Makale

EŞREF-İ MAHLÛKAT: İNSAN

EŞREF-İ MAHLÛKAT:
İNSAN
Dr. Öğretim Üyesi Sema ÇELEM
Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

“Andolsun biz insanoğluna şan, şeref ve nimetler verdik; onları karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.”

(İsrâ, 17/70)

B u ayet-i kerimede insanın yaratılmış diğer canlılara üstünlüğü bizzat onu yaratan tarafından bildirilmiştir. Kerramnâ ve feddalnâ fiilleri üstünlüğü göstermekte, müfessirler bu üstünlüğü kendisine eller ve ayaklar verilmesi (Fîrûzâbâdî, Tenvîru’l-Mikbâs min Tefsir-i İbn Abbas, 303), elleri vasıtasıyla yiyip içmesi (Mukatil, Tefsir-i Mukatil, 2/461), diğer yaratıklara karşı hüküm ile saltanat sahibi olması ve diğerlerinin onun hizmetine verilmesi (Taberi, Camiu’l-Beyan, 5/51) şeklinde açıklamaktadır. Bu üstünlük, ona verilen nimetlerle olduğu gibi yüklenen sorumluluklarla da ortadadır. İnsana nimet ve külfetlerle geçireceği dünyada sonradan hesabını vermek zorunda olduğu bir hayat ikram edilmiş, kendisine varlık bahşedildiği için de bir sınava tabi tutulmuştur. İnsanın iyiyi kötüden ayırmaya başlamasından ölümüne kadar devam eden bu sınav süresince sorumluluklarının farkına varması ve bu süreyi iyi işler yaparak geçirmesi (Mülk, 67/2) zorunludur.

Allah’ın insanı yaratacağını meleklere bildirmesinden söz eden ayete göre insan “Allah’ın yeryüzündeki halifesi/yeryüzünün yöneticisi” olarak yaratılmıştır: “Hani rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.” (Bakara, 2/30). Halife “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse” demektir. Allah’ın halifesi olmak yeryüzünde adaletle hükmetmek, yeryüzünü imar etmek, hesap gününü unutmamak gibi yükümlülükleri kapsar (Sâd, 38/26). “Halife kendisine verilen görevleri onun yerine kullanan kişidir. Malik/sahip değildir ve kendisine verilenin dışında bir gücü yoktur. Bu nedenle kendi isteklerini yapma hakkına sahip değildir. Onun görevi, Rabbinin isteklerini yerine getirmektir.” (Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’ân, 1/62). Her zorlukla beraber iki kolaylığın olması (İnşirâh, 94/5-6), Allah’ın darda kalanın duasına icabet etmesi, sıkıntıları gidermesi (Neml, 27/62) insana bu sorumluluğu yüklerken onu belli meziyetlerle donattığını, görevini yerine getirirken karşılaşacağı zorlukları Allah’ın desteğiyle aşabileceğini dile getirmektedir.

Bu önemli görev, insanın unutkanlık, dünya nimetlerine gereğinden fazla bağlılık, kibir, şükürsüzlük, acelecilik vb. zaafları yüzünden kesintiye uğrayabilir. O, bu özelliklerinden dolayı bazen kendini bazen Rabbini unutacak kadar ileri gider. Sonuçta insan ismiyle müsemmadır. İnsan kelimesi nisyandan gelir ve insanın unutkan bir varlık olduğunun altını çizer. İbn Abbas’a dayandırılan bir rivayete göre insan kelimesinin aslı “insiyân”dır ve bu ismi almasının nedeni insanın Yüce Allah’ın kendisiyle yaptığı anlaşmayı unutmasıdır.” (Ragıb el-İsfehânî, el-Müfredat, 104). Onun aklını, malını, sağlığını, zamanını kaybetmesine sebep olan alışkanlıkları ve bağımlılıkları da böyle nisyan dönemlerinin sonucudur. Ruhu doyurulmadığı zaman insanın başına gelebilecekleri tahmin etmek çok da güç değildir.

Bağımlılık “bir kimseye veya şeye maddi veya manevi yönden aşırı bağlı olmak” demektir. Bu durum ister Allah’ın Kur’an’da rics/pislik ve şeytanın ameli olarak isimlendirdiği içki, kumar gibi alışkanlıklar olsun (Mâide, 5/90) isterse modern dönemde ortaya çıkan sosyal medya bağımlılığı olsun hem dünya hayatını ve temsilcilik yönünü tehdit etmesi hem de korumak zorunda olduğu emanetleri bakımından insan için tehlike arz etmektedir.

Kişiliği şekillendiren aidiyetler din ile beslenmemişse, iyilik-kötülük; kâr-zarar; güzel-çirkin vb. kavramlar her insanın kendi dünyasına terkedilmişse yani bütün bunlar için ortak din dilinden yararlanılmamışsa insanın zarara uğraması kaçınılmazdır. Din aklı, canı, malı, nesli korumayı emrederken insanın bütün zayıf yönlerini gözetmekte onun zarara uğramasına engel olacak sınırlar çizmektedir. Hudûdullah adı verilen bu sınırı gözetmek ve onları çiğnememek insanın kendi yararınadır. Allah’ın koyduğu kuralların kulların aşamayacağı bir çizgisi, bir sınırı vardır. O, bu sınırı aşanı cehenneme, muhafaza edeni cennete sokar. Üstelik “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun!” (Tahrîm, 66/6) emr-i ilahisi insanın sadece kendisi için değil ailesi için de aynı hassasiyeti gözetmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

Dünya ve ahirete hayır ve güzellik olarak katkısı olmayan şeyler din dilinde mâlâyânî olarak isimlendirilir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) “Mâlâyânîyi (faydasız söz ve lüzumsuz işleri) terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.” (Tirmizî, Zühd, 11) buyurmak suretiyle boş işlerle araya çekilen setin din güzelliğiyle doğrudan alakası olduğunu gözler önüne sermiştir.

Sayılı nefes, sayılı ömür bir gün bitecek, bu dünyanın keyfi, zevkleri ve tuzakları geride kalacaktır. O hâlde neden var olduğumuz sorusuna cevap vermek ve varlık bilinciyle yaşamak yerine neden dünyamıza bir getirisi ve ahiretimize bir katkısı olmayan işlerle uğraşıyoruz? Bizi her an gördüğünü bilerek yüce Yaradan’ın huzurunda kimsenin bilmesini istemeyeceğimiz işleri neden yapıyoruz? Ya da neden bize Allah tarafından ikram edilmiş akıl ve düşünme kabiliyetimizi ortadan kaldırarak bizi başkalarının güdümüne sokacak zafiyetlerin peşine düşüyoruz? Allah Resulü’ne, “Müminlerin en akıllısı (şuurlusu) kimdir?” diye sorulduğunda o, “Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonraki hayatı için en güzel şekilde hazırlanan kimsedir.” (İbn Mâce, Zühd 31) cevabını verdiği hâlde biz neden hem aklımızı kullanmıyor hem de ahiret yokmuş gibi davranıyoruz?