Makale

VİRÜS SANA NE DEDİ?

VİRÜS
SANA NE DEDİ?
Dr. Emrah KANDEMİR
Yozgat Sarıkaya Müftüsü

Dâr-ı dünya, ey birader, köhne mihmanhânedir.

Dil veren viraneye, uslu değil divânedir.

Bir mukîm kimse bulunmaz hâne-i eflâkde,

Cümle halk ehl-i sefer, âlem misafirhanedir.

(Ahmed Celaleddin Dede)

İnsanoğlu, ilk atası Adem aleyhisselamdan bu yana bir sefer gerçekleştirmektedir. Aslında bu seferin formatı hep aynıdır. İmtihan alanı olan dünyaya gelişle başlayan yolculuk, yaşam boyunca emir ve yasaklarla denenmenin ardından baki âleme göçle başka bir boyuta taşınmaktadır. Her iki cihanda da gerçek mutluluğu yakalayabilmek için uyulması gereken birtakım hususlar olmalıdır. Bununla alakalı ilahi irade ilk insana ne söylemişse günümüz insanına da esas itibarıyla aynı şeyleri söylemiştir.

Kâinatın yaratıcısı tarafından insanoğluna verilen mesaj, onu özüne davet etmekte, sapmalardan, kaymalardan korumakta ve ona bir şeyler vadetmektedir. Neticede ödül ve cezanın söz konusu olduğu durumlarda birtakım denemelerin de olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla hayatta; mutluluğun yanı sıra hüznün, başarının yanı sıra başarısızlığın, rahmetin yanı sıra zahmetin, nimetin yanı sıra nikmetin varlığı insanı kemale ulaştıran unsurlardır. Nasıl ki altın kendisinden olmayan maddelerden arındırılmak için belirli ısı işlemlerine maruz bırakılıyorsa insanın da olgunlaşması ve nefsani birtakım olumsuzluklardan arındırılıp ebedi âlemde yeri ve konumunun belirlenmesi için dünya hayatında çeşit çeşit imtihanlara maruz kalması doğaldır. Rabbimizin, “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyâme, 75/36.) şeklindeki ilahi hitabı insanın yaratılış gayesinin bir amaca matuf olduğu gerçeğinin altını kalın çizgilerle çizmektedir.

İnsanlığa önder olarak gönderilen peygamberân-ı izâmın yaşamları insanlık için ibretlerle doludur. Peygamberler nübüvvet iddialarını ispat için mucizelerle desteklenip kendilerine mahsus birtakım sıfatlara sahip olmalarına rağmen hayatları boyunca mücadele etmişler ve en çetin imtihanlara da maruz kalmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de; Hz. İbrahim’in Nemrut’la, Hz. Musa’nın Firavun’la, Hz. Eyyub’un hastalıkla, Hz. Yusuf’un zindanla ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) müşriklerle imtihanından bahsedilmektedir. Aynı şekilde, “En ağır bela ve sıkıntılar peygamberlere gelir.” hadisi de (Tirmizi, Zühd 57; İbn Mâce, Fiten 29.) peygamberlerin bela ve musibete uğradıklarına işaret etmektedir. Zaten mümin olmak demek hiçbir şekilde bela ve musibete uğramamak demek değildir. Bilakis bela ve musibetlere sabır göstermek, elde edilen başarılarla şımarmamak imanın gereğidir.

Şâirin, “Fazilet ehline dâim tahakkümü cühelâ / Cihânda kaidedir, tâ cihân cihân olalı.” şeklindeki dizelerinde dediği gibi öteden beri imtihan var olagelmiştir.

Aslında hayat, sahibi için bir pazardır. Söz konusu bu pazarda kişi dünya ve ahiretine yönelik birtakım alışverişte bulunur. Bazıları ticaretin hem dünyaya bakan hem de ahirete bakan yönünü dikkate alarak Yaratıcı’nın koyduğu sınırlar içerisinde mücadelelerini sürdürürken bazıları ise sınır gözetmeksizin sadece arzularının peşinde koşmayı yeğler. Gerçek şu ki insanoğlu acziyeti nedeniyle faydalı olanı tercih etmezken bazen de zararına olan şeyleri kâr zannederek onu elde etmek ister. Hz. Mevlana bir yılan hırsızının kıssasını şu şekilde aktarır: Hırsızın biri yılan oynatıcısının yılanını çalar. Aptallığından çaldığı bu yılanı iyi bir ganimet zanneder. Yılancı yılanın zehirlemesinden kurtulur. Yılan ise hırsızını ağlatıp inleterek öldürür. Kayıp yılanını arayan yılan oynatıcısı hırsızın cesedini görür ve onu tanır. “Onu benim yılanım öldürdü, canından etti. Hırsızı bulayım da yılanımı ondan alayım diye dua edip duruyordum, gönlüm yılanımı bulmayı istiyordu. Allah’a şükürler olsun ki yılanımı bulmam konusunda yaptığım dua kabul edilmedi. Ben duamın kabul edilmeyişini zarar saydım fakat bana fayda imiş.” Evet, nice temenniler dualar vardır ki aslında sahibi için helaktir, hüsrandır.

Üzerimize doğan her bir yeni günde aslında bizlere çok şey söylenmektedir. Güneş, ay, yağmur, kar, fırtına, açan çiçek, hummalı bir şekilde çalışan çeşit çeşit hayvanlar, her yıl aynı yere göç eden kuşlar, kışın uykuya dalıp baharla dirilen toprak... Hasılı etrafımızda bizlere çok şeyler fısıldayan sayısızca uyarıcının olduğu muhakkak. Ve bizim farkına bile varamadığımız onca nimet. Eşimiz dostumuzla rahat rahat tokalaşmanın, anne babamıza ve çoluk çocuğumuza doyasıya sarılmanın, çarşı pazarda serbest bir şekilde dolaşmanın, günde beş kez ibadethanelerde bir araya gelerek cemaat olma hazzını yaşamanın, Rabbimizin bizlere bahşetmiş olduğu oksijen nimetini doya doya içimize çekmenin aslında ne kadar da paha biçilemez değerler olduğunu, sanırım bugünlerde daha iyi anladık.

Gündelik yaşam standartlarımızın birazcık kısıtlanmasıyla kendimizle yüzleşmiş olduk. Ölümün soğuk yüzü tüm insanları olduğu kadar bizleri de çok korkutmasına rağmen sadelik ve samimiyet içerisinde kulluk görevini yerine getirmemiz gerekirken lükse, rahata, konfora, kişisel keyiflerimize ne kadar da düşkün olduğumuz gün yüzüne çıktı. Peki, dünyadaki konforumuzu düşündüğümüz kadar ahiretteki konforumuzu düşünüyor muyuz? Maddi virüsleri kovmaya çalıştığımız kadar manevi virüslere karşı koruyucularımızı harekete geçirebiliyor muyuz? Dünya hayatının geçici olduğunda şüphe yok. Asıl varış yerimiz ahiret. Tek fark, birilerinin biraz önce birilerinin de biraz sonra gitmiş olması. Bunun için yatırımlarımız nelerdir? Allah Resulü’nün (s.a.s.) “Ya Resulüllah kıyamet ne zaman?” şeklinde soru soran bir sahabeye, “Sen kıyamete ne hazırladın?” şeklinde cevap verdiğini çok iyi biliyoruz. Öyle ya, ölen kişi için kıyametin ne zaman kopacağının ne önemi var?

Sahi, virüs sana ne dedi?