyle bir durumun âyetlerde olabileceğini ileri sürmek Allah’a yalan isnat etmek anlamına gelir ki bu imkansızdır. Büyük günah işleyenlerle ilgili umumi olan âyetlerden günahı affedilenlerin hariç tutulması, tahsis edilmesi de mümkün değildir.92

Nesefî, herhangi bir istisna kaydı olmadan kurulan bir cümlenin umum/genellik ifade ettiği yönündeki tezi kabul etmemektedir. O, Ehl-i sünnet âlimlerinden Mâtürîdî ve diğer bazı âlimlerin cümle kuruluşu bakımından umumi olan anlatımlarla hususi bir şeyin kastedilebileceğini kabul ettiklerini savunmaktadır. Onlara göre umumi lafızdan sonra gelen ve hususiliğe ya da kayda delil olan şey, nesh değil, kast edilen şeyin beyanı, yani açıklamasıdır. Dolayısıyla herhangi bir şart ve kayıt olmadan yapılan anlatımlar söz konusu durumun umumi ve mutlak olduğuna delil teşkil etmez.93

Âyetlerdeki hükümlerin umumi olduğunu savunan Mu‘tezile, "Kim ki bir mümini kasten öldürürse ebedi olmak üzere cezası cehennemdir.";94 "Kim, zulüm ve tecavüz yolu ile bu yasakları işlerse, yakında onu cehennem ateşine atacağız. Onu ateşe atmak da Allah’a pek kolaydır."95 ve "Kim de Allah’a ve peygamberine itaatsizlik eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar, onun için alçaltıcı bir azap vardır."96 gibi tehdit içeren âyetlerin herkesi kapsadığı, dolayısıyla büyük günah işleyen fâsıkların bu hükmün dışında tutulamayacağını savunmaktadırlar. Nesefî ise vaîd konusunda umumi hüküm ifade eden bazı âyetler olduğu gibi va‘d konusunda da aynı durumda olan birçok âyet bulunduğuna işaret eder: "İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara gelince, onlar içinde konak olarak firdevs cennetleri vardır. Orada ebedî kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak istemezler.";97 İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, işte onlardır yaratılmışların en hayırlısı.";98 "…artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür."99 Görüldüğü gibi va‘d müjdeleyen bu âyetlerde özellikle çerçevesi çizilmiş ve sıfatları netleştirilmiş herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Genel olarak "iman etmek ve salih amel işlemek" ifadesi kullanılmıştır.

Kendisinde tahsis yapıldığına işaret eden herhangi bir karine bulunmayan yukarıdaki âyetlerin mefhumlarının umumîlik ifade ettiği kabul edilse bile büyük günah işleyen fâsıkların cehennemde ebedî kalmayacakları ortaya çıkmış olur. Zira büyük günah sahibi kimsede iman bulunur ve o kişi az da olsa sâlih ameller işler. Dolayısıyla o, "iman eden ve salih ameller işleyen" kimselerdendir..100 Ayrıca kapsamlılık ilkesi üzerinden durum değerlendirildiği takdirde "bilerek bir mümini öldüren" kimse, hem "cezası ebedî cehennemdir" hükmüne tabi olacak, hem de "firdevs cennetlerine gireceği haber verilen kimse" şeklinde iki zıt bilginin konusu olacaktır.101 Aynı kişi âyetlerden hangisinin kapsamına gireceği nasıl tespit edilecektir, ebedî olarak cehennemde mi kalacak, yoksa cennete mi gidecektir? Bunun bir çelişki olduğu ve de doğru olmadığı açıktır. O halde umum sigası ile gelen bir cümle ile manada tahsis yapılabileceği mümkündür. Burada olay bazında meseleye bakıldığında "kim ki bir mümini öldürürse" şeklinde başlayan ve bütün fertleri kapsama anlamı bulunan cümleden "kişiyi mümin olduğu için öldüren" manasıyla özelleştirmek yani tahsis yapmak daha doğrudur. Böylelikle mümin olduğu halde büyük günahlardan olan "mümini öldürme" fiilini işleyen kimsenin ebedî olarak cehennemde kalmayacağı sonucuna ulaşılmış olmaktadır. Şâyet "mümini öldürme" fiilini işleyen kimse, Kehf Sûresi’nde ifade edilen iman edip salih ameller işleyenler kapsamına girmez denilirse o zaman hükmün genelliği ilkesinden vazgeçilmiş olur. Eğer bu âyetin hükmüne girer denilirse o zaman da iman eden ve salih amel işleyenlerin cennette ebedî kalacağı yönündeki haber yalanlanmış olur.102

Müellif, kendisinde hususi bir tahsis yapılmadan söylenen sözün umumilik ifade etmediğini ayrıca şu âyetle ispatlamaya çalışmaktadır; "De ki (Allah şöyle buyuruyor): "Ey kendi aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir."103 Görüldüğü gibi bu âyette "bütün günahlar" ifadesi kullanılmış, herhangi bir günahı dışarıda bırakacak kayıt düşülmemiştir. Yani herhangi bir tahsis bulunmamaktır. Ancak bununla beraber bütün günahların, yani "şirk ve küfrün" affedilmeyeceği icma‘ ile bilinmektedir. Bu izahtan da anlaşıldığı üzere "vaîd hükmünün genelliği" iddiası doğru değildir. Aksi halde bu âyetin mefhumunda aynı şekilde (hâşâ) Allah’a yalan isnadı söz konusu olabilecektir.104

Tartışılan meseleyle ilgili Mu‘tezile’nin ileri sürdüğü görüşlerden birisi de büyük günah sahiplerinin umum ifade eden âyetlerin kapsamından çıkarılması durumunda, yani tahsis yapılması halinde, Allah Teâlâ’nın va‘îdinden dönebileceğini kabul etmek anlamına geleceği hususudur. Onların "tevhid" ilkesi esasına göre Allah Teâlâ va‘dinden ve va‘îdinden dönmez. Bir şeyle ilgili sevap veya ceza durumu bildirilmişse bundan vazgeçmek âdil olan Allah’a yakışmaz. Günah işleyip tevbe edenin bağışlanması o kişinin Allah üzerindeki hakkıdır. Aynı şekilde kâfir ile tevbe etmeden ölen büyük günah sahibinin cezalandırılması O’nun âdil olma gereğidir. Allah’ın sözünden dönmesi caiz değildir.

Nesefî bu görüşe şu şekilde cevap vermektedir: "Mürtekib-i kebîrenin durumu konusunda, va‘îdden dönmeyi caiz görmeyenler va‘dden dönmeyi caiz görmektedirler. Bu düşünce ile kötü bir bakış açısına sahip oldukları kesindir. Ayrıca işlenen kötülüklerin cezasının daha fazlasıyla verileceği düşünülürken, iyiliklerin karşılığının on kat veya yedi yüz kat gibi fazla verilemeyeceği şeklindeki yaklaşımları, sözünden caymanın en büyük şeklidir. Buna rağmen onlar Ehl-i Hakkın büyük günah işleyenlerin af edilebileceğini caiz görmelerini va’dden dönmek olarak değerlendirmekte ve bu şekilde onları kötülemektedirler. Bu ise büyük bir küstahlıktır."105

Nesefî, Bahrü’l-kelâm adlı eserinde, "Ehl-i sünnet ve’l-cemâat’e göre Allah’ın onları bir va’idle tehdit ettiği zaman, azap etmeyip affetmesi ve onların günahlarını bağışlaması mümkündür. Yani cezalandırmayabilir" demektedir.106 Müminlerden gerek küçük olsun gerekse büyük olsun, günah işlemiş olanların affedilmeleri Allah’ın sözünden dönmesi şeklinde değerlendirilmemektedir. Bu durum "Şüphesiz Allah kedisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki dilediğini bağışlar."107 âyeti kapsamına girmekte olup, Allah’ın Gafûr ve Gaffâr sıfatlarının bir tecellisi olarak gerçekleşecektir. Bu âyete göre Allah, şirk ve küfrün dışındaki günahlardan istediğini bağışlayacağını haber vermektedir. Dolayısıyla bu iki günahın dışındaki diğer büyük günahları mutlaka cezalandıracağına söz vermemiştir. Mu‘tezile’nin kendi görüşüne delil olarak getirdiği "Kim ki bir mümini kasten öldürürse ebedi olmak üzere cezası cehennemdir."108 âyeti, "Şüphesiz Allah kedisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki dilediğini bağışlar."109 âyetiyle beyan edilmiş ve tahsis yapılmıştır.110

Ayrıca Allah’ın bir günahı bağışlamasının, cezalandırma sözünden dönmek olarak değil de O’ndan bir kerem ve iyilik olarak değerlendirilmesi gerekir. Çünkü Allah, çok affeden ve bağışlayandır. Af ve mağfiret ancak ortada bir ceza varken söz konusu olabilir. Cezayı hak etmeyen kimseyi bağışlamak veya ceza verilmesi caiz olmayanı cezalandırmamak bir iyilik ve bağışlama olarak değerlendirilmez.111 Bu sebepledir ki Allah, Peygamber Efendimize, müminler için istiğfar etmesini emretmiştir.112 Ayrıca müminlerin kendilerine ve diğer müminlere istiğfarda bulunmaları dinî yaşamda süregelen bir gelenektir. Bu konuda asıl problem, bir kimseye sevap verileceği va’d edilmişken ondan vazgeçmektir. Zira bu durumda kerem ve iyilik değil aşağılama söz konusudur ki Allah Teâlâ’nın böyle bir şey yapması beklenemez.

Nesefî, günahların bağışlanması ile va‘îdinden (cezalandırma sözü) dönmenin birbiriyle karıştırılmaması ve bir tutulması gerektiği düşüncesini açıkladıktan sonra, böyle bir anlayışın genel olarak Ehl-i sünnet inancına da uygun olmadığını belirtmektedir. O, Mâtürîdî, Ebü’l-Hasan el-Eş’ari (ö. 324/935) ve Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. İshâk er-Râvendî (ö. 301/913) gibi ilk kelâm âlimlerinin ister va‘d, ister va‘îd olsun sözünden caymanın Allah için caiz olmadığını ifade ettiklerini de nakletmektedir. Müellif, şâyet sözünden cayma fiili Allah’a yakıştırılacak olsa "ey sözünden cayan" gibi zem edilmeyi gerektiren bir cümleye de cevaz verilmiş olur ki bu çok yanlıştır" demektedir.113

Kur’ân’da inanıp iyilik yapanlarla kötülük yapan ve bozgunculuk çıkaranların Allah katında aynı olmadıkları birçok âyette beyan edilerek bu iki sınıfın âhirette farklı muameleye tabi tutulacağı açıklanan114 bazı âyetler şu şekildedir: "Yoksa iman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanları yeryüzünde fesat çıkaranlarla bir mi tutacaktık? Yahut günah işlemekten sakınanları günaha batanlar gibi mi sayacaktık?"115 "Yoksa kötülüğe gömülüp kalanlar, hayatlarını ve ölümlerini, eşit olarak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlarınki gibi mi yapacağımızı zannediyorlar? Hükümleri ne kadar yanlış!"116 "Öyle ya, emrimize boyun eğenleri o günahkârlarla bir mi tutacağız? Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?"117

Yukarıda tartışılan konunun dikkat çeken ve konunun özeti sayılabilecek ayrıntısı şudur: İnandığı halde günah işleyenlerle inanmadığı için günah işleyenlerin arasındaki fark nedir? Dini inkâr günahı işleyenlerin cezalarının ebedî olması, bunun dışındaki günahların cezasının geçici olmasının sebep ve hikmeti ne olabilir? Haddi zatında günahın işlenmesi bakımından dünyada aralarında pek bir fark da gözükmemektedir. Dolayısıyla af edilmeye konu olmak açısından iman etmekle beraber işlenen büyük günah ile aynı şekilde büyük günah sayılan küfrün arasındaki farkın izah edilmesi gerekir. Küfür günahı neden af edilmiyor da diğer büyük günahlar af ediliyor?

Nesefî akla gelen veya gelebilecek olan bu iki durum arasındaki ince farkı birkaç madde halinde açıklamaktadır:

1. Küfür ve şirkin dışındaki günahları işleyen kimse -ki bu kişi inanmış demektir-mutlaka az da olsa Allah korkusu yaşar veya Allah’ın merhametini düşünerek bir şekilde kendisinin affedileceğini ümit eder. Günah işleyen kişinin bu ruh hali ve düşüncesi aynı zamanda inanmışlığının ve kısmen itaatinin bir yansıması sayıldığı için bu yönüyle iyilik kazanmış olur. Eğer isyan içinde olan bu kimsenin aynı zamanda yaşadığı korku ve ümit Allah’ın hoşuna giderse, bu iyilik tarafı, şehvet ve beşerî zafiyetler nedeniyle işlediği o kötülüğe tercih edilir. Böylelikle o kimse az da olsa elde ettiği iyiliğin/hayrın faydasından mahrum bırakılarak işlediği kötülüğün cezasıyla karşı karşıya bırakılmaz, affedilir. Ancak Allah’ı, peygamberini ve dinini inkâr eden kimseye bu tolerans tanınmaz. Zira böyle bir kimsede hayır ve iyilik adına bir şey bulunmamaktadır. Çünkü bu kişi Allah’ın emir ve yasaklarını çiğnediği gibi onları aynı zamanda inkâr etmektedir.118 Yani bir nevi düşmanlık yapmaktadır.

2. Küfür/inkâr, insanda sürekli bulunan ve devam eden bir inanç halidir. Bu sebeple onun cezasının da sürekli olması aklî bir çıkarımdır. Ancak küfrün dışındaki günahlar böyle sürekli olmayıp anlık ve geçicidir. Kişinin öfkesinin ve diğer zafiyetlerinin galip gelme süresiyle sınırlıdır. İnandığı halde günah işleyen kişi aynı zamanda genellikle kendini kınama, vazgeçme duygusu taşıdığı gibi ömrünün sonunda bu kötü alışkanlıklarından tevbe etme düşüncesi de taşır. Dolayısıyla aklen düşünüldüğü zaman bu tür günahların cezalarının da geçici olması gerekir.

3. Küfrün bizatihi kendisinde hiçbir zaman mubahlık yani helal olma ve haramlıktan çıkma durumu yoktur. Bu sebeple bu büyük günahın cezasının da hiçbir zaman af edilmemesi hikmetin bir gereğidir. Ancak diğer günahlar bizatihi haram olan fiiller değildir.119

4. Allah, büyük günah sahibine, söz konusu hataya düştüğü zaman bile Allah’ın hakkının her şeyden daha büyük olduğu inancını kalbine vermekle iyilikte bulunmuştur. Ayrıca böyle bir kimse peygamberlere karşı da son derece saygılıdır. Bu saygısı onları en ufak bir yönden bile hafife almayacak kadar büyüktür. Aynı zamanda bu kişi o büyük günahı işlerken Allah’ın ve peygamberlerinin düşmanlarına meyletme düşüncesinde de değildir. İtikat bakımından böyle bir üstünlüğe sahip olan ve daha birçok iyilik ve itaati bulunan kimsenin bütün bu artılarının bir kabalık sebebiyle yok sayılması hikmete uygun değildir. Ancak kâfir böyle değildir. Sayılan bu durumlar onda bulunmaz.120

Nesefî’nin büyük günah işleyenlerin âhiretteki cezalarının ebedî olmayacağı yönündeki görüşlerini naslarla temellendirmesi iman etme halinin ne kadar üstün bir ayrıcalık olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım iman etmenin tek başına cennet nimetlerine kavuşmak için yeterli olduğu anlamına gelmez. Nitekim açıklamalar arasında her günahın bir karşılığının olacağı, cehennemde ceza ile yüzleşebileceği belirtildi. Ancak her şeye rağmen mümin olduktan sonra elde edilmiş olan avantajın kaybedilmemesi için kişinin sahip olduğu imanını iyi koruması ve ona zarar verecek inanç ve fiillerden uzak durması gerekir.

SONUÇ

İslâm inancını muhtevasıyla birlikte kabul ederek mümin vasfını alan kimsenin, dinen yasaklanmış olan fiilleri yapması durumunda birtakım sorgulamalarla karşı karşıya kalacağı naslarla beyan edilmiştir. Söz konusu yasaklar, mahiyetleri itibariyle küçük günah ve büyük günah olarak sınıflandırılmış, âhiretteki cezaları itibariyle de büyük günahlar küçük günahlardan farklı olarak değerlendirilmiştir. Herhangi bir sebeple günah işleyen bir kimsenin bundan pişmanlık duyması ve yeniden işlemeyeceğini beyan etmesi anlamına gelen tevbe, Müslüman inancında kişinin bağışlanması için önemli bir fırsattır.

Genelde Ehl-i sünnet, özelde Ebü’l-Muîn en-Nesefî; Allah’ı, elçisini ve gönderilen mesajı kalben tasdik etmekle kazanılmış olan mümin sıfatının, inkâr, hafife alma ya da helal görme durumu olmadan işlenen günahlarla kaybedilmeyeceğini savunmaktadır. Onlara göre, amel imanın bir parçası değildir. Küçük veya büyük günah, kişiyi imandan çıkarmaz ve mümin olma vasfını ondan uzaklaştırmaz. İnsanlar inanç bakımından mümin ve kâfir olmak üzere iki sınıftır. Dinin emir ve yasaklarına uymayan kişi ise fâsıktır. Fâsık, inanç-iman bakımından yapılan bir sınıflandırma değil, amel olarak doğru yoldan çıkmış olan kişiyi ifade eder. Bu bağlamda büyük günah işlemekle fâsık ismini alan bir kimse, inkâr etmediği müddetçe mümindir. Ancak iman ve amel olarak İslâm akaidinin dışına çıkan kâfir de aynı zamanda fâsıktır. Fakat böyle fâsık "mutlak fâsık"tır. Cehennemde ebedî kalacağı haber verilen fâsık, bu mutlak fâsıktır.

Nesefî, günah konusunda müsamahakâr davranarak bazen emir ve yasakların dışına çıkmayı bir takım beşerî zafiyetlerle izah etmeyi tercih eder. Bunu yaparken de kavramların tanımlarındaki incelikleri dikkate alarak kendine özgü bir örüntü oluşturmaktadır. Nesefî, kalbindeki tasdikle mümin vasfını kazanmış olmayı en büyük hayır ve iyilik olarak nitelendirmektedir. Ona göre en büyük iyilik iman etmektir. Böyle büyük bir iyiliğe nail olmuş bir Müslümanın bazen doğru yoldan çıkarak birtakım yanlışlıklara düşmesiyle, iyiliklerinin iptal edilmesi dinî bilgiler açısından doğru değildir. Zira bir kimsenin suçlarının karşılığı olduğu gibi iyiliklerinin de bir değeri vardır. Sadece hatayı görüp, güzelliklerini görmezden gelmek ve onları yok saymak adaletli bir davranış değildir. Kaldı ki Allah, kendisini çok merhametli ve çok bağışlayan olarak vasıflandırmaktadır. Bu sebeple cehennemde ebedî kalmak gibi ağır bir cezanın iman etmiş ve daha başka iyilikleri de olan kimselere layık görülmesi akla ve nakle uygun görülmemektedir.

Teorik olarak yapılan bu toleranslı yaklaşımın Müslümanların günlük hayattaki pratik uygulamalarına yansımaları açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. Müslümanlar, dinlerini doğru olarak öğrenmeli ve tek taraflı değerlendirmelerden kaçınmalıdırlar. Bağışlama ve affetmeye kendisi için söz konusu olduğunda sahip çıkması, bir başkası için söz konusu olduğunda kabul etmeme anlayışı doğru bir yaklaşım değildir. Yapılan açıklamalara bütüncül olarak bakıldığı zaman İslâm dininin ne kadar müsamahakâr ve affedici olduğu görülecektir. İnsanların sayısız hata ve kusurları karşısında dahi Allah tarafından bağışlanma umudunun hep korunduğu görülmektedir. Kur’ân’daki suçlulara yönelik tehditlerin yanı sıra bağışlanmayı müjdeleyen haberlerin de çokluğu bu düşünceyi doğrulamaktadır. İslâm dininin ortaya koyduğu merhamet ve adalet prensibinin Müslüman toplumlarda örnek alınması, birbirlerine karşı muamelelerde uygulanması birçok sorunun çözülmesine yardımcı olacaktır.

Büyük günah sayılan suçları işleyenlerin mümin olmadığı ve cezalarının sürekli olacağını iddia edenler, böyle düşünmeyi mümkün kılan bazı âyetlerin zahiri manalarını kendilerine referans almaktadırlar. Ancak bu düşünceyi iptal eden, günahkâr müminlerin günahlarının affedileceğini müjdeleyen ve onlara büyük mükâfatlar verileceğini haber veren sayısızca âyet bulunmaktadır. Nesefî de Kur’ân’ın bir bütün olarak ele alınması ve âyetler arasında çelişki gibi görünen manaların uygun bir şekilde te’vil edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Böyle yapıldığı takdirde kalbinde tasdik olan, aynı zamanda büyük günahlar da dâhil suç işlemiş olan kimselerin cehennemde ebedî kalmayacağı açıkça anlaşılacaktır.

Büyük günah sahibinin âhiretteki durumuyla ilgili yapılan tartışma ve değerlendirmelerde bir ayrıntı dikkatimizi çekmektedir: Gördüğümüz kadarıyla tartışma konusu, iman ettiği halde dinin hiçbir kuralına uymayan kimseler değildir; tartışılan konu, imanla beraber normal bir Müslüman gibi yaşayan ancak bir veya birden fazla büyük günah işlemiş olan kişilerin durumudur. Böyle kimseler şâyet vefat etmeden önce yaptıklarından pişman olup, şartlarına uygun olarak tevbe etmişlerse hem Ehl-i sünnet, hem de Mu‘tezile’ye göre cehennemde ebedî olarak cezalandırılmaz. Ancak söz konusu büyük günah sahibi kimse, işlemiş olduğu hatadan pişmanlık duymaz ve tevbe etmezse, tartışmanın konusu olur. Mümin olduğunu beyan ettiği halde dinî herhangi bir ameli olmayan kimselerin de bu tartışmanın içinde olduğuyla ilgili bir izlenim ve tespitimiz olmadı. Bu noktada, sadece iman etmiş ya da mümin olduğunu söylediği halde dinin hiçbir emir ve yasağına uymayan kimselerin durumuyla ilgili net bir cevap olmadığını söyleyebiliriz. Günah işleyen kimselerin durumlarının Allah’ın dilemesine bağlı olduğu, isterse affedebileceği, dilerse cezalandırabileceği şeklinde bilgi mevcuttur. Ancak böyle bir kimsenin Mu‘tezile’nin iddia ettiği gibi büyük günahlar da işlediği için cehennemdeki cezasının ebedî olup olmayacağı konusunda net bir görüşün olmadığını belirtebiliriz.

Aslında fâsıkın kim olduğu konusunda yapılan tartışmada hiçbir davranışı dine uygun olmayan, her alanda dine aykırı davranan kimseler Nesefî tarafından mutlak fâsık olarak tanımlanmış ve bunun kâfirin özelliği olduğu belirtilmiştir. Bu ayrıntının da Müslüman toplumunda yaşadığı halde yaşam olarak tamamen dine aykırı hareket eden kimselerin dikkatine sunulmasının olduğunu düşünüyoruz. Nesefî’nin fâsıkla ilgili yaptığı değerlendirmede kişinin amellerine vurgu yapması ve açık olmasa da ölçüt olarak hayattaki yaşam performansına işaret etmesi anlamlıdır. Genel olarak amelin imandan bir cüz olmadığı görüşünde olan Nesefî’nin kritik noktalarda görüşünü temellendirmek için kişinin amelî yönüyle de tanımlarının içini doldurmaya çalıştığını söylemek mümkündür. Teorik olarak "amel imandan bir cüz değildir" prensibi kabul edilmekle beraber, "ben müminim" dediği halde dinin hiçbir emir ve yasağına uygun hareket etmeyen bir kişinin de "mutlak fâsık" mı yoksa "normal fâsık" mı olduğu konusundaki ifadeler açık değildir. Bu zor durumla ilgili kesin konuşmak doğal olarak mümkün değildir. Zira insanın kalbini ancak Allah bilir. Fakat karşı tarafın görüşünü çürütme noktasında yapılan istidlallerde amellerden tamamen bağımsız hareket edildiği de söylenemez.

Nesefî, konunun başında görüşünü ortaya koyarken hafife almama ve helal saymama şartına vurgu yapmaktadır. Bu nokta pratikte üzerinde durulması gereken bir husustur. Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı hareket ederek büyük günahları işleyen bir kimsenin hangi düşünce ile bunu yaptığını bir başkasının bilme şansı yoktur. Onun kalbindeki inancı ancak Allah bilir. Bir de kişi kendisini yoklarsa bu konuya ne kadar değer verdiğini, gerçekten nefsanî duygularına mağlup olduğu için mi, yoksa önemsemediği, hafife aldığı veya söz konusu haramı helal olarak gördüğü için mi yaptığını büyük ölçüde kestirebilir. Bu pencereden baktığımız zaman Müslümanım diyen bir kişinin dinî kurallara karşı bakışını ve yaşantısını sorgulaması, âhiret hayatı için büyük önem taşımaktadır. İnsan bilmeden de büyük tehlikelerle karşı karşıya kalabilir. Dışarıdan bakan kimsenin herhangi bir kimse için hüküm vermesi, onu cennetlik veya cehennemlik olarak görmesinin aslında önemi yoktur. Önemli olan Allah’ın vereceği hükümdür. Bu sebeple Müslüman külliyatını araştıranlar, insanların kendi lehine veya aleyhine olabilecek durumları anlayabilmeleri için en iyi ve en doğru şekilde ortaya koyarak onlara yardımcı olmaya çalışmaktadırlar.

Özellikle Nesefî’nin yorumundan yola çıkarak mümin ile kâfir arasındaki ince çizgiye dikkat çekmek yanlış olmasa gerektir. Yani sınırı aşma noktasında sınırsız davranmanın kâfirin vasfı olduğu, müminin böyle bir hata içinde olamayacağı hususu. İman etmekle büyük şeref kazanan bir kimsenin bu şerefini devam ettiren hususlarda varlık göstermemesi, tam tersi onu zayıflatan işlerde tamamen var olması, âdeta iman ettiğini unutmuşçasına davranması kendisi için tehlikeli bir durumun habercisidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, iman etmekle şereflenmiş bir kimseyi, ne olursa olsun kâfirle bir tutmama noktasındaki titizliği her ne kadar dikkat çeken önemli bir husus ise de cümle aralarında ancak bir inkârcıda bulanabilecek isyan ve itaatsizliğin de her halükârda masum olmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada delil getirilirken kurulan cümlenin "mefhum-u muhalifi" yani cümlenin tersten okunması halinde ortaya çıkacak durum, hükmün de tersine işlenmesine yol açabilecektir. Buradaki değerlendirmemizle şunu kast ediyoruz: Konunun tartışılması esnasında inanmış kimsenin hatalı ve kusurlu davranması incelenirken genellikle bu durumun anlık olduğu, bazen gerçekleştiği ve arkasından bir pişmanlığın duyulduğu varsayımlarına vurgu yapılmaktadır. Açık söylemek gerekirse günümüz toplumunda böyle özellikleri taşımayan isyan ve günahların aynı kefeye konulmasında biraz düşünmek gerektiğini ifade etmek isteriz.

Sonuç itibariyle Nesefî’ye göre bir kimse Allah’ı, elçisini ve gönderilen mesajı tasdik ederek mümin olmakla büyük bir avantaj elde etmiştir. Böyle bir kimse inancını muhafaza ederek, yasaklanan şeyi helal görmeden ve hafife almadan büyük günah da işlese cehennemde ebedî olarak ceza çekmez. Cezası günahıyla orantılı olur. Hatta Allah dilerse hepsini affeder, dilerse suçunun miktarı kadar cezalandırır, ancak sonuçta cennete gider. Ancak ilahi emirleri inkâr eden veya hafife alan kimse böyle değildir. Onun bu suçu affedilmeyecek cinstendir. Kur’ân’da ebedî kaydıyla belirtilen ceza bu suçu işleyenlere mahsustur. Esası Allah’a, peygamberine ve onun getirdiği dine inanmak üzerine kurulmuş olan bir dine mensup olmakla şereflerin en büyüğünü elde etmiş olan mümin, dinî vecibelerini yerine getirmeye çalışmakla ona layık olmaya çalışmalıdır.

KAYNAKÇA

Akoğlu, Muharrem. "Kebîre ve İman Bağlamında Hâricilik-Mu‘tezile İlişkisi". Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 23 (2007), 317-339.

Bağdadî, Ebû Mansûr Abdülkahir b. Tâhir. Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark beyne’l-fırak). çev. Ethem Rûhi Fığlalı. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 7. Baskı. 2014.

Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl. Saḥîḥ-i Buhârî. Beyrut: Dar-ı İbn Kesir, 2002.

Cürcânî, Seyyid Şerif. Muʿcemü’t-taʿrîfât. thk. Muhammed Sıddik el-Minşârî. Kahire: Darü’l-Fazile, 2004.

Eş‘arî, Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl. Maḳālâtü’l-İslâmiyyîn. thk. Muhammed Muhyiddin Abdul Hamid. Kâhire: Mektebetü’n-Nehce, 1950.

Gümüşhanevî, Ahmed Ziyaüddin. Câmiu’l-Mütûn fi hakki envai’s-sıfati’l-İlahiyye (Ehl-i Sünnet İtikadı). çev. Abdulkadir Kabakçı. Fuad Günel. İstanbul: Bedir Yayınevi, 2014.

Harun Çağlayan. "Azabın Neliği ve Çıkış İmkânı". Dinî Araştırmalar 16/43 (2013), 193-223.

İbn el-Murtazâ Ahmed b. Yahyâ. Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile. thk. Susanna Diwald-Wilzer. Beyrut: Daru’l-Muntezar, 2. Baskı. 1988.

İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem. Lisânü’l-ʿArab. 10 Cilt. Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 2003.

İsfahânî, Ebü’l-Kāsım Hüseyn b. Muhammed er-Râgıb. el-Müfredât fî ġarîbi’l-Ḳurʾân. çev. Abdulbaki Güneş - Mehmet Yolcu. Beyrut: 2002.

Kaçar, Halil İbrahim. "Arapça’da Meânî (Semantik) Açısından Atıf (Bağlama) Edatları". Cumhuriyet Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi 16/2 (2012), 163-191.

Kādî Abdulcebbâr. Müteşâbihu’l-Kur’ân. thk. Adnan Muhammed Zerzur. Kâhire: Dâru’t-Turâs, 1185.

Kādî Abdulcebbâr, İbn Ahmed el-Esed Âbâdi. Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse (Mu’tezile’nin Beş İlkesi). çev. İlyas Çelebi. 3 Cilt. İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2013.

Karaağaç, Hilmi. "Tekfir ve Elfâz-ı Küfre Dair İki Risale". I. Uluslararası Geçmişten Günümüze Trabzon’da Dini Hayat Sempozyumu Bildiriler Kitabı 1(2016), 459-466.

Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed. Kitâbü’t-Tevḥîd. ed. Fethullah Huleyf. İskenderiye: Darü’l-Camiâti’l-Mısriyye, ts.

Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed. Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân. ed. Muhammed Boynukalın. İstanbul: Mizan Yayınevi, 2005.

Müslim, Ebü’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc b. Müslim. Sahîh-i Muslim ve Tercemesi. çev. Mehmet Sofuğlu. İstanbul: İrfan Yayımcılık, ts.

Nesefî, Ebü’l-Muîn Meymûn b. Muhammed b. Muhammed b. Mu‘temid. Tebṣıratü’l-edille fî uṣûli’d-dîn. thk. Hüseyin Atay - Şaban Ali Düzgün. 2 Cilt. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2003.

Nesefî, Ebü’l-Muîn Meymûn b. Muhammed b. Mu‘temid. Kitâbu’t-Temhîd li kavâ’idi’t-tevhîd. thk. Habibullah Hasan Ahmed. Kâhire: Dâr-ı Tıbâati’l-Muhammediyye, 1986.

Nesefî, Ebü’l-Muîn Meymûn b. Muhammed. Bahrü’l-kelâm. thk. Muhammed Salih el Ferfur. Şam: Mektebetü Dari’l-Ferfur, 2. Baskı. 2000.

Sâbûnî, Nureddin Ahmed b. Mahmud b. Ebi Bekr. Mâtürîdîyye Akâidi (El-Bidaye Fi Usuli’d-Din). çev. Bekir Topaloğlu. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 8. Baskı. 2005.

Sinanoğlu, Mustafa. "İstihfaf". Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. ts. https://islamansiklopedisi.org.tr/istihfaf.

Şehristânî, Ebü’l-Feth Tâcüddîn (Lisânüddîn) Muhammed b. Abdilkerîm. el-Milel ve’n-niḥâl. Beyrut: Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, 2. Baskı. 1992.

Tahânevî, Ali b. Muhammed. Keşşâfü ıstılâhâti’l-fünûn ve’l-ulûm. https://waqfeya.com/search.php, ts. https://waqfeya.com/search.php?getword=%C7%E1%DF%D4%C7%DD&st=15&field=btags.

Teftâzânî, Sa’du’d-dîn. Şerhu’l-ʿAkāʾid. çev. Talha Hakan Alp. İstanbul: İFAV Yayınları, 3. Baskı. 2017.

Topaloğlu, Bekir - Çelebi, İlyas. Kelâm Terimleri Sözlüğü. Ankara: İslamî Araştırmalar Merkezi, 5. Baskı. 2017.

Uğur, Hakan. "Büyük Türk Müfessir İmam-ı Maturidi’nin Te’vilat’ında Büyük Günah Kavramı". III. Uluslararası Hamza Nigari Türk Dünyası Kültürel Mirası Sempozyumu Bildirileri, 678-690.

Yurdagür, Metin. "Ehl-i Kıble". Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. ts.

Türk Dil Kurumu Sözlükleri. ts.


1 Kur’ân Yolu (Erişim 10 Şubat 2021), el-Mâide 5/3.

2 Kur’ân Yolu (Erişim 10 Şubat 2021), el-En’am 6/153.

3 Ebû Mansûr Abdülkāhir b. Tâhir el-Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark beyne’l-fırak), çev. Ethem Rûhi Fığlalı (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2014), 55; Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl el-Eş‘arî, Maḳālâtü’l-İslâmiyyîn, thk. Muhammed Muhyiddin Abdul Hamid (Kâhire: Mektebetü’n-Nehce, 1950), 157; Ebü’l-Muîn Meymûn b. Muhammed b. Muhammed b. Mu‘temid en-Nesefî, Tebṣıratü’l-edille fî uṣûli’d-dîn, thk. Hüseyin Atay - Şaban Ali Düzgün (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2003), 2/370; Kādî Abdulcebbâr, Müteşâbihu’l-Kur’ân, thk. Adnan Muhammed Zerzur (Kâhire: Dâru’t-Turâs, 1185), 632.

4 Ebü’l-Feth Tâcüddîn (Lisânüddîn) Muhammed b. Abdilkerîm eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-niḥal (Beyrut: Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, 1992), 1/137; el-Bağdadî, el-Fark, 55.

5 Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, ed. Fethullah Huleyf (İskenderiye: Darü’l-Camiâti’l-Mısriyye, ts.), 330; el-Bağdadî, el-Fark, 278; Nûreddîn Ahmed b. Mahmûd b. Ebî Bekr es-Sâbûnî, Mâtürîdîyye Akâidi (El-Bidaye Fi Usuli’d-Din), çev. Bekir Topaloğlu (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2005), 161; Nesefî, Tebṣıra, 2/373.

6 el-Bakara 2/24; en-Nisâ 4/14, 94; el-Mâide 5/44; el-Leyl 92/15-16.

7 Kur’ân Yolu (Erişim 10 Şubat 2021), en-Nisâ 4/116

8 Türk Dil Kurumu Sözlükleri, "https://sozluk.gov.tr/", ts.

9 Ebü’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânü’l-ʿArab (Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 2003), 11/544-545.

10 Kur’ân Yolu (Erişim 10 Şubat 2021), el-Bakara 2/144.

11 el-Bakara 2/149-150.

12 Metin Yurdagür, "Ehl-i Kıble", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, ts.

13 Bekir Topaloğlu - İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü (Ankara: İslamî Araştırmalar Merkezi, 2017), 78.

14 Türk Dil Kurumu Sözlükleri, "https://sozluk.gov.tr/".

15 Ebü’l-Kāsım Hüseyn b. Muhammed er-Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî ġarîbi’l-Ḳurʾân, çev. Abdulbaki Güneş - Mehmet Yolcu (Beyrut: 2002), "cnh" 240.

16 Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "znb" 394.

17 Seyyid Şerif Cürcânî, Muʿcemü’t-taʿrîfât, thk. Muhammed Sıddik el Minşârî (Kahire: Darü’l-Fazile, 2004), "ism" 11.

18 Cürcânî, Muʿcemü’t-taʿrîfât, "znb" 93.

19 Ali b. Muhammed et-Tahânevî, Keşşâfü ıstılâhâti’l-fünûn ve’l-ulûm (https://waqfeya.com/search.php, ts.), 827.

20 en-Nisa 4/31; en-Necm 53/32.

21 Kur’ân Yolu (Erişim 10 Şubat 2021), el-Hucûrât 44/7.

22 Tahânevî, Keşşâfü ıstılâhâti’l-fünûn ve’l-ulûm, 827.

23 Tahânevî, Keşşâfü ıstılâhâti’l-fünûn ve’l-ulûm, 828.

24 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, 330; en-Nesefî, Tebṣıra, 2/374; es-Sâbûnî, Mâtürîdîyye Akâidi (el-Bidâye), 161; Sa’du’d-dîn Teftâzânî, Şerhu’l-ʿAkāʾid, çev. Talha Hakan Alp (İstanbul: İFAV Yayınları, 2017), 249; Hakan Uğur, "Büyük Türk Müfessir İmam-ı Maturidi’nin Te’vilat’ında Büyük Günah Kavramı", III. Uluslararası Hamza Nigari Türk Dünyası Kültürel Mirası Sempozyumu Bildirileri, (2017), 686.

25 Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî, Saḥîḥ-i Buhârî (Beyrut: Dar-ı İbn Kesir, 2002), Vesâyâ, 23; Ebü’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc b. Müslim Müslim, Sahîh-i Muslim ve Tercemesi, çev. Mehmet Sofuğlu (İstanbul: İrfan Yayımcılık, ts.), "İmân", 141-146.

26 Mustafa Sinanoğlu, "İstihfaf", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, ts.

27 Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî, Câmiu’l-Mütûn fi hakki envai’s-sıfati’l-İlahiyye (Ehl-i Sünnet İtikadı), çev. Abdulkadir Kabakçı-Fuad Günel (İstanbul: Bedir Yayınevi, 2014), 131.

28 Hilmi Karaağaç, "Tekfir ve Elfâz-ı Küfre Dair İki Risale", I. Uluslararası Geçmişten Günümüze Trabzon’da Dini Hayat Sempozyumu Bildiriler Kitabı 1 (2016), 453-465.

29 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, 332.

30 Cürcânî, Muʿcemü’t-taʿrîfât, "iman" 37.

31 Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "e-m-n".

32 İbn el-Murtazâ Ahmed b. Yahyâ, Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile, thk. Susanna Diwald-Wilzer (Beyrut: Daru’l-Muntezar, 1988), 22.

33 Şehristânî, el-Milel ve’n-niḥal, 42; el-Bağdadî, el-Fark, 86; İbn el-Murtazâ Ahmed b. Yahyâ, Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile, 18.

34 İbn Ahmed el-Esed Âbâdi Kādî Abdulcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse (Mu’tezile’nin Beş İlkesi), çev. İlyas Çelebi (İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2013), 2/614.

35 Kādî Abdulcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse (Mu’tezile’nin Beş İlkesi), 2/622.

36 Kādî Abdulcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse (Mu’tezile’nin Beş İlkesi), 2/632.

37 Kitâbu’t-Temhîd li kavaidi’t-tevhîd, thk. Cibullah Hasan Ahmed (Kahire: Dâru’t-Tıbâeti’l-Muhammediyye, 1986), 360.

38 Nesefî, Tebṣıra, 2/368.

39 Kur’ân Yolu (Erişim 10 Şubat 2021), eş-Şûra 42/7.

40 Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, ed. Muhammed Boynukalın (İstanbul: Mizan Yayınevi, 2005), 3/2: 387.

41 Kur’ân Yolu (Erişim 10 Şubat 2021), es-Secde 32/18.

42 es-Secde 32/20.

43 Kādî Abdulcebbâr, Müteşâbihu’l-Kur’ân, 632.

44 Kādî Abdulcebbâr, Müteşâbihu’l-Kur’ân, 250; en-Nesefî, Tebṣıra, 2/369.

45 en-Nisâ 4/94.

46 Kādî Abdulcebbâr, Müteşâbihu’l-Kur’ân, 272.

47 Şehristânî, el-Milel ve’n-niḥal, 1:107; Nesefî, Tebṣıra, 2/370.

48 Muharrem Akoğlu, "Kebîre ve İman Bağlamında Hâricilik-Mu‘tezile İlişkisi", Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 23 (2007), 318.

49 Bağdadî, el-Fark, 55; el-Eş‘arî, Maḳālâtü’l-İslâmiyyîn, 157.

50 en-Nisâ 4/14.

51 Nesefî, Tebṣıra, 2/370.

52 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, 358; en-Nesefî, Tebṣıra, 2/377.

53 Nesefî, Tebṣıra, 2/372.

54 Nesefî, Tebṣıra, 2/372.

55 Nesefî, Tebṣıra, 2/372.

56 Halil İbrahim Kaçar, "Arapça’da Meânî (Semantik) Açısından Atıf (Bağlama) Edatları", Cumhuriyet Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi 16/2 (2012), 169.

57 Gümüşhanevî, Câmiu’l-Mütûn fi hakki envai’s-sıfati’l-İlahiyye (Ehl-i Sünnet İtikadı), 463-465.

58 Nesefî, Tebṣıra, 2/373.

59 Kādî Abdulcebbâr, Müteşâbihu’l-Kur’ân, 632.

60 en-Nisâ 4/43.

61 el-Hucûrât 49/9.

62 el-Bakara 2/178.

63 el-Hucûrât 49/10.

64 el-Bakara 2/178.

65 el-Bakara 2/178.

66 Nesefî, Tebṣıra, 2/374.

67 Nesefî, Tebṣıra, 2/375.

68 Kur’ân Yolu (Erişim 10 Şubat 2021), el-Kehf 18/107.

69 Kur’ân Yolu (Erişim 10 Şubat 2021), el-Burûc 85/11.

70 Kur’ân Yolu (Erişim 10 Şubat 2021), el-Beyyine 98/7.

71 Nesefî, Tebṣıra, 2/375.

72 el-Bakara 2/261.

73 el-Bakara 2/261.

74 en-Nisâ 4/94.

75 el-Bakara 2/178.

76 Nesefî, Tebṣıra, 2/377.

77 "İş, ne sizin kuruntunuza, ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim kötü bir iş yaparsa, onunla cezalandırılır. O, kendisine Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir. (en-Nisâ 4/123); "...Şüphesiz Rabbin insanları zulümlerine rağmen bağışlayandır. Şüphesiz Rabbinin azabı da çok çetindir." (er-Ra’d 13/6); "Şüphesiz ki Allah’ın Kitap’ta indirdiği hakikatleri gizleyip, basit bir kazanç karşılığında o hakikatleri satanlar, karınlarına sadece ateş doldurmaktalardır. Kıyamet Günü’nde Allah onlarla konuşmayacak, onları arındırmayacaktır ve onlar için can yakıcı bir azap vardır." (el-Bakara 2/174); "Bu, Rabbiniz tarafından (sizin için) bir hafifletme ve rahmettir. Kim de bundan sonra haddi aşacak olursa, onun için can yakıcı bir azap vardır." (el-Bakara 2/178).

78 Harun Çağlayan, "Azabın Neliği ve Çıkış İmkânı", Dinî Araştırmalar 16/43 (2013), 205 vd.

79 el-Bakara 2/199; en-Nisa 4/106; el-Mü’min 40/55.

80 Nesefî, Tebṣıra, 2/378.

81 Nesefî, Tebṣıra, 2/379.

82 en-Nisâ 4/116.

83 en-Nisâ 4/31.

84 Nesefî, Tebṣıra, 2/379.

85 en-Nisâ 4/14.

86 Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, 3/75.

87 Nesefî, Tebṣıra, 2/380.

88 es-Secde 32/18.

89 Kādî Abdulcebbar, Müteşâbihu’l-Kur’ân, 632.

90 es-Secde 32/20.

91 Nesefî, Tebṣıra, 2/382.

92 Kādî Abdulcebbâr, Müteşâbihu’l-Kur’ân, 272.

93 Nesefî, Tebṣıra, 2/384.

94 en-Nisâ 4/94.

95 en-Nisâ 4/30.

96 en-Nisâ 4/14.

97 el-Kehf 18/107-108.

98 el-Burûc 85/11.

99 el-Zilzâl 99/7.

100 Ebü’l-Muîn Meymûn b. Muhammed b. Mu‘temid en-Nesefî, et-Temhîd li-ḳavâʿidi’t-tevḥîd, thk. Habibullah Hasan Ahmed (Kâhire: Dâr-ı Tıbâati’l-Muhammediyye, 1986), 365.

101 Nesefî, Tebṣıra, 2/389.

102 Nesefî, Tebṣıra, 2/390.

103 ez-Zümer 39/53.

104 Nesefî, Tebṣıra, 2/393.

105 Nesefî, Tebṣıra, 2/377.

106 Ebü’l-Muîn Meymun b.Muhammed en-Nesefî, Bahrü’l-kelâm, thk. Muhammed Salih el Ferfur (Şam: Mektebetü Dari’l-Ferfur, 2000), 230.

107 en-Nisâ 4/116.

108 en-Nisâ 4/93.

109 en-Nisâ 4/116.

110 Nesefî, Bahrü’l-kelâm, 230; en-Nesefî, et-Temhîd li-ḳavâʿidi’t-tevḥîd, 369.

111 Nesefî, Bahrü’l-kelâm, 230; en-Nesefî, et-Temhîd li-ḳavâʿidi’t-tevḥîd, 369.

112 Bk. Âl-i İmran 159.

113 Nesefî, Tebṣıra, 2/387.

114 Nesefî, Tebṣıra, 2/394.

115 es-Sâd ٣٨/٢٨.

116 el-Câsiye 45/21.

117 el-Kalem 68/35-36.

118 Nesefî, Tebṣıra, 2/395.

119 Nesefî, Tebṣıra, 2/395.

120 Nesefî, Tebṣıra, 2/395.