Makale

BU MÜESSESE, BU TEŞKİLAT…

BU MÜESSESE,
BU TEŞKİLAT…
Dr. Mehmet BULUT
DİB Başkanlık Müşaviri
Diyanet İşleri Reisliğinden söz ediyorum. Üç yıl sonra asırdîde olacak medeniyetimizin son din hizmetleri teşkilatından… Şimdi 97 yaşında…

Eksiğiyle fazlasıyla, yapabildiğiyle yapamadığıyla bu müessese bir Türkiye gerçeğidir. Bilhassa 1950’li yıllarda merhum Ali Fuat Başgil gibi din hizmetlerini kendine dert edinen, din hizmetlilerinin sıkıntılarına çare arayan, iyi niyetli ilim ve fikir adamları farklı statüde bir din hizmetleri teşkilatı teklif etmişlerse de günümüzde gelinen noktada ülkemizde din hizmetlerinin icrasının bu teşkilat maharetiyle yerine getirilmesinde konsensüs sağlandığını söylemek hatalı olmaz.

Birkaç yıldan beri bu sayfalarda yazdığım yazılarda bu teşkilatı kimlerin hangi amaç veya amaçlarla kurduğu, Büyük Millet Meclisinin 1925 yılında hangi maksatla Kur’an meali hazırlatma kararı aldığı gibi tartışmalar üzerinde durmadım. Önemsediğim ve öteden beri ifade etmeye çalıştığım husus şudur: Dönemin şartlarında “Diyanet” adıyla ve devlet teşkilatı içinde bir kuruma yer vermekle İslam’ın inanç ve ibadetleriyle ilgili işleri deruhte etmek, cami ve mescitlerin idaresine bakmak yanında farklı niyetler beslenmiş olabilir. Ancak önemli olan, bu teşkilatta hizmet etmiş kişilerin kuruma yükledikleri misyon, kurum mensuplarının sunduğu hizmetin niteliği, Müslüman halkın bu teşkilata beslediği güven ve hürmettir. Kur’an meali hadisesine bakalım: Maddi imkân sağlanıp bir Kur’an meal ve tefsiri hazırlatılması talebinde kim, hangi amacı taşımış olursa olsun, bu karar hayırlı bir hizmet için bir imkân olarak telakki edilip sonuçta Hak Dini Kur’an Dili gibi bir meal ve tefsirin, ayrıca Tecrid-i Sarih gibi muazzam bir hadis mecmuasının ülkemiz insanının irfanına sunulmuş olması önemlidir. Buna göre, bu faaliyette merhum Ahmet Hamdi Akseki ve arkadaşlarının duruşları -olmuşsa- farklı amaçları sonuç itibarıyla boşa çıkarmış demektir. Ki benim kanaatim, bu teklifte imzaları olanların, teklifin kabulü doğrultusunda oy kullananların büyük ekseriyetinin niyeti salimdi ve Türkçe tekellüm eden halkımızca Kur’an’ın ve sünnetin anlaşılması açısından buna ihtiyaç duymuşlardı. Reislik de bu iki kalıcı eseri, kendilerine her yönüyle itimat edilen âlimlere hazırlattı.

Reisliğin tarihinde sıkça şöyle bir keyfiyetle karşılaşırız: Çok cüzi de olsa sağlanan imkânları olabildiğince büyük hizmetlere tahvil etmek… Aslında bir hak olup lütuf sayılmayacak jestlerin bile kıymetini takdir etmek… Mesela, 20 yıl aradan sonra, 1950’de teşkilat kanununda yapılan değişiklikle camilerin ve hayrat hademesinin idaresinin Reisliğe iadesi, Reislik yetkililerince hayrat hademesi ve cami hizmetleri adına bahşedilmiş bir imkân olarak telakki edildi. Bu yeni durumdan din hizmeti adına azami faydalanmanın çabası içine girildi; aradan geçen bu uzun süre içinde oluşan eksikliklerin telafisi için bir yol haritası hazırlandı. Teşkilata gönderilen genelgelerle her kademedeki görevlilerden bu yolda beklenen hizmetler sıralandı.

Diyanet İşleri Reisliği, geçmişle bağı olan bir müessesedir; 1920-1924 yılları arasında Büyük Millet Meclisi hükûmetlerinde din hizmetlerini deruhte etmiş olan Şer’iyye ve Evkaf Vekâletinin kapatılmasıyla oluşturulmuş bir teşkilattır. Bu vekâlet ise Osmanlı dönemindeki Şeyhülislamlığın karşılığıdır. Dört yıl arayla teşekkül ettirilen her iki müessese de tarihî bir tecrübenin devamı niteliğindedir. Buna göre Reislik, din hizmetlerindeki tarihî tecrübenin Cumhuriyet dönemindeki devamı ve temsilcisidir. Lağvedilen Şer’iyye ve Evkaf Vekâletinin birim ve kadrolarının önemli bir kısmı bu teşkilata intikal etmişti. Osmanlı’nın son yıllarında ve Şer’iyye Vekâleti döneminde müftü, vaiz, imam, hatip gibi görevlerde bulunmuş birçok kişi, bu yeni teşkilatta da görevlerine devam edebilmişti. Hizmetlerini de Reislikçe yeni düzenlemeler yapılıncaya kadar yine Osmanlı döneminde tanzim edilmiş mevzuat çerçevesinde yürüttüler. Osmanlı döneminde tanzim edilmiş bir mevzuatı olan Tevcih-i Cihat Nizamnamesi, Reislik döneminde 1928 yılına kadar hayrat hademesine ilişkin yegâne bir yasal düzenleme durumundaydı. 1950’ye kadar müftü ve vaizlerin seçim ve tayinlerinde uygulanan esaslar da temelde Osmanlı uygulamalarıydı.

Kuruluşunda yani 1924 yılı itibarıyla Reislik dönemin şartlarında büyük bir teşkilat durumundadır; birim ve personel itibarıyla devletin diğer birçok kurumundan daha ileridedir. Yaklaşık 4 bin personeli bulunmaktaydı. Buna göre Reislikte küçülme ve daralma takip eden yıllarda olacaktır. 1931 yılında hayrat hademesinin Evkaf Umum Müdürlüğüne devriyle Reislik merkezde reis, Müşavere Heyeti, Mushaflar Tetkik Heyeti ve iki üç müdürlükten, taşrada da müftü ve müftü müsevvitlerinden oluşan küçük bir birime dönüşecek ve bu hâl 1950’ye kadar devam edecektir. Mesela 1935 yılında merkezde 29, taşrada 451 olmak üzere toplam 480 personeli bulunuyordu. Merkez teşkilatı, 30-40 kişilik personelden oluşan ve beş altı odalı bir apartman katında hizmet veren bir kurumu zihnimizde canlandıralım... Yani günümüzde bir genel müdürlüğe bağlı bir daire başkanlığının sahip olduğu mekân ve personelden bile daha küçük bir teşkilat... Hayrat hademesinin Reisliğe iadesiyle 1950’de 4503’ü hayrat hademesi olmak üzere Reisliğin toplam personeli 5477 olarak belirlenmişti.

Hem Osmanlı döneminde hem de Reislik yıllarında tanzim edilen yasal düzenlemeler, her il ve ilçede birer müftünün bulunmasını öngörüyordu. Buna göre bütün bir tarihi boyunca ve her halükârda vilayet ve kazalarımızda müftü bulunmuştur. Ancak 1950, hatta 1960’lı yıllarda birçok ilçede müftülük dairesi bulunmuyordu; müftü, üzerine terettüp eden hizmetleri kendi hanesinde veya uygun bir mekânda yerine getiriyordu. Uygulamada mesela “İstanbul Müftiliği”, “Ankara Müftiliği” dense bile 1950’ye kadar çıkarılan kanuni düzenlemelerde müftülük teşkilatından değil müftülerden söz edilmişti. Sözünü ettiğim süreçte her müftü dairesinde birer hizmetli hatta bazen müftü dışında bir personel bulunmadığından, kullanılan mekânın temizliği, kışın sobasının yakılması da müftüye terettüp ediyordu. Bütün bunlara rağmen şu gerçeğin altını da çizmem gerekiyor: Bu yıllarda insanlar il veya ilçe müftüsüyle doğrudan temas kurabiliyor, müftülük dairesine gidip dinî müşkülünü bizzat müftüden sorarak cevabını alabiliyordu. “Müftüye danışmaya gitmek” yaygın bir tabirdi.

Her türlü imkânsızlık ve zorluklara rağmen kuruluşundan 1960’lı yılların sonuna kadar vaiz sayısı önemli bir yekûn tutmaktaydı. Görevi vaizlik olanlar yanında, medreselerin kapatılması üzerine boşta kalan dersiamlardan arzu edenler de Reislikçe 1950’ye kadar vaiz olarak istihdam edilmişti. 1940’lı yıllarda elinde icazetnamesi olan kişiler, yoğun bir şekilde Reisliğe müracaat ederek ellerindeki bu vesikaları dinî yüksek tahsil belgesi olarak tasdik ettirmişler ve bu belgelere istinaden bilhassa vaizlik görevi talebinde bulunmuşlardı. Buna göre, mesela 1926 yılında Reislik kadroları arasında vaiz ve dersiam kadroları 900 civarındadır; 1950’de ise 284 vaiz, 168 dersiam ve 24 gezici vaiz olmak üzere toplam 476 kişi vaaz hizmetinde bulunmaktaydı. Görüldüğü gibi 1926’dan 1950’ye sayı yaklaşık yarı yarıya azalmış olsa da yine de bu rakam önemli bir miktar sayılmalıdır. Buna göre diyebiliriz ki Cumhuriyet döneminde kesintisiz sürdürülen din hizmetlerinden biri vaaz hizmetleridir.

Başlangıçta Reislikten, sonra Evkaf idaresinden ve daha sonra Başkanlıktan maaş alan hayrat hademesinden ve ücretini köylünün verdiği köy imamlarından burada fazla söz etmeyelim. Süreçte ücretlerini vakıflar idaresinden alan maaşlı din görevlileri bile maddi perişanlıktan kurtulamamıştır. Memurların zengin sınıfı oluşturduğu Cumhuriyetin ilk yıllarında genel anlamda Reislik mensupları ve bilhassa cami görevlileri bu imkândan mahrum kalmışlardır. Aradan yıllar geçmesine rağmen bu kesimin aldığı ücretler artırılmamıştır. Köy imamları ise büsbütün mağduriyet içinde yaşamışlardır. Onların maddi ve manevi mağduriyeti 1970’li yıllara kadar devam etmiştir. Lügatlerde “hak” kelimesine verilen karşılıklar arasında var mıdır bilmiyorum; ancak bizim literatürümüzde “hak”, köylünün, hizmetlerine karşı imamlar için yıllık olarak verdikleri buğday, arpa, mısır gibi hububatın da adıydı. Hâl böyle olunca, dönemde imam bulmakta sıkıntı yaşanması daha çok köy ve kasabalarda olmuştur. O yıllarda ülke nüfusunun çoğunluğunu köylülerin oluşturduğunu göz önünde tutarsak konunun ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Bu durumun ortaya çıkardığı olumsuzluklardan biri de çok yerde zarurete binaen hiçbir mesleki yeterliliği olmayan kişilerin camilerde imam ve hatip olarak istihdam edilmesidir.

Zor zamanlarda Reisliğin gelişmesine imkân tanınmamış olması, onun önemsizliğini ortaya koymaz. Küçük bir teşkilat olsa da bu süreçte Reislik varlığını korumuştur. Kısıtlamalar bu teşkilata olan ihtiyacı ortadan kaldırmamıştır. Bu teşkilat vasıtasıyla din-i mübin-i İslam’a hizmet edilmiş, yapılabildiği kadarıyla halka din hizmeti sunulmuştur. Müftülerimiz, vaizlerimiz, imam ve hatiplerimiz, müezzinlerimiz-kayyımlarımız din hizmeti verebilmenin gayreti içinde olmuşlardır. Şartlar ne olursa olsun, özellikle teşkilat mensupları bu müesseseye sahip çıkmış ve kapatılmasına vesile ve fırsat vermemek için gerekli titizliği göstermiş, sabır ve sebatla bu emanetin yeni kuşaklara devrini sağlamışlardır.

Başından itibaren Reisliğin bir kurumsal kimliği oluşmuş ve bu kimlik kişilere bağlı olarak değişmemiştir. İslam’ın temel prensiplerinden taviz vermemek, bu kimliğin esasını oluşturur. Reislik, bütün bir tarihi boyunca ve bütün olumsuz şartlara rağmen, dinde taviz olarak nitelenebilecek bir icraatın içinde olmamıştır. Nitekim bütün bir tarihi boyunca halkın Diyanet’e bu yönde bir tarizi olmamıştır. Her dönemde hiçbir ilmî tetebbua dayanmayan indi mülahazalara, peşin hükümlerle zararlı birer yaklaşım nazarıyla bakılmıştır.

Yapılan her yanlışlığa müdahil olamama durumu ayrı bir bahistir. Ancak Diyanet mensupları din adına menfi amaçlara hizmet etmemiş/alet olmamış, zorluklara göğüs gerip sabır ve teenniyle hareket ederek “vakt-i merhununu” beklemiş ve böylelikle bu müessesenin günümüze ulaşmasını sağlamışlardır.

Belirtilmesi gereken bir husus da mevcut konumu, statüsü, sunduğu hizmetlerin niteliği, mensuplarının/personelinin performansı vb. yönleriyle Reisliğin, bütün bir tarihi boyunca bir mesele olarak, bir tartışma konusu olarak Türkiye’nin gündeminde kalabilmiş olmasıdır.

1964 yılında Başkanlığa yöneltilen bir tariz dolayısıyla Sebilürreşad dergisinde “Diyanet Reisliğini Zorlama” başlığıyla imzasız olarak yayınlanan bir yazıda yer verilen bir cümle, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız Reisliğin kimliğini özetler mahiyettedir. Okuyalım: “Zamanın türlü tahavvülleri karşısında, salahiyetleri tahdit edilmiş olmakla beraber, Allah’a şükredelim ki bu makam (Reislik), esasat-ı İslamiyeden ayrılmamış, yâr ü ağyara karşı İslam’ın haysiyet ve şerefini muhafaza etmiş, hiçbir zaman bir ‘müfti-i macin’ derekesine düşmemiş, pak ve temiz bir müessese-i İslamiyedir.” (Sebilürreşad, c. 15, sy. 356, Temmuz 1964, s. 84)