Makale

HARFLERİN BESTEKÂRI: HÂMİD AYTAÇ

HARFLERİN BESTEKÂRI: HÂMİD AYTAÇ

Ömrünü hat sanatına adayan ve hat sanatının günümüze ulaşmasında önemli bir yeri olan hattat Hâmid Aytaç’ı, talebesi
Hüseyin Kutlu’ya sorduk…

Hâmid Aytaç’la tanışma hikâyenizden ve sizde bıraktığı izlerden bahseder misiniz?

Tahsil için İstanbul’a geldiğim zaman Hattat Hâmid Hoca’nın Sirkeci’de Reşit Efendi Hanı’nda son derece eski, fersude, karanlık, köhne bir han odasında kendisiyle tanıştık. Oturduğu sandalye, eski bir tahta sandalye. Üzerinde rengi tamamen değişmiş minderimsi birkaç çul. Önünde yazı yazdığı masa falan yok. Bir uzunca tahta var böyle dokundukça hareket ediyor. Tabii, çok hazin bir durum. Hat sanatının en son temsilcisi denilen zat perişan hâlde, yürekler acısı bir han odasında sanatını icra etmeye çalışıyor. Elini öptüm, talebesi olmak istediğimi söyledim. Bir dosya kâğıdına küçük bir kamış kalemle “Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bi’l-hayr ve bihi” yazdı, bana verdi. Cumartesi günleri gelmemi, ders günü olarak cumartesiyi tayin ettiğini söyledi. Meşki aldım, gittim; Konya’da iltifat gördüğüm için şımarmışım demek ki ben bunu çok kolaylıkla yazarım diye düşündüm. Ve yazdım tabii, bir hafta boyunca çalıştım ve yazdım. Şimdi bir kendi yazdığıma, bir de hocanın yazısına bakıyorum. Doğrusu kendi meşkimi, kendi yazımı daha çok beğeniyorum o gün. Böyle kendime güvenerek büyük bir başarı göstermiş edasıyla huzura gittim. Hüsnü kabulle “maşallah, maşallah” dedi ondan sonra aldı kalemi, birkaç harf tarifi yaptı. Benim gözlerim yavaş yavaş açıldı. Her hafta ders almaya devam ettim ve yaklaşık bir buçuk ay sonra ben yazıyı hakiki manada görmeye başladım. Önceden sadece bakıyormuşum. Yazılarımı hocaya götürecek yüzüm olmuyordu. Heyecanlanıyordum, yahu nasıl götüreceğim bu yazıyı bu zata, hiç benzemedi ki, diye düşünüyordum. Efendim şurası şöyle, burası böyle; görüyorum ama yapamıyorum, diyordum. Yani göz görüyor, zihin onu algılıyor fakat ele hükmedemiyorsun. İşte böyle bu şekilde hocamızla on dört yılımız geçti.

Hâmid Hoca olmasaydı bugün biz yeni nesil hattatlardan söz edemezdik diyebilir miyiz? Onun hat sanatındaki yerinden biraz bahseder misiniz?

Hâmid Hoca olmasaydı ne olurdu onu bilemem. Allah Teâlâ hat sanatının yok olmamasını murat etmişse elbette bir vesile halk edecektir. Bu vesilenin Hâmid Hoca olduğu aşikâr. Bugün hat sanatı sahasında yetişenlerin büyük çoğunluğunun hocası ya da hocasının hocası, hatta hocasının ve onun hocasının hocası Hattat Hâmid’dir. Yani bir silsile vermek gerekirse genellikle silsilenin başlangıcı hattat Hâmid’e dayanıyor. Bir Köse Saim Efendi vardı (Saim Özel), onu da rahmetle analım. Süleymaniye Camii imam hatibi idi. Kendisi hem kurra idi. Halim Efendi’nin icazetli talebesidir. Ama işte o da vefat etti.

Müşterisiz meta zayidir malum. İtibar yok, teşvik yok. Kimse alıp satmazdı hat eserlerini. Bu sebeple Hattat Halim, Necmettin Efendi, Kemal Batanay gibi büyük ustalarımızın etrafında fazla talebe olmadı. Necmettin Hoca’dan yetişmiş Ali Alpaslan (Allah rahmet eylesin.), Uğur Derman (Allah uzun ömürler versin) Necmettin Efendi’den yetiştiler. Kemal Batanay’dan yetişenler de var. Dolayısıyla Hattat Hâmid Aytaç, hat sanatını ayakta tutan çadırın ana direğidir diyebiliriz.

Hâmid Aytaç harf inkılabının ardından hat sanatının sekteye uğradığı dönemlerde dahi, sabırla sebatla çalışmalarına devam etmiş bir sanatkâr. O yıllarda yaşadıklarından size intikal eden hatıralar varsa dinlemek isteriz?

Bu çok önemlidir. O dönemde İslam medeniyetinin içinde yetişmiş ilim, kültür, sanat adamlarımız yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Hattat Hâmid, o dönemin insanıdır. Allah onlardan razı olsun ki bu insanlar o dönemde bildiklerini aktararak bir köprü görevi görmüşlerdir. Bizim neslimiz ne kadar şükretse azdır. Hâmid Aytaç gibi zatlar her türlü zorluğa göğüs gererek bu sanata can suyu taşıdılar.

Bir gün Hattat Hâmid, Kurban Bayramı arifesinde yazıhanesinde böyle düşünceli bir şekilde oturuyor. Ertesi gün bayram. Bayramlık bir şeyler alması, evin ihtiyaçlarını temin etmesi lazım fakat cebinde parası yok. Kendi kendine diyor ki Allah beni görüyor. Ben burada onun kelamını, Peygamber’inin sözünü yazıyorum; beni mahrum etmez. Bu inancı devam ediyor ve içinde bunları evirip çevirerek derin düşüncelere dalıyor. Derken öğleden sonra birileri geliyor. “Biz Kuveyt konsolosluğundan geliyoruz. (Bunu belki yanlış hatırlıyor olabilirim. Arap ülkelerinden biri ama benim aklımda Kuveyt gibi kalmış.) Konsolos Bey eğer müsaitseniz sizi bekliyor. Acaba lütfeder misiniz, sizi Konsolos Bey’e götürsek.” Hoca, “Efendim mesai bitmedi mi?” diyor. “Sizin için özellikle bekliyor.” diyorlar. “Peki efendim gidelim.” Konsolos Bey bir sürü yazı siparişi veriyor, ücretini de peşin olarak ödüyor.

Hoca kedileri çok severdi. Kedi resimli takvim alırdı. Kedi resimlerine sevgiyle bakar âdeta gözleriyle severdi onları, böyle bir gönlü vardı.

Oturduğu hanın sahibi bir Ermeni. Tabii hoca kirasını da tam ödeyemiyor. Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi’nde şöyle gezerken bir vitrinde kedi resimleri görüyor. Onlara böyle dalmış bakarken birisi omzuna vuruyor. Dönüyor, bakıyor bu hanın sahibi Ermeni. “Hâmid, Hâmid seni oradan atacağım!” diyor. Kiramı vermedin diye böyle dik bir eda ile hocaya hitap ediyor. Olaydan birkaç gün sonra Ermeni ölüyor. Çoluğu çocuğu da yokmuş, yeğenleri varmış. Onlar geliyorlar, diyorlar ki “Amcamız öldü, burası bize kaldı. Sen burada istediğin kadar otur Hâmid Amca. Kira falan da istemiyoruz.”

Çok hatıra var. Bir gün tüpleri değiştirmek için hanın kapısına geldim ki itfaiye var. Yangın olmuş hanın içerisinde. Tam söndüğü zaman ben gelmişim. Hoca da dışarıda; yüzü, elleri is. Hocaya izin vermemişler odasına çıkması için. Yangının söndüğünü görünce koluna girdim, odasına vardık. Hocanın odasına hiçbir şey olmamış. Yunus suresi, 25. ayeti çalışıyor hoca. Tam da bitmek üzere. Anlamıyla orada yaşanan hadise o kadar örtüşüyor ki hocanın odası tam bir emniyet ve selamet içerisinde yangından etkilenmemiş. Ben o zaman hocadan rica ettim; o günün hatırası olarak saklamak üzere Sirkeci’de bir fotoğrafçıda bu çalışmanın fotoğrafını çektirdim. O hâlâ durur bende.

Ve bu zat, o odada fitilli gaz ocağı ile ısınıyor idi. Hatta evi falan da yok işte orada uyuklar haftada bir gün karşı taraftaki Meserret Oteli’ne giderdi. Yemek yiyeceği zaman aşağıda bir çorba içerdi. Tabii ben de talebeyim, gerçi görevim var ama maaşım bana bile yetmiyor çünkü okul harcı var, üstümüz başımız, kitabımız, ancak yetiyor param. Aldığımız terbiye itibarıyla de çekingen insanlarız. Yüreğim parçalanıyor ama ne yapabilirim. Nihayet sıkıla sıkıla “Hocam müsaade buyurursanız buraya bir elektrik sobası getireyim, onunla daha iyi ısınırsınız.” dedim. “Çok yakar evladım.” dedi. Tabii ben karşılayayım diyemedim. Üzüldüm. Bir gün dersten çıktım piknik tüpten iki soba aldım, gittim hocamızın yanına. “Bu ne evladım?” dedi. “Hocam bu soba.” dedim. Durdu, ”Nasıl yani soba? Hiç böyle soba görülmüş değil.” Yaktım, hoca da inanmadı elini uzattı, ısıtıyor. Nasıl sevindi, ne dualar ne dualar...

Dünyanın dört bir yanında öğrenciler yetiştiren Hâmid Aytaç’a İslam dünyasından ilginin çok fazla olduğunu biliyoruz. Onun yazı yazma arzusu ve bunu öğretme gayretinden biraz bahseder misiniz?

Biz hocaya devam ettiğimiz dönemlerde Suriye’den, Irak’tan, Fas-Cezayir taraflarından hat sanatı ile ilgilenenler, hattatlar gelirlerdi. Teberrüken yazdıklarına imza attırır, hocadan bir nevi icazet alma şerefine nail olurlardı. Fotoğraflar çekilirler, sonra da kendi ülkelerindeki gazetelerde, dergilerde bunları yayınlarlardı. Mesela Iraklı meşhur hattat Haşim, hocanın talebesidir. Gelip usulünce ders alan kimse olmamıştır yurt dışından fakat hocanın yazılarını tetkik ederek istifade eden çoktur tabii.

Biraz da Hâmid Bey’in eserlerinden bahseder misiniz?

Ankara’da Kocatepe Camii’nin kubbe yazısı hocanındır. Mihrap cephesinde yazısı vardır. Hattat Hâmid’in en meşhur eseri Şişli Camii’nin kapısındaki Tevbe suresi, 18. ayettir. Bu yazı, hattat Hâmid’in zirve eseridir diyebiliriz. Hattat Hâmid’in eserlerini, camilerde kubbelere, kuşaklara yazdığı yazılar ve yetiştirdiği talebeler olmak üzere ikiye ayırmak lazım. İşte bu yetiştirdiği talebeler sayesinde Hattat Hâmid hâlâ yaşıyor. Allah rahmet eylesin...

Hâmid Aytaç Kimdir?

1891 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlk öğrenimini Sıbyan Mektebinde aldı. Rüşdiye Mektebinde rika ve sülüs yazıyı öğrendi. Hüsnühat ve resim eğitimi aldı. Diyarbakır’da sıbyan mektebini, askerî rüştiyeyi (ortaokul) ve idadîyi (lise) bitirdikten sonra 1908’de yükseköğrenim için İstanbul’a gitti. Bir yıl Mekteb-i Nüvvâba devam ettikten sonra sanata olan ilgisi ve yeteneğini gören hocalarının teşvikiyle Sanayi-i Nefîse Mektebine kaydoldu; ancak babasının ölümü üzerine çalışmak zorunda kaldığından tahsilini tamamlayamadı. Rüsûmat Matbaası, Mekteb-i Harbiyye Matbaası ve sonra da hocası Mehmed Nazif Efendi’nin vefatı üzerine tayin edildiği Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Matbaasında Mehmed Emin Efendi ile beraber hattat olarak çalıştı. Bir yıl kadar da Almanya’da haritacılık ihtisası yapan Mûsâ Azmi Bey, döndüğünde memuriyeti yanında geçim sıkıntısı sebebiyle Bâbıâli’de Hattat Hâmid Yazı Yurdunu açarak Hâmid müstear imzası ile piyasaya yazılar yazmaya başladı. Bir süre sonra da resmî görevinden ayrılıp kendini tamamen bu işe verdi. 1928 harf inkılâbından sonra atölyesini matbaa hâline getirerek klişecilik, çinkografi, pantografi, mamul maddeler için lüks etiket ve kartvizit basımı gibi işlerle meşgul oldu. Bunların yanı sıra hat ile de ilgisini kesmeyerek yurt içinden ve yurt dışından gelen özel istekleri karşılamaya devam etti. 1960 yılında Paşabahçe Cam Fabrikasına girdi. Burada imal edilen cam eşya üzerine çeşitli yazılar yazdı. 1975’te emekliye ayrıldı; ömrünün geri kalan kısmını yazı yazmakla geçirdi. 19 Mayıs 1982’de vefat etti ve Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.