Makale

ÜMMETİN YALNIZ ADAMI: EBÛ ZER GIFÂRÎ

ÜMMETİN YALNIZ ADAMI: EBÛ ZER GIFÂRÎ

Doç. Dr. Yaşar AKASLAN
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Mekke ile Medine yolu arasında, vaktiyle “Gıfâr” adıyla bilinen bir kabile yaşardı. Ticaret kervanlarının geçiş güzergâhında ikamet eden Gıfârlılar, bölgeden geçen kervanları yağmalamakla şöhret bulmuş, mensuplarının haydutlukları sebebiyle civar kabilelerin çekindikleri kimseler olarak tanınmışlardı. Eşkıyalıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki Araplarca önemsenip saygı gösterilen ve savaşmanın yasak olduğu haram aylarda bile yol kesip kervanlara baskınlar düzenlemekten ve insan katletmekten geri durmamışlardı. Öyle ki Hz. Peygamber (s.a.s.), Gıfâr kabilesinden birinin gelip Müslüman olmasını hayretle karşılamış, sevincini ise Allah’ın, dilediğine hidayet nasip ettiğini ifade ederek göstermişti. İşte böylesi bir kabilenin içinde doğup büyüyen, yağmacılık, hırsızlık ve yol kesme konusunda azılı olarak kabul edilen, eşkıyalıkta sınır tanımayan bir kişi vardı. Bu gözü pek şahıs tek başına yol keser, dinlenmek üzere konaklayan yolculara gecenin karanlığında bile saldırır, neleri var neleri yoksa gasbederdi. Tüm bu çirkin özelliklerini bi’setten üç yıl kadar öncesine kadar devam ettirmişti.

İslam’a girişinden kısa bir süre önce Mekke’den gelen kafilelerden, memleketlerinde bir peygamberin zuhur ettiği haberini aldığında meraklandı; olayın aslını öğrenmesi için kardeşini Mekke’ye yolladı. Gelecek bilgiyi dört gözle bekledi. Kardeşinin getirdiği malumattan tatmin olmadığı gibi merakı daha da arttı. Azığını hazırlayarak tek başına Mekke’ye doğru yola koyuldu. Aradığı peygamberi bizzat görüp olayın iç yüzünü öğrenmek üzere geldiği Mekke’de, Kâbe’nin bir köşesinde günlerce Resulüllah’ı gözledi. Güneş doğduğunda şehrin muhtelif yerlerini gezdi, akşam olduğunda ise Kâbe’nin bir köşesine kıvrılıp istirahate çekildi. Allah Resulü’nü tanımadığından günler geçmesine rağmen bir türlü onu görememişti.

Günlerden bir gün, o vakitlerde henüz on yaşında bir çocuk olan Hz. Ali’nin gözü Kâbe’nin köşesinde kıvrılmış yatan yabancıya takıldı. Hz. Ali (r.a.), her hâlinden garip ve aç olduğu anlaşılan yabancıya kendini tanıtıp onu evine misafir olarak davet etti. Yabancı, Ebu Tâlib’in evinde üç gün en güzel şekilde ağırlandı. Bu zaman zarfında, ne gündüzleri peygamber gözleyen bu yabancı ne de Hz. Ali, Allah Resulü hakkında birbirlerine tek bir soru dahi sormadılar. Son gün, meraktan kendini zor tutan çocuk, “Amca! Neden Mekke’desin? Belki sana yardımcı olabilirim.” dediğinde yabancı, kimseye söylememesi üzerine söz aldığı meraklı çocuğa Mekke’ye geliş gayesini açıkladı. Meraklı çocuk, “Tam da yerine geldin amca! Ben seni ona götürürüm. Benim amcamın oğludur o.” dedi. O günlerde Kureyşli müşrikler, birinin Müslüman olduğunu duyduklarında ona göz açtırmıyorlardı. Bu yüzden tedbirli olmak gerekiyordu. Zeki bir çocuk olan Hz. Ali, planını yabancıya şu şekilde açıkladı: “Amca! Allah Resulü şu an, Safâ Tepesi’nde, kimsenin bilmediği bir evdedir (Dâru’l-Erkam). Ben şimdi onun yanına gideceğim. Kimse seni, benim yanımda görmesin. Aksi hâlde Kureyşliler, Müslüman olduğun zannıyla sana da bana da zarar verirler. Ben önden yürüyeyim, sen de beni takip ederek arkamdan gel. Yolda, senin için bir tehlike sezecek olursam eğilip ayakkabımı düzeltir gibi yapıp bir duvara yönelirim. Sen de durmayıp arkana bakmadan gidersin. Bir sorun çıkmazsa benim girdiğim eve sen de girersin olur mu?” (İbn Hacer, el-İsâbe, 7/106) Plan, yabancının oldukça hoşuna gitmişti. Nihayet, yolda bir engel çıkmadan sağ salim Dâru’l-Erkam’a varabildiler. Heyecanı dorukta olan yabancı Mekke’ye geliş serüvenini Hz. Peygamber’e bir bir anlattı. Orada Müslüman oldu. Yabancı, Resulüllah’ın sözlerinden öyle etkilendi ki ilahi hakikatleri Kâbe’de Kureyşlilerin yüzüne haykırmak için müsaade istedi. Ancak Kureyşlilerin, ona zarar vereceklerini düşündüğünden izin çıkmadı. Bunun üzerine “Ya Resulallah! Korkma! Ne yapabilirler ki? Dövebilirler. Belki de öldürürler. Varsın öldürsünler. Bu yolda ölmek büyük şereftir değil mi?” diyen yabancının kararlı duruşunu gören Hz. Peygamber (s.a.s.), dikkatli olması konusunda onu tembihledi.

Kabilesinde cesaretiyle nam salan bu yabancı bir gün, Kâbe’de, Kureyş’in ileri gelenlerinin bulunduğu yere giderek kelime-i şehâdet getirip onları bir olan Allah’a imana çağırdı. Ortalık ölüm sessizliğine bürünmüştü. Tanımadıkları bu adamın meydan okuyan tavrı Kureyşlileri kışkırtmıştı. Acımasız müşrikler, linç etmek üzere ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla kimsesi olmayan bu adama olanca hınçlarıyla saldırdılar. Yediği tekme ve yumruk darbeleri yabancıyı vazgeçirmemiş, daha da gür bir seda ile hakikatleri haykırmasına sebep olmuştu. Ta ki Kureyşliler onu öldü zannıyla bırakana dek şiddet devam etmişti. Yabancı, kan revan içindeydi; bayılmıştı. Kureyşlilerin onu dövdükleri esnada, Allah Resulü’nün o günlerde henüz imanla şereflenmemiş olan amcası Hz. Abbas’ın, “Siz ne yapıyorsunuz? Dövdüğünüz bu şahıs, sizin ticaret yolunuz üzerindeki Gıfâr kabilesindendir. Eğer o ölürse Şam’a giden kervanlarınızı bu kabilenin elinden nasıl kurtaracaksınız?” sözleri üzerine Kureyşli müşrikler, ticaret kervanlarının selametini düşündüklerinden yabancıyı serbest bıraktılar. Hz. Abbas, beraberindekilerin yardımıyla bayılmış yabancıyı Kâbe’nin dışına taşıdı. Hz. Peygamber, misafirinin hâlini gördüğünde çok üzüldü. Yabancı, yaptıklarından dolayı pişman değildi. Olayın üzerinden birkaç gün henüz geçmişti ki bir gece vakti Kureyşli gençler yabancıyı aynı gerekçeyle dövüp kan revan içinde bıraktılar. Hadiseden haberdar olan Resulüllah, ona Mekke’de kalmasının gerek kendisi gerekse Müslümanlar için tehlike arz edeceği düşüncesiyle yurduna dönmesini şu ifadelerle dile getirdi: “Kendine gelince, sakın buralarda durma! Vakit kaybetmeden yurduna dön! Onlara Allah’ı anlat. Ben, seni davet etmedikçe de sakın buraya gelme!” (Ebû Nu‘aym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/158) Hz. Peygamber’in, kabilesine göndermesinden sonra bu yabancı, zaman zaman Mekke’ye kısa süreli ziyaretler gerçekleştirdi. Resulüllah’ı üzmemek için burada fazla kalmadı. Müslüman olduktan sonraki 18 yılını, kabilesi Gıfâr’da ve Allah Resulü’nün tavsiyeleri istikametinde İslam’ı tebliğ etmekle geçirdi. Bu çerçevede kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu.

Künyesiyle şöhret bulduğundan adının unutulduğu bu cesaret timsali yabancı, Ebû Zer el-Gıfârî’dir. Kaynaklarda adı Cündüb b. Cünâde olarak yer alır (İbn Sa‘d, Tabakât, 4/210).

Kavurucu bir yaz gününde, İslam ordusu Resulüllah önderliğinde Tebük Seferi için hazırlık yapıp yola çıkmıştı. Hazırlığını tamamlayan Ebû Zer’in devesi çok yaşlı olduğundan bir süre sonra yolun ortasına çökmüş, bir daha da kalkmamış ve ordudan geri kalmıştı. Ebû Zer, bineğini harekete geçirememiş ve orduyla arasındaki mesafe gittikçe açılmıştı. Uzun süren yolculuktan sonra İslam ordusu Tebük’e yakın bir yerde konaklamıştı. Ebû Zer hâlâ etrafta görünmüyordu. Sahabilerin bazıları geride kalanlar için olumsuz konuşmaya başlamıştı. Bir süre sonra ufukta tek başına bir şahsın ordunun konakladığı yere doğru geldiği görüldü. Resulüllah heyecanla “Acaba o kişi Ebû Zer midir? Onun olmasını ne çok isterim.” buyurdu. Bu söz üzerine tüm sahabe toplanıp tek başına ve yaya olarak kendilerine yaklaşan şahsı merakla gözlemeye koyuldular. Adam yaklaştıkça kimliği de belli oldu. Resulüllah’ı sevindirip rahatlatan “Vallahi odur, Ebû Zer’dir.” sesleri yankılanmıştı birden. Ebû Zer, yaşlı devesinin yürüyecek gücü kalmayınca bineğini uygun bir yere bırakmış, yükünü de sırtına alıp yalnız başına, aç susuz ve yaya olarak orduya katılmıştı. Sonunda bitap hâlde orduya yetişebilmişti. Bu tabloya şahit olan Allah Resulü yol yorgunu Ebû Zer için “Allah Ebû Zer’e rahmet etsin. O tek başına yürür, tek başına yaşar, tek başına ölür ve tek başına haşrolunur.” (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 4/163-164) buyurmuştu.

Ahir ömrünü Mekke yolu üzerinde Rebeze’de ıssız bir köyde geçirirken 32/653 yılının Zilhicce ayında hastalanıp yatağa düşen Ebû Zer, Resulüllah’ın sözüne muvafık bir şekilde yalnız şekilde ruhunu teslim etti. Kendisine emr-i hak vaki olmadan az evvel, eşi ve hizmetçisine şu vasiyette bulundu: “Öldüğümde beni yıkayıp kefenleyin! Sonra da şu yolun tam ortasına koyun! Buradan geçen ilk kafileye de ‘Bu, Allah Resulü’nün dostu Ebû Zer’dir. Bize onun defni için yardım edin!’ deyin!” Vefat ettiğinde eşi ve hizmetçisi, vasiyet üzerine peygamber dostunu yıkayıp kefenlediler. Sonra da onu, yolun tam ortasına koyup ilk kafileyi beklemeye başladılar. Oradan, Kûfe istikametinden gelen ve aralarında İbn Mes‘ûd’un da bulunduğu bir kafile geçmekteydi. Yolda bir cenaze görünce birden irkildiler. Develeri neredeyse cenazeyi çiğneyecekti. Ebû Zer’in hizmetçisi, naaşın Resulüllah’ın dostu Ebû Zer olduğunu söyleyerek defin için kafileden yardım talep etti. Bunu duyup hüzünlenen İbn Mes‘ûd, “Resulüllah doğru söyledi. Sen yalnız yürür, yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız diriltilirsin.” diyerek ağlamaya başladı. Ebû Zer, Abdullah b. Mes‘ûd’un kıldırdığı cenaze namazının ardından toprağa verildi (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 4/164).