Makale

İslâm Medeniyeti: TAKVA Üzerine Kurulu Bir UYGARLIK

İslâm Medeniyeti:
TAKVA Üzerine Kurulu Bir
UYGARLIK
Prof. Dr. Ferhat Koca
Hitit Üniv. İlâhiyat Fak.


Medeniyet Ne Demektir?
Sözlükte “şehirleşmek, şehir halkının yaşayışını benimsemek” manalarına gelen medeniyet kelimesi, kavram olarak düşünce tarihinde farklı şekillerde tarif edilmiştir. Ancak bu farklı tanımlarda ortak olan nokta, medeniyetin, şehir hayatının sosyal, siyasal, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik alanlarda mümkün kıldığı birikim, düzey ve fırsatları ifade etmiş olmasıdır. (İlhan Kutluer, “Medeniyet”, DİA, XXVIII, 296) Bu sebeple biz de burada medeniyetle, “insanın yücelme merhalelerinden bir merhale”yi, “milletlerarası ortak değerler seviyesine yükselen davranış ve yaşama vasıtalarının tümünü” ve “insanın kültürel mahsulünü artırmasına yardımcı olan sosyal bir nizamı” kast ediyoruz.

Medeniyet, her yeteneğin içinde gelişip neşv ü nema bulduğu bir ortam; medenileşme ise fikrî ve manevî bir yükselmedir. Bu itibarla, bir medeniyetin varlık ve yükseklik düzeyi, içinde yaşayan fertlerin düşünce, görüş tarzı, duyuş ve bilgi seviyeleriyle doğru orantılıdır. Medeniyeti gözle görülebilir kılan nesnel varlıklar, üretim ve tüketim enstrümanları ve alışkanlıkları, bayındırlık ve alt yapı faaliyetleri gibi hususlar ise sadece medeniyetin eser ve sonuçlarıdır.

Bir medeniyetin gelişip ilerleyebilmesi, coğrafî ve iktisadî etkenler yanında din, dil ve eğitim gibi çeşitli manevî sebeplere bağlıdır. Bu çerçevede, yeryüzünde doğmuş ve gelişmiş bütün medeniyetler ile din ve inançlar arasında sıkı ya da gevşek bir bağ bulunur. Tarihçi Osman Turan’ın da ifade ettiği gibi, “Filhakika tarih; ictimâî ve siyasî nizamın kuruluşunda, ahlâk ve fazilet duygularının yükselişinde, ilim, edebiyat, hukuk, felsefe ve sanatların gelişmesinde, kültür ve medeniyetlerin teşekkülünde, vatan ve milliyet duygularının doğuşu ve ilerlemesinde, iktisadî ve ticarî faaliyetlerde ve nihayet günlük hayatın her safhasında din kadar derin bir rol oynamış bir kuvvet ve müesseseye şahit olmamıştır.” (Osman Turan, Tarihi Akışı İçinde Din ve Medeniyet, İstanbul 1980, s. 9–10)

Medeniyetler; iktisadî gelirler, siyasî nizamlar, ahlâkî gelenekler, ilim ve sanatlar olmak üzere dört temel unsur üzerinde yükselirler. Bir medeniyeti diğerinden farklı kılan husus, dayanmış olduğu bu temellerin kuvvet derecesi, etkisinin büyüklüğü ve insanlığa sağladığı yararlardır. Bir medeniyet, düzenleri bakımından ne kadar evrensel, eğilimleri açısından ne kadar insanî, yönelişleri itibariyle ne kadar ahlâkî ve prensipleri yönünden ne kadar pratik ve realiteye uygun ise, tarihte o kadar kalıcı, uzun ömürlü ve övgüye lâyık olur. (Mustafa Sibâî, İslâm Medeniyetinden Altın Tablolar, trc. Nezir Demircan – M. Sait Şimşek, Konya 1979, s. 29–30)


İslâm Medeniyeti ve Özellikleri

İslâm, toplum hayatındaki maddî ve manevî talepleri tam bir denge içerisinde karşılayabilecek ve gerçek anlamda bir medeniyetin kuruluşunu mümkün kılacak değer hükümlerine sahip bir dindir. “O ne yalnızca bir mistik inanç ne de salt bir felsefedir. İslâm, Allah’ın yarattıkları için koyduğu kanunlara uygun bir hayat tarzı ve yoludur. Onun en yüksek işi, insan hayatının maddî ve manevî tarafları arasında tam bir uzlaşma meydana getirmektir.” (Muhammed Esed, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, trc. Hayreddin Karaman, İstanbul 1986, s. 24)

İslâm’ın hedeflediği medeniyetin birinci özelliği, mutlak birlik (tevhid) ilkesidir. İslâm, hüküm ve mülkünde ortağı bulunmayan tek bir Allah’a davet eden bir çağrıdır. “Ancak Sana kulluk eder ve yalnızca Senden yardım dileriz.” (Fatiha, 5) söylemi, onun inşa ettiği medeniyetin en ayırt edici niteliğidir. Bu ilke sayesinde, İslâm toplumlarında kralların, soyluların, kuvvetlilerin ve din adamlarının azgınlığı söz konusu olmamıştır. İslâm medeniyetinin diğer özellikleri ise; temel eğilim ve hedeflerinde insanî ve evrensel olması, bütün hukukî düzenleme ve işlemlerinde ahlâkî prensiplere öncelik vermesi; akıl ve kalbe birlikte hitap ederek akıl ile vahiy arasında bir çelişki içermemesi ve nihayet her tür dinî düşünceye karşı engin bir müsamaha göstermiş olmasıdır. (Mustafa Sibâî, a.g.e., s. 30–35)

Bu temel niteliklerden de anlaşılacağı üzere İslâm, insanı sadece kendi başına salih bir kul yapmakla kalmaz; aynı zamanda onu her türlü hayrın anahtarı ve her türlü kötülüğün engeli olan toplumsal bir aktör haline getirir. İnsanın bu gelişim sürecini yöneten İslâm ahlâkı onu iman, İslâm, takva ve ihsan olmak üzere dört evrede yetiştirir. Bu kurlarda verilen bilgilerin hazmedilip özümsenmesi ve her birinde elde edilen kazanımların bir önceki evrede verilen bilgiler üzerine bina edilmesi şarttır. Öte yandan, insan, tabiatı icabı sosyal bir varlıktır ve onun toplumdan ve sosyal hayattan uzak bir şekilde, tek başına ahlâkî erdemleri kazanması ve yaşaması düşünülemez; ahlâkî erdemler de ancak medenî bir hayat içerisinde işlerlik kazanabilir. Bu itibarla, erdemli bir toplum ve uygarlık oluşturmakla yani medenî bir hayat (temeddün) ile dinî hayat (tedeyyün) arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır.


Takva Kavramı

İslâm ahlâkının en önemli evrelerinden birini teşkil eden takva, “vikaye” kökünden türemiş olup sözlükte, “korunmak, sakınmak, himaye etmek, bir şeyi ıslah edip düzene koymak, nefsin korktuğu şeylerden korunması” manalarına gelir. Terim olarak ise, “nefsin günaha götüren şeylerden korunması” veya “nefsi günahlardan ve onlara götüren şeylerden korumak” demektir. Bu korunma ise ancak haramların ve bazı mubahların terk edilmesi yoluyla olur. İslâm ahlâkçıları ve sûfîleri takva terimi hakkında birçok tanım sevk etmişlerdir. Bu tanımlara göre takva; ihlâslı olmak; Allah’a itaat ederek onun cezasından sakınmak, cezayı gerektiren fiil veya terklerden nefsi korumak, şeriatın adabını muhafaza etmek, kalbinde Allah’tan başka bir şey görmemek; Allah’tan başka her şeyi (mâsivayı) terk etmek; şüphelerden kaçınmak, nefsin hazlarını terk etmek, nefsini hiçbir kimseden daha hayırlı görmemek demektir. (Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Garîbi’l-Kur’ân, Beyrut ts. Dâru’l-Ma’rife, s. 530–531; Cürcânî, Kitâbu’t-Ta’rîfât, Kahire 1991, Dâru’r-Reşâd, s. 72–73; Tehânevî, Kitâbu Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, İstanbul 1984, II, 1527)

Takva, büyüğü ile küçüğü ile her türlü günahı terk etmektir. Burada küçük günahlar önemsiz olarak algılanmamalıdır. Zira büyük dağlar ve tepeler de sonuçta çakıl taşlarından ve kum taneciklerinden meydana gelmişlerdir.

Takva, kulun Yüce Allah’a karşı sorumluluk bilincidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu bilinçle Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına, alâmet ve nişanlarına riayet edenler hakkında; “Her kim Allah’ın nişanelerine (hükümlerine) saygı gösterirse, şüphesiz bu kalplerin takvasındandır.” (Hac, 32) denilmiştir.

Helâl ve haramlarla ilgili hükümlere titizlikle riayet eden ve Allah’ın azabından kendisini koruyan kimseye ise “muttakî” adı verilir. Takva derecesine yükselen muttakî, “Cenab-ı Allah’ı bilen, kudret, azamet, azap ve gazabına inanan ve ondan korkup yine ona sığınan kimsedir. O bu bilgisini, imanını, korkusunu ve sığınmasını, kâmil bir mümin olarak yaşayarak, hareket ederek, kulluk yaparak gösteren kimsedir.” (Lütfullah Cebeci, Kur’an’a Göre Takva, İstanbul 1985, s. 218)


Takvanın Dereceleri

Kur’an-ı Kerim’deki takva ile ilgili ayetlerden, onun üç aşamalı olarak gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Bunlardan birincisi, şirkten sakınmaktır. Kul Yüce Allah’a iman edip ona ortak koşmaktan sakınarak her türlü esenlik ve güvene sahip olur. (Fetih, 26) Takvanın ikinci derecesi, her türlü günah ve masiyetten kaçınmaktır. Bu takva, büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten sakınmakla gerçekleşir. (A’raf, 96) Üçüncü mertebedeki takva ise, insanın kalbini Yüce Allah’tan uzaklaştıran veya meşgul eden her türlü işten uzaklaştırmasıdır. (Âl-i İmran, 102; Tegâbun, 16; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul ts., Eser Kitabevi, I, 169) Takvanın bu üç mertebesi, Kur’an-ı Kerim’de bir arada şöyle ifade edilmiştir: “İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) yaptıklarını ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde, (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur. Allah iyi ve güzel yapanları sever.” (Mâide, 93)


Takvanın Önem ve Değeri
Takva, salt bir korku olmayıp, Allah’a karşı derin bir saygı ve her tür davranışta onun rıza ve hoşnutluğunu gözetme duygusudur. Takva duygusu kalbe yerleştiği zaman, akıl hayatla ilgili bütün tasarımlarını ona göre yapmaya başlar.

Takva sahipleri Yüce Allah’ın övgü ve ihsanlarına nail olmuşlardır. “Kim takva sahibi olur (Allah’tan korkar)sa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir.” (Talâk, 2) Bu sebeple takva sahibi, İslâm’da hem ideal bir mümin hem de ideal bir ahlâkî kişi olarak kabul edilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu kişiler için “İşte takva sahipleri bunlardır” buyrulmuştur. (Bakara, 177)

Takva, Yüce Allah’ın inanan kulları için hazırladığı bir yarış platformu niteliğindedir. Bu konuda “İyilik ve takvada yardımlaşın. Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” (Mâide, 2) denilmiştir. Hz. Peygamber Efendimiz de bu konuda şöyle demiştir: “Birbirinize haset etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz halde diğerini zarara sokmak için bir malı medh edip fiyatını artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Birbirinizin alış verişi üzerine alış verişe girişmeyin. Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Müslüman Müslüman’a zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takva işte budur.” (Müslim, “Birr”, 32)

Takva, dünyada elde edilebilecek en iyi ve hayırlı azıktır. Çünkü Cenab-ı Hak, “Kuşkusuz azığın en hayırlısı takvadır.” (Bakara, 97) buyurmuştur.
Cenab-ı Hak takva sahiplerini her türlü sıkıntılarından kurtararak onlara temiz rızıklar, bolluk ve bereketler verir, işlerini düzeltir ve kolaylaştırır; savaşta onlara yardım eder; yanlışlıklarını ve hatalarını gizler; onlara hak ile bâtılı ayırt edecek bir anlayış (furkan) verir; güzel bir akıbet nasip eder; cehennem azabından koruyarak güvenli makamlar ve cennetler lütfeder ve nihayet Yüce Allah takva sahiplerini sever ve onlarla beraber olur. (Âl-i İmran, 125; Mâide, 65-66; A’râf, 96, 128; Enfâl, 29; Tevbe, 7, 36; Yûsuf, 56-57; Nahl, 128; Ahzâb, 70–71; Sâd, 28; Duhân, 51; Talâk, 2-4; Nebe’, 31-32)


Takva ve İslâm Medeniyeti İlişkisi
Kulun Yüce Rabbine karşı sorumluluk bilincini, saygı ve sevgisini ifade eden takva, İslâm ahlâkında yalnızca teorik bir kavram değildir. Takva, insanın hayat hadiseleriyle ilgili bütün hal ve hareketlerinde ve insanlarla olan ilişki ve etkileşimlerinde olumlu ve aktif olmayı gerektirir. Takva bilinciyle dolu olan insan, açıkça günah veya gayri meşru olan eylemler yanında şüpheli şeylerden de kaçınır; Allah’ın rıza ve sevgisine uygun olmayan her şeyi kalbinden silip atar. Böyle bir ahlâkî olgunluğa ve ruhsal gelişime ulaşan insanlar bütün duygularında, arzularında, fikirlerinde, güç ve imkânlarını kullanmada, servetlerini harcamada, kısacası bütün hayat münasebetlerinde Yüce Allah’ın sevgi ve rızasını kazanabilmeyi esas alacaktır. Takva duygusunun hâkim olduğu insanlardan meydana gelen toplumlar ise her türlü dinî, hukukî, sosyal, iktisadî ve kültürel gerginlik ve gerilimleri aşmış, her bir ferdi sanki diğer insanlar için yaşayan ve dünyayı diğer insanlar için imar eden, mutlu, huzurlu ve medenî toplumlar haline gelir.

İşte böyle bir medeniyet, takva üzerine kurulan bir medeniyet ve uygarlık demektir.
İşte böyle bir medeniyet tam da İslâm medeniyetidir. Çünkü İslâm, kadınlarla ilgili pek çok hüküm ve uygulamalarında takvaya göre hareket etmeyi emretmiş (Bakara, 223, 233, 237, 241; Nisa, 128, 129; Talak, 1–2); her türlü iyilik ve ihsanı, infak ve sadakayı takva olarak nitelemiş (Bakara, 177), kurbanlık hayvanların etleri ve kanlarının değil, ancak takvanın Allah’a ulaşacağını belirtmiş (Hac, 37); bütün insanların aynı ana ve babadan türediklerini, üstünlüğün insanın sosyal statüsü, kavmi, dili, rengi, kişisel serveti ya da mirası ile değil takvası, kişisel nitelikleri, topluma ve çevresine olan katkıları ile olduğunu ilân etmiştir. (Hucurât, 13) Bu değerleriyle İslâm, yalnızca fertlerin ruhî gıdası değil, medeniyetlerin de sonsuza dek güven ve istikrar içerisinde yaşayabilmesinin en önemli teminatıdır.

Müslümanlar ise dinlerinin kendilerine kazandırdığı takva perspektifiyle, tarih boyunca ulaşabildikleri her coğrafyada barışın, hayrın, iyiliğin, ihsanın ve imarın bayraktarlığını yapmışlardır. Uçsuz bucaksız çöllerde yüzyıllar boyu barış ve özgürlük içerisinde yaşayan Arap Yarımadası, kıpkırmızı minarelerle donatılan Kuzey Afrika sahilleri, rengârenk kalabalıkların dinî hoşgörü ve ahengine sahne olan Hint Alt kıtası; saraylar, camiler, hanlar, hamamlar, ırklar ve dinler mozaiği Mısır; türkuaz renkli kubbeleri, kümbetleri ve medreseleriyle geniş Türk illeri; bıkmaz-usanmaz sanatkârların dantel dantel süsledikleri türbelerle dolu İran ve nihayet çil çil kubbeleri, nazenin minareleri, mütevazı konakları, heybetli hanları, zengin aş evleri, sağlam köprü ve çeşmeleri, mahcup sadaka taşları ve özgür kuş evleri ile binlerce mimarî yapının bulunduğu Anadolu ve Balkanlar. İşte bunlar İslâm medeniyetinin varlığını ispat eden tarihî belgelerdir.

Ve bu medeniyet, takva üzerine kurulmuş bir medeniyettir.


“İslâm, insanı sadece kendi başına salih bir kul yapmakla kalmaz; aynı zamanda onu her türlü hayrın anahtarı ve her türlü kötülüğün engeli olan toplumsal bir aktör haline getirir. İnsanın bu gelişim sürecini yöneten İslâm ahlâkı onu iman, İslâm, takva ve ihsan olmak üzere dört evrede yetiştirir.”

“Takva, Yüce Allah’ın
inanan kulları için hazırladığı
bir yarış platformu niteliğindedir. Bu konuda “İyilik ve takvada
yardımlaşın. Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın”
denilmiştir.”