Makale

VARLIĞIN BAŞ DÖNMESİ

VARLIĞIN
BAŞ DÖNMESİ

Ayşe KARAMAN

Flaubert “Geleceği düşünmek bize acı veriyor, geçmiş de bizi geri çekiyor.” der ve ekler: “İşte o zaman da şimdiki zaman avuçlarımızdan kayıp gidiyor.” Zaman sadece içinde bulunduğumuz bir zemin değil, insanın duruşunu, fikrini, tavrını ve hareketini etkileyen, yoğuran bir olgudur. İnsan zaman hakkında doğal bir idrake varmakta zorlanır. Bu yüzden genelde memnuniyetsizlik üzerine kurar hayatını. Fakat sonrasında zamanın ve anın kişisi olamamak sorunuyla karşılaşır. İşte o zaman da Sezai Karakoç’un “Ben yaşamıyor gibi yaşıyorum” dizesindeki gibi bir hâle gelir.

Bazen biz geçmişte yaşarız fakat bu coşku nedense şimdiki zamanımıza eşlik etmez. Bazen de zamanı silsileler hâlinde idrak ederiz. Sıçramalar yapmadan, zamanın sürekliliği içinde kalıp bu anları bir bütün olarak algılarız. Zamanı kesintisiz kavramak bize hafıza kazandırır. Milan Kundera, “Şimdiki zamandan gözlerimiz bağlı geçeriz. Çok çok yaşamakta olduğumuz şeyleri sezebilir ve tahmin edebiliriz. Ancak daha sonraları, gözlerimizin bağı çözüldüğünde ve geçmişi incelediğimizde yaşamış olduğumuz şeyleri kavrar ve onların anlamına varırız.” diyor. Gözlerin bağı çözüldüğünde şimdiki zaman kadar gelecek zamanı da kaçırmış oluruz. Bu ise gözlerimizin perdelenmesidir. İnsanın kendi anına ve zamanına dair bir irade taşıyamamasının neticesidir.

Varlık, insan ve oluş bu seyirde hiç durmadan kendini yeniler. Oluş, içinde cevher taşır. Onun yeryüzünde yayılışı hem bir tazelenmenin hem de zaman içinde yeni bir döneme geçişin izlerini barındırır. İnsan bu coşkuyu, hayranlıkla izlemekten kendini alamaz. Bu, zamanın ruhunu seyretmek gibi bir anlam ihtiva eder. İnsanda aynı anda iki zaman vardır. Birincisi doğup büyüdüğü, yaşlandığı zaman; diğeri de bilincinin işlediği zaman. İnsan geçmişin ve geleceğin bağlantılarını bu iki boyutla kavrayabildiği, karşılaştırabildiği ve bağdaştırabildiği ölçüde benzersiz sonuçlara erişebilir. Gerçekte insan bu aşamada yalnızdır. Zamanının sorumluluğu tamamen kendi idraki üzerindedir. Hakikate başkaları üzerinden kolay kolay erişilmez.

Şairlerin sezgisel gücü

Sezai Karakoç’un dizesi bu noktada üzerinde daha çok durulmayı hak ediyor. Çünkü şairler yaşadığımız realitenin üzerine ve dışına çıkarak konuşmayı bilirler. Muayyen olandan kaçmak, onunla yetinmemek, büyük sanatçılara mahsus bir özelliktir. Bu yüzden onların dikkati görünenden ziyade görünmeyene, meçhul olanın ötelerine dönüktür: Varlığın önüne gerilmiş perdeleri aralamak ve belki de varlığı kendi içinden seyretmeye yeltenmek. Yani yaratılmış varlığın asıl mahiyetine ermek. Onun gizli hikmetine nüfuz etmek.

Şairlerin bu dikkati, ister istemez onları, zamanın kendisi ile nitelikli bir ilişkiye yönlendirir. Bu ilişki şaire yeni ufuklar açar. Belki de varlıkla kendisi arasına gerilmiş perdelerin aralanması gibi yepyeni durumlar doğar. Eşyanın zaman boyutu ile algılanması ya da şairin kendini zamanla kuşatılmış hissetmesi buna dâhildir.

O bakımdan şairlerin dili, zamanın uzanabileceği sınırların daha ötelerine varıp dayanabilir. Dahası şairin dili ve idraki bir an gelir, zamanın kendisi olur. Onun mısraı kendine sığmaz olur, evrenin nihayetlerine doğru genişler. Biz bunu bir iç genişlemesi olarak kendi içimizde de duyarız. Dolayısıyla onların dili çoklu zamanları kuşatır ve kapsar demek daha doğru. Bazen de geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin toplamına denk düşer. Her bir kelime onlar için varlığın kendisi olur. Onun vasıtası ile sanki güzelin zamansızlığına yaklaşıp dururlar. Bir şiiri anlama zevki, ondan akan imgelerin sürekli farklı anlamlar kazanmasına bağlıdır. Bu durum resimde daha farklıdır. Çünkü resim durağandır. Zamanda yaşanmış bir anı temsil eder. Sanatçı işte bu anı inşa eder. Burada kullanılan imgenin de zamansızlık zemini mevcuttur.

Hayatın bir anında hissedilen izlendiğimiz duygu, bir çocuğun ağaca tırmanışı, canlı ve cansız ağaçlar, insanın insanla kurduğu bağ, yani akıntıya kapılan her şey bir zamansızlık zemininde parıldayabilir. Bazı zamanlarda güzellik bize öyle yaklaşır ki varlığın bağını çözeriz ve o bize katılır. Hep böyle olmalı zaten. Bazen de güzellik bize o kadar yaklaşır ki biraz geri çekiliriz. O anda kelime ve anlam arasında hiçbir uzaklık kalmaz. Bilme devam ediyordur ve isim veririz yeni şeylere.

Şimdi’nin anlamını keşfetmek

Şimdi, insan için geçmiş ve geleceğin irtibat kurduğu bir noktadır. Fakat insan o noktada bulunduğunu çok az hisseder. Şimdi yalnız başınayken zayıftır. Hatırladıklarımızla veya duygularımızla bağlanırız şimdiye: Üzülürken veya sevinirken. Şimdiki zamanı beklenen gelecekten veya bizden uzaklaşan geçmişten ayrıca duyumsadığımızda uzayıp genişlediğine şahit oluruz. Hintli şair Kalidasa’nın mısraları bu duruma tercüman olur: “Dün bir rüyadır / Yarınsa bir evham / Bugün iyi yaşanmışsa / Dünü mutlu bir düş yapar / Ve her yarını umudun hayali / Öyleyse bugüne iyi bak / Böyledir her yeni günün selamlaması!”

Ayrıca içinde yer aldığımız her olayın tarihle, geçmişimizle bir bağı vardır. İnsan bilinçli bir deneyimle devam eder, tecrübe edinir, öğrenir. Onu diğer varlıklardan ayıran en belirgin özelliği budur. Her seferinde zihnin görme ve kavrama kapasitesi gelişir. Bir anı derin yaşamak, deneyim ve birikimin fazlalığına bağlıdır. Saatlere bağlı olsak bile bunun bazılarımız için kısa veya uzun hissedilmesi bundandır. Zamanın akışı sağlanır veya tıkalıdır. Yaşama süresinin uzunluğunu o yüzden önemsemeyiz. Derinliğe ve yoğunluğa odaklanmamız gereklidir. Doğa bize yeşermenin ve çoğalmanın, zaman içindeki yoğunluğuna örnek teşkil edebilir. İnsanın aynı anda iki zamanda yaşaması bu sebeple önemlidir. Herkesle birlikte akan zamanın yanı sıra bilincin, hafızanın ve hatıraların da kendine özgü zamanı vardır.

İnsan yaşlanır, ölüm ise geleceğe aittir. Ölmeden önce ölmek fikri, zamanı bir hediye gibi hissetmemize vesile olabilir. Zamanı iyi ve güzel olan kazanımlarla doldurmuş olmak onun kaybolmasını önler. İnsanın tecrübeler edinmesi ve içinin genişlemesi onu başlangıçta andığımız “zamansızlığa” taşıyabilir. Şimdinin derinleştiği andayızdır artık. Diğer zamanlar insana kayıp duygusu verir ve onu ağırlaştırır. Gece daha geç iner, kıpırtısız ölü bir zamanın yaşanmasında nesneler de cevap vermemeye başlar.

Neticede biz kendi akışımızı dıştan izleriz. İnsan kendi mahiyetini, kaderi diye bildiği dönüm noktalarının ötesini görmeye çalışır. Dünyayı aşma gayretimiz bu seyirle başlar. Bir çocuk zayıflığı ile kendini ele verebilir; yanından geçerken onu göremesek de hissedebiliriz. Bazı şeyleri yanından geçmeden hissederiz. Doğup batan güneşin ardında koparılmış bir çiçeğin solma anını örneğin. Bazı şeyler hayatımızda şimşek hızıyla anlık parlar ve geçer. Bazıları da doğum ve ölüm arasındaki uzun yolculuğun değişim ve dönüşümüne yayılır. Bazen ruhumuz ve cismimizle boyun eğerek zamanın geçişini öylece izleriz. Gördüklerimiz yüce, sıradan ve tedirgin edicidir. Bir müddet sonra gençliğin ve güzelliğin rengi sönmeye başlar.

Bir şeyler görmek ve anlamak için zamanın perdesini aralayarak yaşamayı öğrenmeliyiz. Zamanın içinden geçerken geride bıraktıklarımızı tekrar bulabilmek umuduyla perdeyi aralamalıyız. Böylece içimizdeki güçlü ışığı sonsuz kere uyandırmalıyız. İnsan hayatının her anı, insana zihnen ve ruhen tesir eder. Bütüne götüren teferruatları ihmal etmeyerek zamanın getirdiklerine göre hareket ederek anı yaşamaktır doğru olan. Geçmişle, gelecekle ve hatta şimdiyle alışverişimizde denge gözeterek. Sadece oluşmuş şartları özümsemek, herhangi bir zaman aralığına saplanıp kalmak bizi düşünülmeyen, sorgulanmayan bir hayata doğru sürükler. Sorgulanmayan bir hayatı yaşamak da yaşamamakla bir sayılır.