Makale

Yüce Milletimizdeki PEYGAMBER SEVGİSİ ve AŞKI

Yüce Milletimizdeki
PEYGAMBER SEVGİSİ ve AŞKI
Dr. Durak Pusmaz
Haseki Eğitim Merkezi Öğrt.

Bizleri yoktan var eden ve her türlü nimetlerle donatan yüce Allah’a karşı görevlerimiz olduğu gibi, bizlere yüce Rabbimizin buyruklarını tebliğ eden, hal ve hareketleriyle, yaşayış ve davranışı ile örnek ve önder olan Peygamber Efendimiz’e karşı da görevlerimiz, vazifelerimiz vardır. Efendimize karşı olan bu görevlerimiz kısaca, onun hak peygamber olduğuna inanmak, buyruklarına samimiyetle itaat etmek ve onu içtenlikle sevmektir. Onun için her Müslüman peygamberini samimiyetle, içtenlikle sever. Aslında peygamberini sevmeyen mümin olamaz, peygamberini sevmeyen Müslüman düşünülemez. Bunu dinimiz emrediyor. Yüce Rabbimiz böyle buyuruyor, Peygamber Efendimiz böyle beyan ediyor.

Her Müslüman peygamberini sever ama yüce milletimizdeki peygamber sevgisi ve aşkı daha bir başkadır. Daha derindir, daha içtendir, daha samimi ve hasbîdir, daha duyguludur. Peygamber Efendimiz’in ismi anıldığı zaman her Türk ona salât ü selâm getirerek sağ elini kalbinin üzerine götürür, bununla, peygamberin sevgisinin daima kalbinde olduğunu, onunla yaşadığını, onun sevgisinin kanına kan, canına can kattığını, onun sevgisi olmadan yaşayamayacağını ifade eder. Burada milletimizdeki peygamber sevgisinin bazı tezahürlerine işaret etmek istiyoruz:

İsmini Çocuklarına Vermeleri
Yüce milletimiz, Peygamber Efendimiz’e karşı olan bu hasbî sevgi ve saygısının bir ifadesi olarak onun ismini çocuklarına verirler. Fakat Peygamber Efendimiz’e hürmeten çocuklarını Muhammed diye çağırmayı uygun görmedikleri için önce bu ismi Mehemmed olarak telâffuz etmişler, daha sonra Mehmet şeklini almıştır. Bu, gayet ince bir duygu ve düşüncenin eseridir. Bu konuda şöyle bir olay anlatılır: Büyük Türk Hükümdarı Gazneli Sultan Mahmud’un bir hizmetçisi varmış. Adı Muhammed imiş, onu her gün ismiyle çağırırmış. Bir gün babasının adıyla çağırmış. Sebebi sorulunca; bu gün abdestim yok, diye cevap vermiş. Yani hizmetçisinin ismi Hz. Peygamber’in ismi olduğu için onun ismini abdestsiz olarak ağzına almayı edebe uygun görmemiştir. Bu ince anlayış ve düşünüş Türklere mahsus bir meziyet ve fazilettir, başka milletlerde pek görülmez, eşine pek rastlanılmaz.
Türkler arasında yaygın olan Mahmud ve Ahmet adları da Muhammed isminden türemiştir. Nitekim şair bir beytinde efendimizin bu isimlerini bir arada kullanarak şöyle der:
“Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin efendim.”


Peygamber Efendimiz’in bazı vasıflarını ifade eden; Mustafa, Ekrem, Beşir, Nezir, Münir, Nur vb. isimler de Türk milleti tarafından çocuklarına yaygın olarak verilmektedir. En önemlisi de milletimizin, asırlarca gazadan gazaya koşan, haçlı seferlerine karşı İslâmı ve Müslümanları aşılmaz bir kale gibi koruyan kahraman ordusuna Mehmetçik ismini vermiş olmasıdır. Onun için inanç ve kültürümüzde asker ocağı “Peygamber ocağı” olarak kabul edilmekte, askerlik kutsal bir görev sayılmakta, bu yüzden askere gidenler şenlikler ve dualarla uğurlanmaktadır.

Emine, Halime, Hatice, Ayşe, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma, Kasım, Abdullah, İbrahim, Hasan, Hüseyin, Osman, Ali gibi Peygamber efendimizin annesinin, eşlerinin, çocuklarının, torunlarının ve damatlarının isimleri de Türk milleti tarafından, Peygamber Efendimize karşı olan sevgi ve saygılarından dolayı çocuklarına çokça verilmektedir.

Anadolumuzun çeşitli yörelerinde kızlarımıza verilen isimlerin birçoğu gül ile başlamaktadır. Bunun sebebi de kültürümüzde gülün sevgili Peygamberimizin teri olarak kabul edilmesidir. Nitekim Aşık Yunus şöyle der:
“Yine sordum çiçeğe gül sizin neniz olur?
Çiçek eydur ey derviş, gül Muhammed teridir.”


Ünlü Divan Şairi Fuzûlî de Peygamber Efendimiz hakkında yazmış olduğu meşhur ‘Su Kasidesi’nde şöyle der:
“Suya virsün bağbân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâre su.”
Yani: Bahçıvan gül bahçesini sele versin, boşuna yorulmasın/Çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.

Ondördüncü Osmanlı padişahı olup, on dört yaşında tahta çıkan ve padişahlığı on dört sene (1603–1617) süren Sultan I. Ahmed, bir sanat harikası olan Sultan Ahmed Camii’ni yaptırırken Mısır’da Sultan Kayıtbay türbesinde bulunan Hz. Peygamber’in “Nakş-ı Kademi” denilen mübarek ayak izlerini getirtip Eyüp Sultan türbesine koydurmuş, caminin inşaatı tamamlanınca da camie koydurmuştu. Ancak Sultan o gece Peygamber Efendimiz’i rüyasında görmüş, Efendimiz Kadem-i Şerifin getirildiği yere geri iade edilmesini söylemişti. Sultan I. Ahmet emri derhal yerine getirir ve kâinatın efendisine duyduğu hasreti aşağıdaki mısralara döker (Bk. Osman Nuri Topbaş, İbret Işıkları, İst. 2002, s. 280-281), orada Efendimiz’in mübarek ayak izlerini başında tâcı gibi taşımak istediğini, çünkü onun peygamberlik gül bahçesinin gülü olduğunu belirtir:

“N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı rusülün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün.”

İşte bu yüzden Anadolu’nun bazı yörelerinde, hem sevgili Peygamberimizin remzi/ sembolü olduğu, hem de güzellik ve zarafet sembolü olduğu için kız çocuklarına; Gül, Gülbahar, Gülçin, Gülgün, Gülistan, Gülizar, Gülnar, Gülşen, Güllü, Güldane, Gülser, Gülseren gibi isimler verilmektedir.

En Güzel Şiirler
Diğer taraftan hatiplerimiz en güzel hitabelerini Peygamber Efendimiz hakkında söylemişler, ediplerimiz en güzel yazılarını Peygamber Efendimiz hakkında yazmışlar, şairlerimiz en güzel şiirlerini sevgili Peygamberimiz hakkında söylemişlerdir. En güzel kasidelerimiz, en güzel na’tlarımız Peygamber Efendimiz hakkındadır. Edebiyatımızda Peygamber Efendimiz hakkında yazılan şiirlerin özel bir adı vardır. Buna ‘na’t’ diyoruz. Na’t, Peygamber Efendimiz’i övmek için yazılan şiir ve kasidelere denir. Hemen her büyük şairimizin, Peygamber Efendimiz’in özelliklerini ve güzelliklerini ifade eden mutlaka bir na’tı vardır. Büyük Divan şairi Fuzûlî’nin “Su Kasidesi”, bu dalın en güzel örneklerinden biridir.

Peygamber sevgisi milletimizin kanına, iliklerine işlemiştir. Sevgi denince akla ilk gelen, sevgi Peygamberi Hz. Muhammed’dir. Muhibbî mahlası ile şiirler yazan Cihan Hükümdarı Kanûnî Sultan Süleyman:

“Hamdülillah Muhammed ümmetiyiz
Can ile Mustafa’yı kim sevmez.” der.
Bir başka şairimiz de Peygamber sevgisini şu güzel beytiyle ifade eder:
“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl.”


Peygamber sevgisi denilince aklımıza ilk gelen şahıslardan biri de Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi (ö. 1422) hazretleridir. Asırlarca Türk milleti tarafından doğum, ölüm, evlilik, nişan ve sünnet gibi çeşitli meclis ve merasimlerde coşku ile okunan ve büyük bir hazla dinlenen Süleyman Çelebi’nin mevlidini burada özellikle zikretmeliyiz. Latîfî’nin Tezkiresi’nde zikredildiğine göre (s. 62-63) orijinal ismi Vesiletü’n-Necat olan Mevlidin yazılmasına şöyle ilginç bir olay sebep olmuştur:

Bir vaiz Bursa’da Ulu Camii’de vaaz kürsüsünde: “Onun elçilerinden hiç birini diğerinden ayırmayız.” (Bakara, 285) ayetini tefsir ederken: “Bu ayet-i kerimeden çıkan anlama göre, ben Muhammed Mustafa’yı İsa Peygamberden -Allah’ın salât ve selâmı ikisine olsun- üstün tutamam” demiş. Bunu duyan Arap asıllı, seçkin, gayretli ve Allah Rasûlünün dininin gerçek ve sadık aşıklarından biri gayrete gelip, kesin kanıtlar ve açık deliller ile adı geçen vaizi susturmuştur. Bu zatın, Allah’ın kelâmının lafzını ve manasını iyice kavramış seçkin bir âlim olduğu anlaşılmaktadır. Vaize elinde olmayarak şöyle hitap etmiş: “Behey nâdân ve cahil, sen tefsir ilminde çok eksiği olan bilgisizin birisin. Yüce ayetlerin nâsih ve mensuhundan, muhkem ve müteşabihinden haberin yok. ‘Peygamberler arasında fark yoktur’ demekten maksat, rasûllük ve nebîlik hususundadır, yoksa fazilet mertebesinde değil. Durum sizin dediğiniz gibi olsa, “İşte biz, o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık” (Bakara, 253) ayetini nasıl açıklayacaksınız, diyerek sert bir tartışmaya girmiş. Ama bu hususta Bursa halkı vaize hak verip Arap Hoca’ya destek olmayınca, o da fetva için Mısır ve Haleb’e giderek ileri gelen Arap bilginlerinden kendi görüşlerini destekleyen fetvalar almıştır. Fakat vaize asıl cevabı, yazmış olduğu Mevlid ile o tarihlerde Ulu Cami’de imam olan Süleyman Çelebi Hazretleri vermiştir. Anadolu’da ilk mevlid yazan olarak da bilinen Süleyman Çelebi Hazretleri aşağıdaki beyitleriyle sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’in, peygamberlerin en faziletlisi, en üstünü olduğunu belirtmektedir:

“Ölmeyip İsa göğe buldu yol
Ümmetinden olmak içindi ol
Dahi hem Mûsâ elindeki asâ
Oldu anın hürmetine ejderha
Çok temenna kıldılar Hak’tan bular
Tâ Muhammed Ümmetinden olalar
Gerçi kim bunlar dahi mürsel durur
Lâkin Ahmed efdal ü ekmel durur
Zira ol efdallığa elyak durur
Anı öyle bilmeyen ahmak durur.”
Anlamı şöyledir: “Hz. İsa’nın ölmeyip göğe çıkması, onun ümmetinden olmak içindi. Hz. Musa’nın elindeki asa da onun hürmetine ejderha oldu. Bunlar Muhammed ümmetinden olmak için Allah’a çok yalvardılar. Bunlar da peygamberdir ama Hz. Muhammed bunlardan daha faziletli ve daha üstündür.”

Osmanlı Sultanları
Burada Peygamber sevgisi ve sünnetine bağlılıkla ilgili iki Osmanlı sultanından, bir de Osmanlı paşasından misal vermek istiyoruz.
Hayatını Müslümanların birliğine ve dirliğine vakfeden büyük Türk Hükümdarı Yavuz Sultan Selim, 1512’de Mısır’ı fethettikten sonra Peygamber Efendimiz’in Hırka-ı Şerifini ve diğer Emanat-i Mukaddese’yi, daha iyi bakılıp korunabilmesi için Mısır’dan İstanbul’a getirtmişti. Ama bunları sıradan bir eşyayı nakleder gibi değil, ta Mısır’dan İstanbul’a kadar hafızlar tarafından hatimler okunarak, salâvat-i şerifeler getirilerek getirtilmiş, Topkapı Sarayı’nda özel bir odaya (daha sonra Hırka-i Saadet odası ismini alacak olan yere) yerleştirilmiş, o andan itibaren de hiç aralıksız gece gündüz hatimler okunmuştu.

Büyük Şair Yahya Kemal Beyatlı 1921 yılında Topkapı Sarayı’nı ziyareti esnasında, Hırka-i Saadet Dairesi’nde güzide hafızlar tarafından okunan Kur’an sesleri işitir ve çok duygulanır. Daha sonra 14 Şubat 1921 tarihinde İleri gazetesinde neşrolunan bir yazısında bununla ilgili müşahede ve duygularını şöyle belirtmiştir:

“Revan Köşkü’nde gezerken kulağıma derinden bir Kur’an sesi geldi. Birden bire İslâm mimarisini tam manasıyla gördüm. Çünkü İslâm mimarisinin içine bir ruh gibi muhakkak rahle başında bir Kur’an sesi lâzım. O ses olmadığı zaman bu mimarî kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfü Bey’e söyledim ve bu Kur’an sesinin nereden geldiğini sordum.

“Hırka-i Saâdet dairesinden!” dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştım. Baktım; yeşil, yemyeşil ruhanî yeşil bir daire, pencereye arkasını çevirmiş bir hafız, öteki âleme dalmış bir ruhun istirahatıyla okuyor; diğer bir hafız da gözlerini yummuş bir köşede tespihini çekerek bekliyor. Rehberim Lütfü Bey’e sordum:

“Hırka-i Saadet’te ne zaman bu hatim indirilir?” Lütfü Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki:
“Her gün! Her saat! Dört yüz seneden beri geceli gündüzlü bilâ fasıla!...”
Hayretten gözlerim kapanmış dinliyordum. Lütfü Bey biraz malumat verdi: “Yavuz Sultan Selim hilâfetin alâmeti olan hırka-i şerif, senedi şerif ve diğer emanet-i mübarekeyi Mısır’dan İstanbul’a hatimler indirterek getirmiş; İstanbul’a vardığı gece, sarayda yüksek bir mevkie yerleştirmiş; mimarbaşı ve ustalar asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken, sefer yorgunluğuna bakmaksızın sabaha kadar ayakta beklemiş o gece, geceli gündüzlü Kur’an okunması için bir vazife tertip ederek kırkıncısı bizzat kendi olmak üzere kırk hafız tayin eylemiş. İşte o günden bu ana kadar bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin Kur’an okunuyor. Bu hafızlar el an kırk kişidir. Daima ikişeri nöbetleşe vazifelerini ifa ederler. Bu gün de bu iki hafızın nöbeti” dedi.” (Yahya Kemal Beyatlı, Aziz İstanbul, MEB.Yay. İst.1995, s.120-121)

Osmanlı sultanlarından ikinci olarak zikredeceğimiz Sultan Abdülaziz’dir. Her Müslüman gibi Sultan Abdülaziz de Peygamber Efendimizi çok sever, saygıyla anardı. Hatta sadece Efendimizi sevmekle kalmaz, onun yaşadığı Haremeyn/ Mekke ve Medine halkına da saygı gösterirdi.
“Bir gün hasta yatağında baygın ve sararmış bir vaziyette yatarken Sultan Abdülaziz’e:
“Medine-i Münevvere mücavirlerinden bir dilekçe var!” denildiğinde yaverlerine:
“Derhal beni ayağa kaldırınız! Haremeyn’den gelen talepleri ayakta dinleyeyim! Allah Rasûlü’ne komşu olanların talepleri böyle ayak uzatılarak edebe mugayir bir şekilde dinlenmez!..” diyerek, Medine’ye ve Hz. Peygamber’e olan muhabbetini güzel bir surette ızhar etmiştir.
Her Medine-i Münevvere postası geldiğinde abdest tazeler, mektupları: “Bunlarda Medine-i Münevverenin tozu var” diye öpüp alnına götürür, ondan sonra başkâtibe uzatır ve: “Aç oku” derdi.” (O. Nuri Topbaş, a.g.e., s. 296)

Osmanlı sultanları gibi Osmanlı paşaları da Peygamber Efendimiz’e karşı son derece saygılı ve sevgi dolu idiler. Meşhur Medine müdâfii Fahrettin Paşa, sevgili Peygamberimiz’in rûhu incinir endişesiyle, Mescid-i Nebevî’nin tamirinde çalışan ustalara, bir yere çivi çakacakları zaman çekicin sapına mutlaka keçe sarmalarını ve ses çıkarmadan kullanmalarını emretmiştir.

Bu ince düşünce ve bu kadar peygamber sevgisi ancak yüce milletimizde ve onların idarecilerinde bulunabilirdi. Fahreddin Paşa’yı böylesine bir edep ve inceliğe sevkeden, herhalde Hucurat suresinin ikinci ayet-i kerimesidir. Bu ayette şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin! Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.”

Evet merhum Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi:
“Bir zamanlar biz de millet hem nasıl milletmişiz
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz. “
Yazımızı şairin aşağıdaki beytiyle noktalayalım:
“Ne iyi gözler ki güzele bakmaktadır
Ne tâli’li o kalp ki, onun için yanmaktadır.”

“Hatiplerimiz
en güzel hitabelerini Peygamber Efendimiz hakkında söylemişler,
ediplerimiz en güzel yazılarını
Peygamber Efendimiz hakkında
yazmışlar, şairlerimiz en güzel şiirlerini sevgili Peygamberimiz hakkında
söylemişlerdir.”